Sayfalar

31 Mayıs 2009 Pazar

TÜRK TÖRESİ


Türklerin yazılı olmayan yasalarıdır. Aileden Devlete, kişilerin ilişkilerinden toplumun düzenine kadar her alanda oluşmuş, kişi ve toplum davranışlarını yönlendiren temel kurallar bütününe Türk'lerde "Töre" adı verilmektedir.

Latin'ler ve Greek'ler de ise Nomos, Arap'larda ise Namus adını alır. Temeli Tanrısal olan ve toplumun yaşantısını düzenleyen, genelde yazılı bir kaynağı olmayan yasalardır.

Bu yasalar, binlerce yıl içerisinde oluşmuştur. Temeli büyüğe saygı, küçüğe sevgi'dir. Bu temel, İlköğretim'de her sabah tekrarlatılan "Andımız"da ifadesini bulur. Türk Töresi'nin genel çerçevesi bilinmekle birlikte tet tek bütün maddeleri belirlenip kamuoyunun bilgisine sunulabilmiş değildir. Bu konu araştırmacıların üzerinde çalışmalarını gerektiren bir konudur. Atasözleri ve Deyimlerde, gelenek ve göreneklerde, düğün ve derneklerde, yazılı ve sözlü kaynaklarda, yabancıların Türklerle ilgili eserlerinde, gündelik davranış ve sohbetlerde bu yasalara rastlanabilir.

Türk Töresi; Türk Örf ve Adetlerini, Türk Ahlâkını, Türklerin özelliklerini, Türk Görgüsünü de içine alır, ancak bütün bir hayatı kapsar. Türkler tarafından oluşturulan medeniyetin bu açıdan tam bir taraması yapılmış değildir.

Bu alanda yapılan çalışmalara Ziya Gökalp'in Türk Töresi adlı eseri (Toker Yayınları) örnek verilebilir.

Son dönemde Yılmaz Uyar tarafından yazılan 21. Yüzyılın Eşiğinde Örf ve Âdetlerimiz (Türk Töresi) adlı Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınları arasında çıkan eser (ISBN No: 9757522023) bu alanda yazılan bir başka kapsamlı eserdir.
Kaynak: "http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_T%C3%B6resi"


BİR BAŞKA YAKLAŞIMLA

"TÜRK TÖRESİ"


Türk Töresi: "Türk hukuku", "Türk nizamı" demektir. Türk Töresi' nde her Türk' ün toplum içindeki yeri, sırası ve vazifeleri belirli kaidelerle tesbit edilmiştir. Türk Milletinin teşkilanması, Türk devletlerinin ve ordularının teşkilatlanması hep bu töre esaslarına göre olmuştur. Tarihte karşılaştığımız o büyük Türk Medeniyeti, Türk Töresi' nden, Türk zekasından Türk kabiliyetinden doğmuştur.

Türk Töresi: Evvela Türk Milletini sevmek ve Türk Milletinin kuvvetine, büyüklüğüne inanmak demektir.

Türk Töresi, yüksek vazife duygusu demektir. Türk Töresi, devlet hizmetinde, insanların münasebetlerinde millete hizmeti ve insanlara saygıyı esas alır. Türk töresi, büyüğe saygı küçüğe şefkat ve sevgi demektir.

Türk Milleti, ağırbaşlı, vakarlı, ciddi, çok konuşmayan, gerektiği zaman az ve öz konuşan, soğukkanlı olan, birden öfkelenmeyen, cesur, ahlaklı, azimli, sözüne ve vazifesine sadıktır.

Avrupa' da fertler karşılıklı münasebetlerinde "Türk sözü mü?" derler. Onlar Türk sözüne güvenileceğini bilmektedirler. Büyüğünün emrinden çıkmamak, küçüğe karşı sevgi, şefkat göstermek, onu itaat altında bulundurmak, hakka riayet etmek Türk Töresinin esas unsurlarıdır. Türkler bütün devletlerini bu töre ile kurmuşlar, töreyi bozunca da yıkılmışlardır.

Töre, Türk örf ve geleneklerinin kesin hükümleri birliğidir. Orkun kitabelerinde töresiz bir devlet veya topluluk olamayacağı belirtilmiştir. Bundan hareketle geçmiş çağlarda Türk ellerinde kanunsuz veya hükümdarın şahsi iradesine bağlı bir yönetim şekli olmamıştır. Dolayısıyla kağanlar buyruklarını, ayrucular ise kararlarını töreye göre vermişlerdir. Yani millet doğrudan doğruya törenin himayesindedir. Bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukuki-sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve genellikle kanun mânâsına alınan töre, eski Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi normlar bütünüdür. Bu bütün, yani kanunlar, millidir. Türklerde töre kanun mânâsına gelmekle birlikte, onunla sınırlı değildir. Çünkü yazılmış kanunlarla, yazılmamış teamüller de törenin içindedir. Hattâ, hukuki töreden başka dini ve ahlâki töreler de vardır. Dolayısıyla, Türk Töresi, Türklere atalarından kalan bütün kaidelerin toplamı demektir. Töre, ahlâki, sosyal, siyasi birçok prensip koymuş, müesseseler kurmuş, insanlığa kendi hakikatlerini bildirmek ve onları sükûnetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren yüksek bir merkez müessese vücuda getirmiştir. Yani törenin devleti de, insanı kendi hakikatine götürmek maksadının bir vasıtasıdır. Bu bakımdan töre büyük bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır...

...Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva etmiştir. Cezaları ağır olmakla birlikte, töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için hiç kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmemiştir. Törenin daima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul etmiştir. Çünkü töre, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kaidelerden ibarettir.

Töre sadece geçmişte yaşananlardan ibaret değildir. Farklı boyut ve unsurlarıyla bugün de yaşanıyor olması, onun geçmişte kalmış olmadığını gösterir. Dolayısıyla töre, tarihin tozlu sayfalarında kalmadığı gibi, müzelik kıymetlerden ibaret de değildir. Töre, ulu bir çınar olan devleti ayakta tutan, heybetli kılan ve güçlü yapan bir köktür. Bu kök ne kadar derinlere dalmışsa, çınar da o kadar dayanıklı ve heybetli olur.

Divanü Lûgatit-Türkde töre evin en önemli yeri ve sediri olarak ifade edilirken, kavram asıl mânâsı ile törü şeklinde geçmekte olup, görenek ve âdet olarak açıklanmıştır. Buna göre;

Türk töresi: Türk örf adet ve geleneklerinin kesin hükümleri birliğidir. Orhun kitabelerinde töresiz bir devlet veya topluluk olamayacağı belirtilmiştir. Bundan hareketle eski Türklerde kanunsuz veya hükümdarın şahsî iradesine bağlı bir yönetim şekli olmamıştır. Dolayısıyla kağanlar emirlerini, yargıçlar kararlarını töreye göre vermişlerdir. Yani halk doğrudan doğruya törenin himayesindedir. Bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukukî-sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve genellikle kanun mânâsına alınan töre (törü) , eski Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburî normlar bütünüdür. Bu bütün, yani kanunlar, millîdir. Türklerde töre kanun mânâsına gelmekle birlikte, onunla sınırlı değildir. Çünkü yazılmış kanunlarla, yazılmamış teamüller de törenin içindedir. Hattâ, hukukî töreden başka dinî, ve ahlâkî töreler de vardır.
Dolayısıyla, Türk töresi, eski Türklere atalarından kalan bütün kaidelerin toplamı demektir. Töre, ahlâkî, sosyal, siyasî birçok prensip koymuş, müesseseler kurmuş, insanlığa kendi hakikatlerini bildirmek ve onları sükûnetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren yüksek bir merkez müessese vücûda getirmiştir. Yani törenin devleti de, insanı kendi hakîkatine götürmek maksadının bir vasıtasıdır. Bu bakımdan töre büyük bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır.

Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva etmiştir. Cezaları ağır olmakla birlikte, töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için hiç kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmemiştir. Törenin daima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul etmiştir. Çünkü töre, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kaidelerden ibarettir.


TÖRENİN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ

Bütün bozkırlarda belki binlerce seneden beri yaşayan bir töre vardır. Büyük Türk hükümdarlarının bizatihi kendileri, halkın sosyal yapısında yaşayan bu törelere tâbî olmuştur. Türk beyleri, devlet ve milletleri eskiden beri müteamil olan töreye tâbi kaldıkça, Türk cemiyetinin hayatı tam yolunda ve normal olarak cereyan ediyor demektir; hükümdardan istenen de ancak bu törenin geçerliliğini temin etmektir.

Töre üç kaynaktan oluşur. Bunlar halk, kurultay ve handır. Yani bir kısım töre doğrudan doğruya halk içerisinde zuhur eder. Bunlar gelenek şeklinde nesilden nesle intikal eder. İkincisi beylerin, kurultayda aldıkları kararlardır. Üçüncüsü ise bizatihi Hanın teşebbüsleri ile gelişir. Töre nesilden nesle intikal ederken, hakanlar ve beyler bunlara kendilerinden bazı şeyler ilâve etmişlerdir. Her büyük tarihî olaydan ve yeni bir sülâle tahta geçtikten sonra töre, kurultaylarda gözden geçirilmiş ve bazı hükümlerin münakaşası yapılmıştır. Ancak buradan Hanın tek başına istediği töreyi koyma selâhiyetinin olduğunu düşünmek hatalı olur. Nitekim, Bilge Kağanın Budizmin kabûlünü istemesine rağmen isteği reddedilmiştir.

İslâmla müşerref olmayı müteakip, töre-din çatışması bazı noktalarda görüldü ise de, hanlar ve beyler, aile ve askerlik işlerinde XV. asra kadar töreyi tatbikten vazgeçmediler. Uluğ Bey gibi islâm bilgini olan bir hükümdarın bir çok işlerde yasa, türeye ihtiyacımız vardır demesinin sebebi de budur.

Selçuklu ve Osmanlılar, dedelerinden kalma teamüllere Oğuz töresi derlerdi. Ancak töre, yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret değildir. Bütün Türklük âlemi için geçerlidir.

Töre günümüzde de yaşamaktadır. Nitekim Eröz, Yörük ve Türkmen oymakları ile yaptığı araştırmalarında, töre kelimesinin kullanıldığını tesbit etmiştir. Görüşülenlerin hemen hepsi kavramı El âdeti, Türkmen töresi olarak dile getirmişlerdir.

SOSYAL HAYATTA TÖRENİN YERİ VE ÖNEMİ

Orhun âbidelerinde, bir çok yerde töre ve öneminden bahsedilmektedir.

Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş.

İli tutup töreyi düzenlemiş.

Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş.

Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp, uçup gitmiş.

Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti?

Töreyi kazanıp, küçük kardeşim Kül Tigin kendisi öylece vefat etti.

Yine törenin önemini ifade etmesi bakımından Divanü Lûgatit-Türkde geçen ifadeler oldukça dikkate değerdir. Nitekim bu ifadelerden birinde devlet gitse dahi törenin bakî olduğu vurgulanmaktadır. Buna göre vilâyet (devlet) terkedilir ama töre terkedilemez: El kaldı törü kalmas.

Bahaeddin Ögel, törenin devlet ve halk töresi olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmektedir. Çıkış noktası olarak da büyük oğlanla küçük oğlanın devlet ve millet hayatında ayrı yerlerinin olmasını almaktadır. Bu çerçevede eski Türk töresine göre, babanın tahtına daima büyük oğul çıkardı. Halbuki halk töresine göre küçük oğul önemlidir. Çünkü küçük oğlan, babasının evinde oturan ve baba ocağını devam ettiren çocuktu. Ancak buradan iki törenin birbiri ile çatıştığı sonucu çıkmamalıdır. Zira, devlet hayatı için tecrübe, dirayet ve bilgi önemlidir. Bu vasıfları da en iyi taşıyan olarak büyük oğlan görülmektedir. Ayrıca küçüklerin büyüğe riayet etmeleri daha kolaydır. Ancak aile ocağının devamı meselesinde vazife tabiî olarak küçüğe düşmektedir. Büyüklerin sıra ile kendi ailelerini kurarak baba ocağından ayrılmalarıyla, en sona küçük oğlan kalmaktadır. Bununla birlikte, devlet hayatında büyük oğlandan yana bir törenin bulunmasına rağmen, Türk tarihinde liyakat da önemli bir faktör olarak yer aldığından, tahta küçük oğlanların geçtiği de görülmektedir.

Törenin kendisini gösterdiği önemli müesseselerden biri de ordudur. Halk ile ordunun bütünleşmiş olduğu Türklerde, konar-göçer hayat tarzı halkı her zaman dinamik olmaya zorlamış, böylece güçlü bir ordunun sürekli olarak hazır bulundurulması elzem olmuştur. İşte Kara-Han Oğlu Alman-Bet destanında, Alman-Bet babasına İslâmiyete girmesini teklif eder. Ancak babası reddedince, buralardan gideceğini söyler. Bunun üzerine babası il ve yurdunu toparlar ve oğluna hitaben şöyle der:

Gel, gitme ayrılma! Bu Geyik Kayasından!

Töremizle büyüdün, yuğruldun mayasından!

Atamın yuvasından, Keçilerkayasından,

Gel gitme, ayrılma! Ananın yuvasından!

Yine Çinliler Meteden karısını isteyince, devlet ileri gelenleri bu duruma karşı çıkarken töreye vurgu yaparak Mete Hana şöyle derler. Bu Tung-hular, töre diye bir şey tanımıyorlar! Bu defa da Hatunumuzu istiyorlar! Biz onlara derhal hücum ederek, hepsini ortadan kaldırmağı teklif ediyoruz!

Töre müessesesinin önemi sadece töreye gösterilen saygı ve itaatten ibaret değildir. Aynı zamanda Türk devletlerinde töreyi bilenlere karşı gösterilen derin saygı da önemin bir göstergesidir.

SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE TÖRE

Töre, sosyal bütünleşmenin temel kaynağıdır. Bilhassa normatif bütünleşmenin temel kaide ve teamüllerini töre sunmaktadır. Törenin buradaki etkisi, geleneği temsil etmesinden doğmaktadır. Çünkü, bu normun oluşması ve kabul görmesi onun gelenekselleşmesine bağlıdır. Gücünü geçmişten alan norm etkilidir ve kendi merkezi etrafında birleştiricidir. Bu çerçevede en güçlü normlar töre olarak nitelendirilmektedir. Töre buradaki gücünü, uzun geçmişe sahip olmasından ve görmüş olduğu genel kabulden almaktadır. Sosyal bütünleşmeyi temin etmesi açısından Divanü Lûgatit- Türkde törenin yayılması ile birlikte şaşkın kişilerin ayılacağı, kurtla kuzunun birlikte yürüyeceğini belirten şu dörtlük dikkate değerdir.

Endik kişi?

El törü yetilsün

Toklu böri yetilsün

Kadhgu yeme savılsun.

Böylece törenin toplumun nizamının sağlanmasındaki fonksiyonu da oldukça kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü sosyal nizam, ancak eksiksiz bir şekilde anlaşılan bir kurallar geleneği ile mümkündür. Bu gelenek bizatihi törenin kendi içerisindedir. Yüzyılların derinliğine kök salmış olan töre, büyük bir birikim ve tecrübeyi temsil eder. Bu bakımdan, milliyet bağının güçlü kılınmasına hizmet eden de odur.

TÜRK YÖNETİM SİSTEMİ OLARAK TÖRE

Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kaideler bütünüdür. Başka bir ifadeyle, kişiler ve zümreler arası münasebetleri düzenleyen; idarecilerle idare edilenler arasındaki işleri, hak ve vazifeleri belirten usullerdir. Yönetim sistemine baktığımızda ise hükümdarın yetkilerini meclisler (Kurultay ve Hükûmet meclisi) sınırlandırmakta, hem hükümdarın hem de meclislerin üzerinde ise Töre bulunmaktadır. Ne halk ne de yönetim sisteminin herhangi bir unsurunun, çevresini törenin çizmiş olduğu normlar bütününün dışına çıkması mümkündür. Bu noktadan hareketle, Türk devletini kanun devleti olarak nitelendirebiliriz. Çünkü devletlerinin nevi şahsına münhasır bir yönetim sistemine sahip oldukları görülmektedir. Ancak, mutlaka bir isim vermek gerekiyorsa, eski Türklerde yönetim sistemine Töre Sistemi demek yanlış olmayacaktır. Zira il gider, töre kalır.


23 Mayıs 2009 Cumartesi

Mutlaka okunması gerekli kitaplar: Prof. L. N. Gumilev Kitapları


ESKİ TÜRKLER - ISBN 978-975-8839-05-6
Bolşevikler tarafından vatan hainliği suçlamasıyla kurşuna dizilen bir Rus yüzbaşı ile Kırım Türklerinden bir kadının, meşhur şaire Anna Ahmetova'nın oğlu. Hayatı çile çekmekle, sürgün kamplarında, hapishanelerde geçen, Rus akademisyenlerin kıskançlık oklarının hedefi olan Prof. Gumilev'in ilk doktora tezi ESKİ TÜRKLER'dir. Tarihçilikte Karahanlılar'a kadar gelip geçmiş tüm Türk halkları ve devletleri ‘Eski Türkler’ olarak anılır. Gumilev'in zengin bir literatürü tarayarak hazırladığı ESKİ TÜRKLER, Göktürkler'in I. ve II. Hakanlık dönemiyle, Uygurlar'ın göçebe dönemlerini, bu arada onlara komşu olan halkların, Çinliler'in, Tibetliler'in, İranlılar'ın, Bizanslılar'ın vs. tarihlerinden kesitler de içermektedir. Bu kitapta, sınırları doğuda Kore hududundan başlayarak, batıda Karadeniz bozkırlarına kadar uzanan muazzam bir imparatorluğun, tarihte ilk defa Türk adını kullanan bir halkın nasıl teşekkül edip, yükseldiğini, Çinliler'in entrikaları sonucu nasıl parçalanıp yutulduğunu, birçok halka ismini bırakarak tarihten silindiğini okuyacak; bir halkın, bir devletin yine kendi kanından olan kabileler (Uygurlar) tarafından mahvedilişinin dramatik hikayesini dinleyeceksiniz. W. Barthold'un, Chavannes'in, Deguines'in, Çin kroniklerinin ve güvenilir kabul edilen birçok tarihçi ve kaynağın bilimsel tenkitlerinin de yer aldığı bu eser, sahasında yazılan kitaplar arasında en derli toplusudur ve Türk akademisyenlerinin fevkalade beğenisini toplamıştır.



HUNLAR - ISBN 975-8839-04-7



Esasında Gumilev'in ‘Bozkır Üçlemesi’ adını verdiği serinin (Hunlar, Eski Türkler ve Muhayyel Hükümdarlığın İzinde) ilk kitabıdır ve tarihî olayların seyrini kronolojik bir şekilde takip edebilmek için Eski Türkler'den önce okunması gereken kaynak bir eserdir. Bazı Amerikalı ve Avrupalı tarihçiler, Batı Hunları'nın, Atilla'nın torunlarının Doğulu Hunlar'la hiçbir ilişkisinin bulunmadığını, konuştukları dillerin dahi nasıl bir dil olduğunun bilinmediğini kaydederek, Türk tarihinin yeknesak duvarında çatlaklıklar meydana getirme gayreti güderler. Gumilev ise, tam aksini savunarak Batılı Hunlar'ın Doğulu akrabalarının bir devamı, dillerinin ise Türkçe olduğunu bilimsel verilere dayanarak ispat etmektedir. Peki, Çinliler'in Hyung-nu, bizim Hunlar dediğimiz ve ata kabul ettiğimiz bu halk, nasıl teşekkül etmiş, nereden çıkmıştır ve daha öncesinde ne idi? Hangi halklarla akraba idi ve Hun İmparatorluğu bünyesinde hangi halklar vardı? Devlet yönetim şekli, idari hiyerarşi ve ünvanları nasıldı? Türk tarihinde, Çin sarayından ve yabancı bir ülkeden otağa gelin getirme geleneğini ilk önce Mete-han (Mo-de) başlatmış, Osmanlı dahi aynı geleneği sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu'nda saraya alınan bu gelinlerin çoğundan büyük zararlar gelmiştir. Ya peki Hun otağlarına giren Çinli gelinlerin verdikleri zararlar az mıydı? İstisnasız hemen hepsi Çin imparatorlarının birer casusu muydu?.. Elbette!



MUHAYYEL HÜKÜMDARLIĞIN İZİNDE - ISBN 975-8839-06-3



Gumilev'in Bozkır Üzlemesi'nin üçüncü kitabı. Hunlar ve Eski Türkler'in devamı olarak okunduğunda, Türk tarihinin İç ve Orta Asya kesitinin M. Ö. II. Binyıldan başlayarak, Selçuklular'a kadar geçen üç bin yıllık tarihi bir film şeridi gibi gözleriniz önünden geçecektir. Kelimeler bazen aldatıcıdır. Bugün Rus tarihçilerin yanlış adlandırması sebebiyle Tatar diye bildiğimiz Kırım ve Kazan Tatarlarının aslında gerçek Tatarlar'la hiçbir ilgisi yoktur. Peki Moğollar Türk müdür? Türk dilli bir halk mıdır? Moğollar'ın Hristiyanlık ve İslamiyeti ‘yeşil din’ kendi dinlerini ‘kara din’ diye adlandırırken, ‘kara’yla kastettikleri nedir? Dinler tarihi açısından da çok önemli bilgiler içeren bu kitap, esasen Hristiyan bir rahibin Haçlı seferleri sırasında, Avrupalı kralları Kudüs'e akın etmeye teşvik amacıyla uydurduğu, ama resmi kroniklere dahi geçmiş bir yalanın yol açtığı olayları konu edinmektedir. Gumilev'in tarihçilikte takip ettiği prensip, olaylara şu dört açıdan bakmaktır: Kuş bakışı, kurgan tepesinden, fare deliğinden ve masa başından. Amerikalı tarihçilerin en büyük hatası, tarihi anlatırken kendilerine bir merkez seçmemeleridir. Gumilev ise, Hazar ve civarını kendisine merkez seçerek tarihe bakar.



ETNOGENEZ - HALKLARIN ŞEKİLLENİŞİ, YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞLERİ ISBN 975-8839-02-0



Gumilev'in ikinci doktora tezi olarak sunduğu, fakat konuyu bir türlü kavrayamayan Rus akademisyenlerin ‘Bu bir doktora değil, doktora üzeri bir şeydir’ diyerek kabul etmedikleri; Eski Türkler ve kısmen Hunlar hariç, diğer bütün eserlerinin iyi anlaşılabilmesi, yazarın kullandığı terminolojinin tebellür edebilmesi için mutlaka okunması gereken anahtar kitab. Etnogenez dediğimiz şey nedir? Türk üniversitelerinde henüz bir kürsüsü dahi bulunmayan, Batıda ve Rusya'da iyi bilinen bu bilim dalı neyi inceler? Halklar, diller nasıl oluşurlar? Nasıl yükselir, nasıl çöker ve bâkiye etnoslar haline gelirler? Bâkiye etnosları bekleyen kader nedir? Kimera, kseniya, konsorsiyum, konviksiyum, etnos, süper-etnos... kavramları neyi ifade ederler? Ya peki yazarın kendine has bir terim olarak kullandığı, hemen bütün eserlerinde sık sık sözünü ettiği passionerlik, passionarizm, passioner ve passioner gerilim veya basınç ne demektir? Kırgızistan devlet başkanı Askar Akayev'in Kırgız tarihiyle ilgili yazdığı eserin önsüzünde ‘Bu kitabı Gumilev'in etnogenez adlı eserini temel alarak yazdım’ dediği bu kaynak eser, Türkiye'de sahasında ilk ve tek kitaptır. Dünya tarihinin hemen her kesitinden, her kıtadan, her ülkeden ve her halktan örneklerle zenginleştirilen bu eser, Türkler'in, Batılılar'ın, Amerikalılar'ın ve İslam Ümmeti'nin tarihî kader açısından incelenmesidir.



HAZAR ÇEVRESİNDE BİN YIL - ISBN 975-8839-07-01



Yine Gumilev'in temel yapıtlarından bir diğeri ve esasen Etnogenez adlı eserinin devamı olarak okunması gereken bir kitap. Tarihi kaynaklara güvenilir mi? Gözü kapalı güvenilirse çıkmaz sokaklara dalınır mı? Özellikle saray tarihçilerinin kaleme aldıkları ‘anonimler’ güvenilir bilgi içerirler mi? Mogolların Gizli Tarihi'ne göre Çingiz-han, Çamuha ile girdiği savaşta mağlup olmuş, Yahudi asıllı Acem yazar Reşidüddin'in ‘Cami et-Tevarih’ine göre galip gelmiştir. Acaba hangisi doğru söylüyor?.. Tarih, mukayeseli olarak okunmadan, çaprazlama tarama yapılmadan öğrenilirse, insan beyninde önemli tahribatlar ve kolay kolay silinmeyecek saplantılara yol açar. Hazar Çevresinde Bin Yıl, Hazar civarı merkez edinilerek Türk halklarıyla, komşularının tarihine genel bir bakışın yapıldığı önemli bir eserdir. Zaten dünyanın belli bir noktası merkez alınmadan nasıl tarih yazılır ve nasıl anlatılır ki?



ESKİ RUSLAR VE BÜYÜK BOZKIR HALKLARI (Cilt 1) - ISBN 975-8839-10-1



ESKİ RUSLAR VE BÜYÜK BOZKIR HALKLARI (Cilt 2) - ISBN 975-8839-10-2



Prof. L. N. Gumilev'in iki ciltlik dev bir eseri daha. Gumilev dünyasının iyi takip edilebilmesi için mutlaka okunması gereken bir kitap. Yahudiler'i fazlasıyla kızdıracak bir çalışma. Kimdi bu Ruslar? Onlarca yıl savaştığımız, topraklarını işgal ettiğimiz, buna karşılık onların da ‘Orta Asya zaten Arilerin yurduydu; bizler işgalci değiliz; bir insanın ata yurduna geri dönmesi tabii bir olaydır’ diyerek Orta Asya bozkırlarını istila eden bu halk kimdir? Haklarında ne biliyoruz? Slavlar Rus mudur? Yahut Ruslar Slav mıdır? Bir zamanlar neden hükümdarlarına ‘hakan’ diye hitap ederlerdi? Bugün bir Türk milliyetçisine ‘Ruslar kimdir?’ diye sorarsanız, çok büyük bir ihtimalle ‘Can düşmanlarımız!’ cevabını alırsınız. İnsanlar, genellikle kapı bir komşularıyla kavga ederler. ABD gibi, on mahalle ilerideki biriyle kavga etmek için giden ülkeler tarihte çok enderdir. Kıpçaklar, Oğuzlar (Torklar), Peçenekler, Burtaslar, Baraniler, Karakalpaklar, Hazarlar, Bulgarlar... nereye gittiler? Nasıl Hristiyanlaşıp, dil, din ve etnik kökenlerini kaybederek Slavlaştılar? Karaimler Türk müdür? Türklerin kanının en fazla karıştığı halk, Ruslar'dır. Buna rağmen en fazla savaştığı halk da yine onlardır! ‘Bugünkü Ruslar, Rusya'nın temelini atan Tohtamış-han'ı minnetle anmalıdırlar!..” sözü bizzat yazara aittir. Doğrudur; Rus Devleti'nin temelini Tohtamış-han atmış, duvarlarını da farkına varmadan Timur yükseltmiş ve birkaç asır sonra Türk halklarının başına bela etmiştir!.. Ya Hazar Yahudileri? Romalılar tarafından İran'a, oradan Hazar Devleti'ne sürülen Yahudiler, tarihlerinin bu kesitinde birçok gerçekleri ya gizlerler, ya Arthur Koestler'in “Onüçüncü Kabile”sinde yaptığı gibi çarpıtırlar. Hazar Türklerini köle gibi kullanan, Hazar hakanlarını kukla olarak elde tutan Yahudiler, sonunda Ruslar'ın sabrını taşırarak nasıl hem kendilerinin, hem de bir devletin mahvına yol açtılar? Hazar Devleti'nin yıkılışından sonra önce Rusya'ya dağılan, daha sonra çeşitli baskılara dayanamayarak Kazakistan bozkırlarına kaçan Brodniklere (Kaçaklara) da yanlışlıkla Kazak dendiğini bilir miydiniz? Bu kitap, Rus, Slav, Türk, Acem, Bizans, Moğol, Tatar ve Timuriler tarihi konusunda yazılmış en temel kaynaklardan biridir.



AVRASYADAN MAKALELER-1 - ISBN 975-8839-37-3



Rus tarihçi ve etnologu Gumilev'in değişik tarihlerde değişik Rusça dergilerde yayınlanan akademik makalelerinden seçmelerin yer aldığı bu eserde, kitabın adından da anlaşılacağı gibi Avrasya ve tabi ki öncelikle Türk tarihinin çeşitli dönemleriyle ilgili değişik kesitler yer almaktadır. Gumilev'in diğer eserlerini okuyanlara, bu kitabın muhteviyatından ayrıca bahsetmek, herhalde tereciye tere satmak olurdu.






SON VE YENİDEN BAŞLANGIÇ - ISBN 975/8839-21-7



Gumilev'in bu çalışması esasen Etnogenez-Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri adlı eserinin bir tür devamı durumundadır. Eserde, önceki kitapta gözden kaçan veya hacmi artırmamak için yer verilmeyen değişik konular da işlenmiştir. Yine Türk tarihinden, Batı ve ABD tarihinden enteresan kesitlerin yer aldığı örneklerle, halkların yaşadıkları tarihi kaderin gelişimi ve yönü üzerinde detaylı olarak durulmakta, milletleri bekleyen akibetin örnekleri verilmektedir. Gumilev, bu eserinde diğerlerinden farklı olarak, Türk ruhu terimini kullanmakta ve bu terimin mutlaka bilimsel literatüre kazandırılması gerektiğini savunmaktadır. Türkler'in de günümüzde zaten en çok ihtiyaç duydukları bu Türk ruhudur.

L.N. GUMILEV





L.N. GUMILEV ve ZAMANI

Lev Nikolayeviç Gumilëv ve Zamanı. L. N. Gumilëv (Gumilòff okunur) 80. doğum yıl dönümünü kutlarken "artık bütün Rusya'da meşhur oldum" diyordu kendi kendine ama ne akademik çevreler, ne de geniş halk kitleleri seksen yaşındaki bir adamın doğum gününe fazla itibar etmemişlerdi. Yüzüne karşı ve hatta arkasından "üstad-ı azam" diyorlardı ama kitaplarını ellerine almaktan korkuyorlardı. Ne de olsa geçmişte defalarca tutuklanmış; rejim muhalifi damgası yemiş; sürgün kamplarında çile doldurmuş aykırı bir tarihçi, aykırı bir şair, coğrafyacı, etnogenesiz tezinin ve Rus etnolojisinin babası ama aynı zamanda Bolşevik yönetimi tarafından vatan hainliğiyle suçlanarak kurşuna dizilmiş zâdegân sınıfına mensup bir askerin ve meşhur şaire Anna Ahmetova'nın oğluydu..
XX. Yüzyıl Sovyetler Birliği'nde pekçok tarihçi, birçok kabiliyetli ve profesyonel araştırmacı,
A. Zimin, M. Tixomiroff, B. Rıbakoff, R. Vipper gibi gözde ilim adamları vardı ama A. Toynbee'ye cevap vermek, onun koyduğu terminolojiyi değiştirmek Gumilëv'a nasip olmuştu. Sovyet İlimler Akademisi'ne seçilmesine seçilmişti fakat içeride "üsttekiler", "alttakiler" kavgasıyla meşgul olan akademik çevre, onu ilmi neşriyat kadrosundan çıkarmış; 1982'de ise, akademik dergilerde ve "Nauk" periyotlarında makalelerinin yayınlanmasını yasaklamıştı..

Gumilev anne ve babasının kucağında

I Ekim 1912'de şair ve şaire bir anne-babanın evinde dünyaya gelen Gumilëv, 15 Haziran 1992'de vefat etti. Edebiyatçı bir ailenin çocuğuydu ve bu aile, Rusya'da 1910'lı yılların edebî akımına damgasını vurmuştu. Savaş başladığı için babası bir süre sonra yüzbaşı rütbesiyle orduya çağırılacaktı. Anne Anna Ahmetova Kırım'da Sivastopol'un dağlık bir kasabasında dünyaya gelmişti. 1890-1900 yılları kuşağı, Anna Ahmetova'yı dünyanın en seçkin şaireleri arasına koymuştu. Geçmişin "yok olmakta olan" kültürü, Gumilëv'un henüz çocukluk yıllarında ilgisini çekiyor, bu kültürün kaybolmaya yüz tutmasını görmek ise, onu üzüyordu. 1918 Ekim ihtilalinden sonraki genel tutumun neticesinde, 1921'de baba Nikolai'ın kurşuna dizilmesi, küçük çocuğun dünyasını karartmıştı. 1930'larda ise, artık kampını seçmiş; Bolşevik rejimiyle uyuşamayacağını çok iyi anlamıştı. Bu, bir noktada kendi kaderini de çizmek demekti.
1917'den 1929'a kadar olan çocukluk ve gençlik yılları, Tver şehri yakınlarındaki Slepnev'de, babaannesinin evinde geçiren yazarımız, tarihî kitapların yanısıra H. Emar, Mayne Reid, A. Dumas gibi klasikleri okuyarak, büyüdü. Okul arkadaşları başka şeylerle uğraşırken, onun koltuğunun altında tarih kitapları, eski tarihî haritalardan başka bir şey yoktu. Kendisi XX. Yüzyılda ama ruhu ve beyni, yüzlerce yıl öncesinde yaşıyordu.

Geleceğin tarihçisi Tver'de ilkokul sıralarında

1930'da üniversite kapısını aralamak için kolları sıvadı fakat müracaatı reddedildi. Zâdegân bir ailenin çocuğu olması hasebiyle, sosyal düzene ayak uydurma kabiliyetine sahip olmadığı gösterilmişti gerekçe olarak. Çaresiz, ekmek parasını çıkarabilmek için Leningrad'da bir tramvay-transport deposuna işçi olarak girdi. Burada onu çok sevmişlerdi. Bir süre sonra işçi bulma kurumu vasıtasıyla Sovyetler Jeoloji Enstitüsü'nün jeolojik araştırmalar bölümünde boş bir iş buldu. Kıtlık yıllarının yaşandığı bu dönemde Rusya'nın ta öbür ucunda yaşayan Türk halklarının bakiyeleriyle yüzyüze geleceği bir imkan yakaladı ve Sayan eteklerine işçi olarak gönderildi. Burada gördüğü şeyler, yerli halkla ilgili müşahedeleri, kitaplarda okuduklarına hiç benzemiyordu. Bu işçilik günlerini, 1931 yazında Pamir'de yine işçi olarak geçireceği günler izleyecekti. Pamir günlerinin ona bir faydası da olmuş ve Tacik ve Kırgızlar'ın dillerini öğrenmişti. Basmacı ne demek, burada duymuş; İsmaili mezhebine mensup insanlarla tanışmanın yollarını aramış; tarikat şeyhleri, dervişler, sufiler, kanun kaçakları ve maceraperestleri hep burada tanımıştı. Bir sonraki sezonluk işi Kırım'da yapılacak arkeolojik kazı ekibindeydi. Fakat nedense, arkeolojik kazılarda çalışmak, ona pek cazip gelmiyordu. Onun hayalindeki şey, halkların tarihlerini öğrenmek, onların nasıl teşekkül ettikleri, nasıl yükselip düştüklerini araştırmaktı.
1934'da 22 yaşına bastığında şans yüzüne güler gibi olmuş ve Leningrad Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü'ne öğrenci olarak kabul edilmişti. Fakültenin başında Y. Tarle, V. Struve gibi zamanın en gözde tarihçileri vardı. Artık onu toplumun bir üyesi olarak kabul ediyorlardı ve istediği entellektüel çevreye girebilmişti. Ne var ki, ben isterim otuz, Tanrı verir dokuz sözü doğruymuş. Genç tarihçinin sevinci yarıda kalacak ve bir aile ortamında geçen sohbet sırasında sarfedilen sözlerden dolayı, bir muhbirin ifşasıyla tutuklanacaktı. Neyse ki anne A. Ahmetova'nın resmî mercilere yaptığı müracaat üzerine, yeterli delil olmaması sebebiyle, serbest bırakılacaktı ama fakülte kapısı yüzüne kapanacak, yine sokaklarda iş aramak mecburiyetinde kalacaktı. Kısa süre sonra aradığı işi bulmuştu da: Üniversitenin şarkiyat bölümünde işçi olarak çalışacak; boş zamanlarında ise, yeni çıkan neşriyatı takip edebilecekti. O sıralar ilgi alanı Eski Türkler'di. Rusya'nın en önde gelen şarkiyatçısı V. Struve, yerini dolduracak gençler arıyordu ve bu yüzden -sürgün kamplarında olduğu yıllarda dahi- Gumilëv'a yardım elini uzatmış, yeniden öğrenciliğe kabul edilmesi için dilekçesini yazmasına yardımcı olmuştu.
Nihayet 1937'de üniversiteye tekrar kabul edildi. Artık sık sık eski Rus tarihiyle, Sibirya ve Moğolistan'ın eski Türk halkları üzerinde uzman olan profesör B. Grekoff ve S. Maloff'un karşısına elinde bir takım belgelerle çıkıyor, onlarla tartışıyordu. Ama şanssızlık paçasından yakalamıştı onu bir defa. Yine bir ihbar, yine bir tutuklanma ve beş yıl tecrid cezası. Önce cezasını çekmesi için Belomorkanal'a gönderilmiş, sonra suçunun (!) ağır olmadığı gözönünde bulundurularak, kampının değiştirilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece Norilsk maden ocaklarında zorunlu çalışmaya tabi tutulan genç ve bahtsız tarihçi, dişini dişine basıp, verilen ağır işleri becermeye çalışıyordu.
1943'de tutukluluk süresi bitmişti. Ama savaş patladığı için hemen askere alınmış ve sakıncalı olması hasebiyle de, ön cephede Belorus'a gönderilmişti. Elbe Nehri'ni kurşun yağmuru altında aşmayı başararak, Berlin'e kadar gitmiş; orada yakılıp, yıkılmış Alman şehirlerini, tarihî harabeleri görmüştü. 1945'de tekrar üniversite yolu görünmüştü. Genç Gumilëv, on devlet üniversite giriş imtihanlarına girmiş ve Fransızca, Almanca, eski Türkçe ve Latince bildiği, Hun ve eski Moğol medeniyet tarihi konusunda ihtisas sahibi olduğu için üniversiteye kabul edilmesine karar verilmişti. 1946'da Leningrad Üniversitesi, Şarkiyat Enstitüsü'nün burs imtihanlarını başarıyla vermişti. Bu defa, bilahere Ermitaj Müzesi müdürü olacak olan Mihail İllarionoviç Artamonoff'un himayesindeydi ve onunla birlikte Ukrayna ve Gürcistan'da yapılan arkeolojik çalışmalara katıldı. Bunu, Sibirya'da yapılan çalışmalar takip etti ve Gumilëv, üstadı Artamonoff'la birlikte ilk kez "eski Türk höyüklerini" inceleme imkanı buldu.
Bir yandan eski Slavyan kültürüyle de uğraşması, Gumilëv'un başına iş açacak ve zamanın meşhur slavist akedemisyenleri V. Paşuto ile B. Rıbakoff'la polemiğe girecekti. Daha da kötüsü, Artamonoff'un onun etnogenez tezine karşı çıkanlar arasına girmesi, bu iki dostun yollarının ayrılmasına yol açacaktı. 1946'da aleyhinde düzenlenen bir raporla hem bursu kesildi, hem de arkeoloji ekibinden kovuldu.
Yalvar yakar Leningrad psikoterapi hastanesi kütüphanesinde bir iş bulmaya muvaffak oldu ve hastahane yönetimi iyi niyet göstererek, akademik tezi "Eski Türkler" konusunda kendisine destek çıktı. Üç yıl süren bu zorlu mücadeleden sonra nihayet, 36 yaşında öğrenim kapısını yeniden aralayabilmişti.
1948'de hayatının yeni bir safhasına başlayan Gumilëv, uzman tarihçi olarak S. Rudenko'nun Altaylar'da görev yapacak olan arkeoloji-etnofrafya heyetine katılma hakkını elde etti. Pazırık'ta yapılan kazılarda "İskit vahşi hayvan figürlerini" bulan ekipte olması Gumilëv'a dünya çapında bir şöhret kazandırdı. Çünkü o sıralar, Maya ve Aztek kültürlerini keşfeden Avrupa ve Amerika'da, Avrasya bozkırının altın mirasına karşı hararetli bir ilgi vardı. 1949'da Tüyuk-Mezar'da bulunan savaşçı heykelleri üzerine yazdığı makalelerle, eski Türk ve Moğol yaylarıyla ilgili makalesi dergilerde yayınlandığı bir sırada, geleceğin "üstad-ı azam"ı, soluğu tekrar tutuklama kampında almıştı.

İlk tutuklanma.


7 Eylül 1948'de, Altaylarda faaliyet gösteren heyetteki çalışmalarını sürdürürken, bir kez daha tutuklandı. Ama bu defa, yıllar sonra kendisinin de belirteceği gibi, "annesi yüzünden" tutuklanmıştı. 1935'de kendisi, 1918'de babası, 1948'de ise annesi yüzünden ellerine kelepçe geçirilmişti. Ne var ki, bu sonuncu tutuklamanın faturası ağır kesilmişti : IO yıl! İşlenen suç da büyüktü: "Devrim aleyhtarı faaliyet göstermek"! Annesi Anna Ahmetova, bu münasebetle şu mısraları karalayacaktı:
Kocası mezarda,
Oğlu damlarda,
Dua edin bana!
İlk durak Karaganda'ydı. Neyse, teselli bulması için zamanın bazı ünlü akedemisyenlerini de aynı kampta görmesi, belki de yeterli bir sebepti. Aleksandr Leonidoviç Çihevski bile onunla aynı kamptaydı. İkinci durak, Sayan yakınlarındaki Kuzbası (Kuşbaşı), üçüncü durak, daha önce Dostoyevski'nin çile doldurduğu Omsk hapishanesiydi..
1956'da ağır bir hastalığa yakalandığı sırada -ki artık 44 yaşındaydı- Stalin'in çıkardığı "Çocuk ebeveynin suçundan sorumlu değildir" genelgesiyle serbest bırakılarak, Petrograd'a döndü. Eski dostu Artamonoff burada onu güleryüzle karşılayıp hemen kütüphanede iş verdi. Ayrıca kütüphane bütçesinden doktora tezini tamamlaması için cüzi bir ödenek ayrıldı. Sıkı bir çalışma sonunda nihayet "Eski Türkler" adlı doktora tezi yayınlandı. Üniversite camiasında hayli yankı uyandıran bu eseri sayesinde, o güne kadar itilip kakılan Gumilëv, tekrar birinci derecede ilgi odağı olmuştu. Leningrad Üniversitesi rektörü, Gumilëv'u fakültede işe aldı ve böylece 1986 yılına kadar istikrarlı bir çalışma hayatı başladı. 1986'da artık yaşlandığı bahanesiyle emekliye sevkediliverdi. Bir zamanlar çok genç, ondan sonra rejim muhalifi olduğu iddiasıyla yüzüne kapanan üniversite kapısı, şimdi de yaşlı olduğu bahanesiyle kapanıyordu. Bu olayın arkasında bir takım politik sebepler yattığını bilen Gumilëv, vakitsiz emekli edilmesine hayli içerlemişti. Nikolai Gumilëv ve Anna Ahmetova'nın çocuğu oluşunun izleri, demek hâlâ silinmemişti.

Karakanda tutuklu kampında.




Üniversitede resmi çalışma saatleri içinde bulunma fırsatı yakalayamadığı ve dinleyicileriyle buluşamadığı için verilen profesörlük ünvanını kullanma fırsatı dahi olmamıştı. Sadece 1966'dan 86'ya kadar coğrafya fakültesinde okutman olarak görev yapmasına izin verilmişti ama o, kendisini ordinaryüs profesör olarak isimlendiriyordu. Çünkü o derse girdiği zaman bütün üniversiteliler anfiyi dolduruyor, hatta okulda çalışan müstahdemlerden başka, sokaktaki insanlar dahi onu dinlemeye geliyorlardı. Gumilëv haklı olarak "bütün Rusya'nın kendisini dinlediğini" söylüyordu. Her yıl üniversiteler açılırken, televizyonda açış konuşmasını yapma hakkı, "üstad-ı azam" olarak, onundu..

Yazarın 1956'da serbest bırakılmasından sonraki on yıl içinde çekilmiş bir fotoğrafı.
Böylece, bir dönemler itilip kakılan Gumilëv, birkaç kuşağın üstadı olmuştu. Matematikçisi, fizikçisi, coğrafyacısı ve başka mesleklere mensup pekçok insan artık "Ben de filan dönemde Gumilëv'un talebesiydim" demekten gurur duyuyordu.
L.N. Gumilëv'un 1983'de yeni bir çalışması okuyucuyla buluşmuştu: Etnogenesis ve Yeryüzü Biosferi. Halkların teşekkül safhalarını, yükseliş ve düşüşlerini belli prensiplere bağlayan bu tez çalışması ne yazık ki akedemik çevrelerin beğenisini kazanmadı. İkinci doktora tezi olarak sunduğu bu çalışması, "bu doktora değil, doktora üzeri bir şey; dolayısıyla kabul edilemez" cevabıyla reddedilmişti. Gumilëv'un bu çalışmasını anlayamayan akedemi çevrelerinin zımnî bir kıskançlık hastalığına yakalandığı aşikârdı. Hatta onlar, bununla da yetinmeyip eserin K. Marks'ın ve F. Engels'in teorilerine ters düştüğü iddiasıyla yasaklanması yönünde karar dahi çıkarttırdılar. Esasen Gumilëv, "Etnogenez"inde açıktan açığa Lenin ve Engels'i tenkit etmiyordu ve zaten sürgün kamplarında o kadar yıl gezindikten sonra buna cesaret de edemezdi. O, başka bir kurnazlık sergilemeyi deneyerek, Lenin ve Engels'in "etnogenez" konusunda görüşlerinden faydalandıkları Batılı yazarları ağır bir tenkit bombardımanına tuttu ama Rus'un şarklılara has kurnazlığı, bu kamuflajı yutmadı. Gerçekten de, Lenin ve Engels'in faydalandıkları yazarları tenkit etmek, onları dolaylı yoldan tenkit etmekle hemen hemen aynı şeydi.


Gumilev ve eşi Natalie Gumileva


Gumilëv'un akademik çalışmaları birbirini takip ediyordu: Hunlar, Eski Türkler, Çindeki Hunlar, Hazarın Keşfi, Etnogenez, Hazar Çevresinde Bin Yıl, Eski Ruslar ve Büyük Bozkır, Rusiden Rossyaya, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, Sarı Haçlı Seferi veya İblis Nesli Efsanesi, Son ve Yeniden Başlangıç, Avrasya Trajedisi, Etnos,Tarih ve Kültürler, 10 ciltlik Arabesk Tarihi (müştereken) ve yerli ve yabancı ilmi dergilerde yayınlanmış yüzlerce makale.
L.N. Gumilëv'a aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok ülkeden konferans vermesi için teklifler gelmiş fakat baştaki yönetim tarafından yurtdışına çıkışı yasaklandığı için bu davetlere katılamamıştır. Yazarımız, belki de biraz kavgacı bir tipti. Daha önceki çalışmalarında Batılı türkologlara saldırdığı yetmiyormuş gibi, W.W. Barthold'a da acımasızca yüklenmişti. Aslında Gumilëv, tarihî konularda yanlış yapan kimseyi affetmiyor; elindeki kılıcı önüne gelene saplıyordu. Elbette ona da başkaları yüklenecek ve yaptığı hatalarını affetmeyecektir. Ne de olsa, men dakka dukka dünyası bu. Özellikle "İgor Alayı Destanı"nın tenkit edildiği kısmı bir dergide neşredildiği zaman bütün Sovyetler Birliği'nde şiddetli tartışmalar, yazara karşı insafsız saldırılar başladı. Bilhassa klasik ilim anlayışı çerçevesi dışına çıkamayan Rus aydınları, Ruslar'ın milli destanının acı bir şekilde tenkit edilmesini bir türlü hazmedemediler. Çünkü bu bölüm daha önceki tarihçileri, A. Zimin ve Prof. B. Rıbakoff'ları yerden yere vuruyordu. Bu yüzden S. Tihvinski, V. Paşuto, İ. Petruşevski, İ. Grekoff, B. Rıbakoff akedemik dergilerde Gumilëv'u tenkit bombardımanına tuttular. En sonunda Kazakistan'dan, heyecan manzumesi "Az i Ya"nın müellifi Olcas Süleymanoff da bu polemiğe katılarak yangına körükle gitti. Vaktiyle Gumilëv'a O. Süleymanoff'u tenkit etmesi teklifi yapılmıştı fakat üstad, Süleymanoff'un eserinde bazı yanlışlar bulmasına rağmen, bunu yapmamıştı. Nihayet Ord. Prof. Lihaçev, 1980'de Gumilëv'u hakkı gösteren bir makale yayınladıktan sonra "İgor Alayı Destanı"nın yargılanması sona erdi ve bu polemik de böylece kapandı.

Yazarın hanımından hiç çocuğu olmadı fakat o bundan dolayı üzgün değildi. Her fırsatta, yazdığı kitapları göstererek, "benim çocuklarım da bunlar" diyordu. Nihayet 1992 ortalarında gözlerini hayata yumdu. Ölümünden sonra sevenleri ve hayranları bir araya gelerek, bu filozof tarihçinin anısını yaşatmak için, "Gumilëv Dünyası Vakfı" adı altında bir vakıf kurup, bütün eserlerini külliyat halinde yeniden yayınladılar. Gumilëv, aynı zamanda iyi bir şair ve çok iyi bir mütercimdi. Birkaç ciltten oluşan divanları vardır ama bizi ilgilendiren yönü şairlik tarafı değil.
Kusursuz bir Rusçayla yazmasına rağmen, Gumilëv'un üslubu oldukça ağırdır. Uzun cümlelerinde, Türkçede yan yana gelmesi gereken kelimelerin birini bir yana, diğerini çok uzaklara atmakta; Rus okuyucu için problem teşkil etmeyen bu dağınık kelimeleri toparlamak ise, mütercimin saatlerini almaktadır. Onun bu ağır üslubu, bir noktada, bizdeki H.Z. Ülken'in ağır üslubuyla kıyaslanabilir. Şairlerin dili genelde ağır olurmuş. O da dipte bucakta kalmış, miadı dolmuş kelimeleri kullanmaktan zevk alıyordu. Buna rağmen eski satirik Rusçayı ustalıkla kullanıyordu. Belki de eserlerini sevdiren de bu satirik üslubudur. Eğer roman yazmış olsaydı, kesinlikle çok başarılı olurdu. Gumilëv, okuyucusuna tarihi sevdirerek, eserlerini sıkıcı olmaktan kurtarmayı başarabilmiş bir yazardır. Onun eserlerinde diğer tarihçilerin kitaplarında pek göremeyeceğimiz "... kendisi halim selimdi ama karısı çirkefin, şirretin tekiydi"; ".. bu geri zekalı avrat.."; "yoo.. ben kül yutmam!"; ".. gelin önce terimler konusunda anlaşalım.."; ".. bakıyorum da sevgili okuyucum bana itiraz ediyor.."; "..peki beyim, madem öyle, gel seninle tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkalım da, kimin haklı olduğunu görelim.."; ".. yoo.. artık bu soruya cevap vermek boynumuza borç oldu.."; "Bu da ne demek oluyor şimdi?"; ".. üstadımıza da maşallah yani.." şeklindeki esprili cümlelere zaman zaman rastlıyoruz. Gumilëv'un konuları kavrama ve izah tarzı oldukça farklıdır. O, tarihî eserlerinde herkesin bildiği olayları bir iki satırla geçiştirir ama pekçok tarihçinin gözünden kaçan küçük nüanslardan çok büyük meselelere parmak basacak malzeme çıkarmakta ustadır.
Kitaplarının bazıları, Etnogenez ve Eski Türkler Batı dillerine de çevirilmiştir. Kimi tarihçiler Gumilëv'u üstad kabul ederken, kimileri onun yazdıklarına "her zaman da güvenilemeyeceğini" ileri sürerler ama yine de yazdıkları kitaplarda "üstadı" referans olarak gösterirler. Herhalde, bu da riyakârlığın değişik bir şekli. Madem güvenilir değilse, neden referans olarak gösteriliyordu?.. Peki Gumilëv'un Türkler'in ve Türk halklarının dostu olduğu söylenebilir mi?
Bu soruya cevap vermek zor. Bir kere dünyada kan bağı denilen bir şey olduğu sürece, -ki kıyamete kadar da olacak ve küreselleşmenin önünde en büyük engel olarak duracaktır,- objektif tarihçilik, hemen hemen imkansızdır ve Gumilëv da bu kuralın dışında değildir. Damarlarında Rus ve Türk kanı taşıyordu ama herhalde Rusluk tarafı daha ağır basıyordu.
Bu yüzden özellikle Türk tarihi konusunda ona da dikkatli yaklaşılması gerekir. Örneğin "Eski Türkler"in önsözünde "Göktürkler, katiyen torunları olmayan birçok Orta Asya halklarına adlarını bırakarak tarihten silindiler" şeklindeki cümlesi üzerinde durulursa, biz Anadolu Türkleri'nin ve hatta Asya'daki Türk halklarının Göktürkler'le, dolayısıyla da Hunlar'la ilişkisi olmadığı, sadece Türkleşmiş ve Göktürkler'den "Türk" adını ödünç almış halklar oldukları sonucu çıkar ki, bu, tarihî gerçeklerle bağdaşmayan öylesine bir iddiadır. Onun Osmanlılar için "Etnogenez" adlı eserinde sarfettiği sözler de, oldukça haksız ve belki de garazkâr bir bakışın sonucudur. Yine onun avrupai tipin Asya'da mongoloid tipe galip gelmesi sonucu bazı Türk halklarının mongoloid olmamasını, Aryani ırkın zaferi gibi göstermesi konusu, "Hunlar" isimli eserinin başına koyduğumuz tenkit takdiminde ele alınmıştır.
Fakat, eğer ortada Çinliler'den bahsedilmesi gereken bir durum varsa, Gumilëv, Çinliler'e karşı Hunlar'ın ve Türkler'in dostu, hatta müdafiidir. Nedense, "üstad-ı azam"da aşırı bir Çin ve Çinli düşmanlığı vardır ve bu düşmanlık ona "Eski Türkler"de "üzüm salkımını kılıç kabzasından daha iyi kavrayan Çinli gençler, heybetli Türk süvarileri karşısında tapır tapır dökülüyorlardı.."; ve "Hazar Çevresinde Bin Yıl"da ise "Çinliler'in .. batıya geçemediklerini düşünmek, ne büyük saadet!..." dedirtecektir. Belki de bu düşmanlık, onu Türkler'i müdafaa etmeye itelemiştir. Ancak ondaki Çin ve Çinli düşmanlığının altında, Rusya-Çin çekişmesinde bu ülkeyi kötüleme ve Rus mantalitesinde "Çirkin Çinli" imajı yaratma vazifesini omuzlamış olmanın sevk-i tabiisi görülmektedir. Batıya karşı Türkler'in savunucusudur. Araplar'a karşı da yine Türkler'in yanındadır. Bununla birlikte onun "düz arazide ve gün ışığı altında heybetli Türk süvarisinin karşısına çıkan düşmanın hiçbir şansı yoktu", ".. bu asil millet.." ve "Muhammed'in gerçek ümmeti, riyakâr Araplar değil, Türklerdi" vs. şeklindeki cümlelerine bakarak Türk dostu olduğu düşünmek aşırı safdilik olur. Belki de öyleydi ama Bolşevik yönetim döneminde bunu yazmak şöyle dursun, telaffuz dahi edemezdi. Onun, gerek elinizdeki bu eserde, gerekse Hunlar, Hazar Çevresinde Bin yıl, Eski Türkler ve diğerlerinde rastladığımız şu satırları, bize göre, baştaki rejimi ürkütmeden, Batıyı, burjuva kesimini eleştirmek suretiyle, göçebe halkların savunuculuğunu yapmak şeklinde telakki edilebilir: "..Bu konu üzerinde etraflıca durmamızın sebebi, burjuva kesiminin, sözüm ona Çinlilerin kenar mahallesiymiş gibi gözüken Merkezî Asya'nın göçebe halklarının, üzerinde durulmaya bile değmez insanlar olduğu şeklindeki saçma görüşlerini çürütmekti..."
Bundan başka yazarın Moğollar'a ve Çingis-han'a karşı bir hayranlık ve zaafı vardır. Hatta Rus akedemik çevrelerince de "Moğol hayranı olmak"la suçlanmış, bu suçlama yüzünden Rubruck ve Marco Polo'nun seyahatleri üzerine yazmayı düşündüğü bir kitabın telifinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. "Moğollar bize kan ve göz yaşından başka ne getirdi?.." şeklindeki satırlarla dolu yüzlerce kitabı okuyarak yetişen Rus halkına rağmen Moğollar'ı savunmaya kalkışmak için bir insanın çılgın olması gerekirdi. Neyseki Gumilëv biraz deli doluydu, ama çılgın değildi.
Bunun dışında, İslamiyet hakkındaki yanlış bilgileri, yahut kasıtlı hücumları ise, kendisi bir Hristiyan olduğu ve üstelik eserlerini de komünist iktidar döneminde yazdığı gözönünde bulundurulursa, mazur karşılanabilir. Ne de olsa, dünyada İslamiyet'e dil uzatan tek kişi o değildir.

Kısacası, L.N. Gumilëv'a hayatta iken çok görülen ikbal, ölümünden sonra nasip olmuştur.

22 Mayıs 2009 Cuma

HERŞEY SENDE GİZLİ

HERŞEY SENDE GİZLİ
Yerin seni çektiği kadar ağırsın

Kanatların çırpındığı kadar hafif..

Kalbinin attığı kadar canlısın

Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...

Sevdiklerin kadar iyisin

Nefret ettiklerin kadar kötü..

Ne renk olursa olsun kaşın gözün

Karşındakinin gördüğüdür rengin..

Yaşadıklarını kar sayma:

Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,

Sevdiğin kadardır ömrün..

Gülebildiğin kadar mutlusun

Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin

Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer

Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer

Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat! İşte budur yaşamak

bunu hatırladığın kadar yaşarsın

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

Bebek ağladığı kadar bebektir

Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,

Sevdiğin kadar sevilirsin
Can YÜCEL

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir Oy Bil Federasyonu



Bir Oy Bil Federasyonu
BÜYÜK ARAŞTIRMACI KÂZIM MİRŞAN'IN TESBİTLERİ
ORTA ASYA ANAU KÜLTÜRÜ ve BİR OY BİL FEDERASYONU
Doğu Anadolu’da M.Ö. 15.000’den itibaren kaya resimleri, M.Ö.7000’den itibaren de yazıtlar görülür. Antalya-Beldibi yazıtları M.Ö.7000, İstanbul-Fikirtepe’de bulunan M.Ö.6000’e ait kaplardan ikisinin üzerinde OK ve OZ tamgaları vardır. R. PUMPELLY, “Exploration in Turkestan” adlı makalesinde (1908, Washington), “AŞKABAT’ta M.Ö.9000’lere ait yerleşik bir kültür olduğu”ndan bahsetmektedir. Bu kültüre ANAU adı verilmiştir. Bu kültür, A. BELENITSKY’e (1965) göre M.Ö.5000, D. SCHMANDT-BESSERAT’a (1978) göre M.Ö.6000 yıllarına aittir. Ancak VADIM A. RANOV, "7 yerleşim bölgesinin incelendiğini, ve ilk merkezin M.Ö. 850.000 yıllarında kurulan AMUDERYA’nın kaynak kollarından birindeki KULDURA olduğunu" bildirmiştir. (Kendisi TACİKİSTAN Tarih, Arkeoloji ve Etnoloji Kurumu müdürüdür… Makalesi, “Her Şey Eski Taş Dönemi’nde Başlar” adıyla “Les Dossiers d’Archeologie” dergisinin 185. Sayısında, Eylül 1993 tarihinde yayınlanmıştır.) Bir diğer merkez SEL UNGUR’dur, M.Ö. 250.000’lere dayanır. Hatta İSLAMOV’a göre geçmişi M.Ö.500.000’e kadar gider. SEL UNGUR, KIRGIZİSTAN’daki FERGANA vadisinde, OK (şimdiki OŞ ) kentinin batısındadır. İkisi de KARA TAU (Karadağ ) adını taşıyan iki merkez daha vardır ki, bunlardan biri KULDURA gibi AMUDERYA üzerindedir. Diğeri ise, yine KIRGIZİSTAN’da TALAS vadisinin batısını oluşturan dağın adıdır. M.Ö. 100.000-M.Ö.35.000 arasını ilgilendiren 14 yer incelenmiştir. Bunlar arasında KUTURBULAK, KULBULAK, KAYRAKUM gibileri vardır. BULAK “göz, pınar” demek olduğuna göre, yüksek vadilerdeki su kaynaklarının başına yerleştikleri anlaşılır. Daha sonra OM-OĞ KÖL’ün kıyılarına inmişler, sahil yerleşim birimleri kurmuşlardır. KAPİK-KAĞAN (KAPAĞAN, SEMERKANT) da ilk yerleşim bölgeleri arasındadır. HİMAYALAR’dan ALATAU(Aladağ ) ve ALTAYLAR’la BÜKLİ ÇÖL’e (Gobi) kadar uzanan bölgede 100 kadar yerleşim merkezi bulunmaktadır. En önemli yerlerden biri TEŞİK TAŞ MAĞARASI’dır. Mağara, SEMERKANT’ın güneyinde BAYSUN DAĞI’ndadır. Burada ilk defa taşın yapı malzemesi olarak kullanıldığı görülmüş, “üstün bir kudret”in varlığına inanıldığını gösteren deliller bulunmuştur. Bu hususu, başka bir yazıda derinlemesine ele alacağız. Bir değer yerleşim bölgesi TAMGALI SAYI’ndaki KAYA ÜSTÜ RESİMLER’i M.Ö. 30.000’lere aittir.... PİKTOGRAMLAR (sembolik resimler) M.Ö. 20.000’e, PETROGLİFLER (yazı elemanları içeren resimler) ise M.Ö. 15.000 tarihini taşır. ULU KEM ırmağı vadi ve steplerinde bulunan OT-OZ sintaşları yine aynı tarihlere aittir. (M.Ö. 15000) ORTA ASYA’da M.Ö. 9000’lerde ortaya çıkan BİR OY BİL konfederasyonu derin bir felsefeye sahip, büyük bir medeniyettir. İnsanın TANRI BELDESİ’nden (göklerden, manevî âlemden) OZ’laşıp (öz, mükemmel) şekil değiştirerek, OT (od, ateş, ışık , enerji) halinde yeryüzüne “döne döne indiği”ne inanırlardı. OT-OZ denilen bu insan TANRI’dan geldiği için “kutsal”dı. Herkes eşitti, ayırım yoktu. Bu yüzden kendilerini yönetecek olan BUĞ’u SEÇİM’le (kurultay) belirlerlerdi. TÖRELER ile yönetilen bu insanlar kısa zamanda AŞİRET-KLAN düzeyinden MİLLET seviyesine ulaşmışlar, DEVLET kurmuşlardır. TÖRE’yi ÜYÜŞ-YIŞ seviyesine yükseltmişler, ANAYASA haline getirmişlerdir. Çok sağlam bir HUKUK anlayışları vardı. Bu insanlar IB-IS BOLIK’larda yaşamışlar, yeryüzü-gökyüzü ilişkilerini incelemişler, ASTRO-FİZİK bilimine ilk adımları atmışlardır. Soyutlama yetenekleri ve yaratıcılıkları ile konuştukları dili TAMGA denen SEMBOL-ŞEKİLLER’e dökmüşler, “taşa urmuşlar”, yani DUVARLAR’a, KAYALAR’a, TAŞLAR’a kazımışlardır. RESİM ve HEYKEL sanatının ilk örneklerini bu OT-OZ insanları vermişlerdir. Bir kısmı BİR OY BİL konfederasyonuna bağlı UÇ DEVLETLER’de yaşamışlardır... Bu âdet, tâ SELÇUKLULAR’a kadar gelmiştir. ANADOLU’da pek çok UÇ BEYLİĞİ vardı. OSMANOĞULLARI BEYLİĞİ de bunlardan biri idi. Bu UÇ DEVLETLER’den biri de ON OYUL’dur. TAŞKENT-BUHARA, KUÇA-YARKENT arasında idi. AYIRIS (Çur) nehri ON OYUL ile BİR OY BİL arasında sınır idi… Bu AYIRIS(ayırma) kelimesi sonradan bozularak Grekçe’deki İRİOS şekline girdi. Bazı Batılı yazarlar İRİOS’u ARYAN-ÂRİ kelimesinin kaynağı sayar. (Igor H. Klopin, Les Dossiers d’Archeologie, No. 185, 1993) Bir diğer UÇ DEVLET, OK-ONIM OĞ idi. KUÇA-URUMÇİ’den ÇİN’in ortalarına kadar uzanıyordu. ISUB-URA BİL’in başkenti KAFKASYA’daki ÇUR şehri idi. KAFKASLAR ve DOĞU ANADOLU’da egemendi. MEZOPOTAMYA’yı da kültürel etkisi altına almıştır. ISUB-URA “yazıya geçmiş, kaydolmuş” demektir. Bu devletin BİR OY BİL federasyonuna kayıtlı, vasal devletlerden biri olduğunu gösterir. Bu üç UÇ-DEVLET’i yöneten kişinin ünvanı USUB URUŞ TURUK idi. Yani “yazıya vurulmuş, kayıtlı, bağlı, BUĞ’a tâbi” yönetici… Bu kişinin URUUA TURU yani “askere alma” yetkisi vardı. Bir devlet için çok önemli olan bu yetki, ASURLAR tarafından URUATRİ olarak telâffuz edilmiş, bundan da URARTU kelimesi doğmuş, bir devlet adı olarak kabul edilmiştir. Öte yandan ISUB-URA kelimesinin SUBAR-SABİR şekline dönüştüğü sanılmaktadır. R. GHIRSHMAN, SÜMER öncesinde (M.Ö. 4000) MEZOPOTAMYA’da SUBARLAR’ın yaşadığını kaydediyor. SÜMERLER’in şimdiki TÜRKLER’in atası, akrabası olduğunu biliyoruz… Ancak SÜMER yazasında 18 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunması, onların çok daha eski TÜRKLER’den geldiğini göstermektedir. ASUR devletinde dahi (M.Ö.2000) SUBARCA konuşuluyordu. ASUR başkentinin adı PROTO-TÜRKÇE’de ANT-UB UÇUĞ’dur, yani “yüce antlaşma liderliği”…
email: ttrkkan@excite.com
Angehängte Grafiken

17 Mayıs 2009 Pazar

İki Türk Boyu : Zaza ve Kurmanclar

Hayri Başbuğ

GİRİŞ

Yaklaşık olarak bir buçuk asırdan beri, gerek Türkiye’de ve gerekse Türkiye dışında, özellikle Avrupa’da, Kürttürkleri hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı ve çizildi. Bunlar, ilmi düşüncenin ötesinde çoğu kere bir amaca yönelik yaklaşımların mahsulü olmuştur.

Stratejik ve jeopolitik bakımından dünyanın ehemmiyetli bölgelerinden birini ve belki de en mühimini teşkil eden , yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği ile bilinen ve bilhassa dünya petrol üretiminin de üçte ikisine sahip olan “Ortadoğu”nun ; Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi memleketlerinde dağınık bir şekilde yaşayan , çoğunluğu göçebe ve aşiretlerden müteşekkil bulunan Kürttükleri üzerinde, kendilerine sözde “bilim adamı” sıfatını yakıştıran ilim tahripkarlarının niçin bu kadar kafa yorup, “bilim” (!) yaptıkları, ayrı bir konudur. Bu “bilim adamları”(!)nın ; Rus, İngiliz, Ermeni, Fransız v.b. gibi milliyetlere mensup olmaları da, dikkati çeken başka bir husustur.

Öyle ki, günümüzde ayrılıkçı Kürtçü-Ermenici-Komünist ittifakın, “Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne yönelik yıkıcı, zararlı faaliyet ve çalışmalarının mahsulü olarak çıkarılan ve sayısı hayli kabarık kitapların yazarları da –hemen hemen tamamı- hep yabancıdır. “Kürttürkleri” konusunda eser vermiş Avrupalı sözde bilgin ve seyyahların bazılarının ve özellikle “Sovyetler”in kendi çıkarları doğrultusunda, Türk Milletini bölmek ve parçalamak amacını güderek konuya yaklaşım gösterdikleri herkesin malumudur. Yine bu güçlerin Kürttürkleri’ni diğer Türk boylarından farklı bir şekilde, yani ayrı bir “milliyet”miş gibi tanıtmaya ve onları “Hind-u Avrupai” (Ari) bir köke dayamaya, -olanca güçleriyle- gayret sarf ettikleri gözden kaçmamaktadır.

Bu siyasi amaçları güdenlerin dışında bazı sözde bilginler de, tarih boyunca Türk saldırılarına uğramaktan doğan şuuraltı bir düşmanlık duygusundan kendilerini kurtaramadıkları veya önceleri bu tesir altında yazılmış eserlere kapıldıkları sık sık görülmektedir. Bir kısmı da Kürttürkleri’nin sosyal yapısına, folkloruna, konuştukları lehçeye, dini inançlarına v.s. gibi hususiyetlerine vakıf olmadıklarından, konuyu değerlendirmede hataya düşmüşler ve böylece meseleyi karmaşık bir hale sokmuşlardır.

V.Minorsky, şu hususa işaret ediyor; “Sistemli tetkikler, Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında birçok eski kavimlerin varlığını ortaya çıkaracaktır”[1]. Gerçekten de bugün Kürt adı altında anılan çeşitli Türk toplulukları mevcuttur. Bunları hiçbir ayırıma yer vermeden, umumi olarak “Kürt” adıyla ele almak, onları yakından bilmemenin, tanımamanın sonucudur. Böyle bir yaklaşım tarzı, cahilce olduğu kadar, meseleyi de büsbütün çıkmaza sürüklemekten başka bir mana ifade etmez.

Bir uruğun, bir boy ve kabilenin, yada kavmin kökünü, o topluluğun yalnızca adı üzerinde yapılacak yaklaştırmalarla ortaya çıkarmaya kalkmak, her zaman için hatalı sonuçlar verir. İşte “Kürt” sözü üzerinde şimdiye kadar ilim aleminde yapılan hatalı araştırmalar, buna en güzel bir misaldir. Bildiğimiz kadarıyla, şimdiye dek yapılan bütün araştırmalarda, Kürttürkleri tek bir toplum olarak ele alınmış, bunun için de yanlış sonuçlara varılmıştır.[2] Karanlıklar içinde bulunan, çözümü gereken pek çok mesele; böyle yaklaşımlardan elde edilen yanlış bilgilerle, ne yazık ki aydınlığa çıkarılamamıştır.

Rus yazarı Bazil Nikitin’in “Kürtler” isimli kitabına bir “önsöz yazan Louis Massignon, bu gerçeği açıkça itiraf ediyor:

“Kürt konularıyla uğraşan bir dizi uzman, yarım yüzyıldan beri bu konularda yöntemli bir incelemeye girişmiş olmakla birlikte, Kürdistan’ın ne olduğu henüz iyice bilinmemektedir.”[3]

Aynı görüşleri , V.Minorsky’de dile getirmektedir.:

“Kürtler, Ön Asya’da yaşayan bir kavim, bunların yaşadıkları yerler bir çok seyyahlar tarafından gezilmiş. Kürtler’i dil, tarih, etnografya v.b. bakımdan tetkik eden bir çok eserler ortaya konulmuş ise de, umumi mahiyette bir tetkik henüz yapılmamış bulunduğu gibi, esasen elde mevcut malumatın dağınık ve eksik bir mahiyet arz etmesi ve araştırmacıların kullandıkları usullerin birbirine uymaması, böyle bir tetkiki güçleştirmektedir.”[4]
Türk’ün dışında, ayrı bir “Kürt Milleti” yaratmaya çabalayanlardan M.Emin Zeki’de endişesini saklayamamaktadır:

“Kürtler’e ait bugüne kadar elde edilen eski eserler bize kesin bir bilgi verememekte, ancak bazı kuşkuları giderebilmektedir.”[5]

İngiliz yazarı Wıllıam Aegleton’un Kürttürkleri’ni ayrı bir “milliyet” olarak telakki eden hayalperestler için yaptığı şu tespit, gayet ilgi çekicidir:

“Bunlar, ‘Kürt’ olarak kimliklerini arayıp bulmaya çalışıyorlardı. Ne var ki, tarih kitaplarında karışıklıklardan ve çelişkili sözlerden başka bir şey bulamıyorlardı...” diyen yazar, daha sonra şunlara yer veriyor:

“Gerilere gittiğimiz taktirde, Kürt’ün kimliğini tam inandırıcı biçimde ortaya koymanın güç bir iş olduğunu görürüz... Romantik hayal gücü geniş olan bazı tarihçiler, adları ‘Kürt’ kelimesine yakın olan yada bazı harfleri değiştirilince bu yakınlığı ortaya çıkan ve soyları tükenmiş olan halklar ile, bilinmeyen ülkelerdeki beldeler arasında Kürt’lerin kökenini araştırıp duruyorlar.”[6]

Anlaşıldığı üzere “Kürttürkleri” konusu, doğuda ve batıda pek çok araştırmacıyı bir hayli meşgul etmiş bir konudur. Meseleye umumi açıdan bakıp fikir yürütenlerin kısa bir zaman sonra, kendilerini çıkmaz bir yolda bulup işin içinden çıkamadıklarını itiraf eden tarihçi ve dil bilimcilerin sayısı az değildir. Hatalı yaklaşımlarla konuya girip, sonra da büyük bir hayal kırıklığına uğrayanların gözünde bu mesele, artık bir “muamma” haline gelmiş, çözülmesi güç bir “kördüğüm” oluvermiştir.

Aslında bu; halledilemeyecek, çözümlemeyecek bir mesele değildir. Ve hiç de, çözümünde zorluk çekilecek bir tarafı yoktur. Yeter ki, bu sayın araştırmacılar samimi ve dürüst olsunlar. “Mesele”ye, ülkelerin çıkarları açısından bakmasınlar ve ilmi hakikatleri bir takım menfaatlere kurban etmesinler.

Bu hususlara uyulduğu taktirde, Kürt “muamma”sının veya “kördüğüm”ünün çözülmemesi için her hangi bir sebep göremiyoruz.
Her şeyden önce, “tartışmasız” olarak kabul edilmesi gereken iki nokta vardır:

· “Kürt” unsurunu, Türk kültürü tarih ve medeniyeti dairesi dışında aramak anlamsızdır. Eski çağların karanlıklarında veya “Hind-u Avrupai” topluluklar yada “Sami ırkı”na mensup kavimler içinde “iz” kovalamanın, boş bir hayalden başka bir şey olmadığı artık bilinmektedir. Gerçek budur ve bunu herkes kabullenmek mecburiyetindedir.
· “Kürt” adı ile umumi olarak adlandırılan ve ancak farklı özellikler taşıyan Türk boylarını; mesela, Guran, Lur ve Zaza Türkleri’ni ayrı ayrı ele almak gerekmektedir. Daha açıkçası “Kürt” adıyla bilinen bütün aşiret ve kabilelerin tek tek incelenmesi lüzumu hasıl olmaktadır.

İşte, Zaza Türkleri özellikle ele alınıp araştırılması gereken mühim “konu”lardan biridir.

Şimdiye kadar, “unutulmuş” veya “ihmal edilmiş” diyebileceğimiz Zaza Türkleri konusunu gündeme getirip, “mesele”nin, çözümü veya aydınlığa kavuşturulması yolunda atılacak adımlarla, “ilim” adına bir hayli mesafe kat edilebileceğini belirtmeye, bilmem lüzum var mı?

Bu araştırmada, iki Türk boyu olan Zaza ve Kırmançları inceleyeceğiz.

Amacımız, Zaza Türkleri ile Kırmanç Türkleri arasındaki mevcut farklılıkları gayet belirgin bir şekilde ortaya koymaktır. Çeşitli yönlerden birbirlerinden tamamen ayrı bu iki Türk boyunu bu açıdan incelemek, Türkiye’de ve dünyada ilk defa olmaktadır. Bu da bize nasip olmuştur. Yüce milletime, bir küçük hizmetimden dolayı kendimi mutlu hissediyorum.

KÜRTTÜRKLERİ’NİN MENŞEİ

Türk’ün dışında “Kürt” genel adıyla ayrı bir “milliyet” oluşturmaya çalışıp, bu yönde çaba sarf eden ayrımcı çevreler, öteden beri kendilerine bir “tarih”(!) yaratma lüzumunu hissetmişlerdir. Bu grupların ileri sürdükleri iddialar, başlıca iki kaynakta toplanmıştır. Birincisi, M.Emin Zeki’nin “Trih-i Kurd-u Kurdıstan” (Kürt ve Kürdistan Tarihi)[7], ve ikincisi de, İhsan Nuri’nin “Tarih-i Rişeyi Nejad-i Kurd” (Kürtlerin Asıllarının Tarihi)[8] adlı kitaplardır.

Söz konusu çevrelerin “tarihimiz” dedikleri hikayelerin ne olduğuna kısaca değinmek istiyoruz.

Adı geçen kaynaklarda; milattan önceki tarihlerde Mezopotamya’da tarih sahnesine çıkmış ne kadar topluluk varsa, hepsinin “Kürt” olduğu ileri sürülmektedir. Mesela isimleri tarihlerde anılan; Sumer, Subari, Asur, Guti, Lulu, Kusi, Kasit, Mitani, Nayri, Muşki, Halti, Mannai, Urartu, Cyrtii (Kyrti/Kur-ti-i)[9], Kimmer, Saka, Kardu, Med, Pers, Sasani v.s. gibi kavimler, bu kaynaklara göre tamamıyla “Kürt” idiler. İ.Nuri ise kitabında, İran destanlarına konu olan efsanevi padişahlardan “Cemşid” ve “Feridun” dahil, gelmiş geçmiş bütün İran (Fars) sultanlarının ve hanedanlarının (Kıyumersiler, Ahamendiler, Medler, Pehleviler, Persler, Sasaniler v.s.), “Kürt soyundan” olduklarını ileri sürmektedir.

Yine İhsan Nuri, “Ermeniler”in de “Hıristiyan Kürt” olduklarını ne yazık ki, yazabilmiştir.[10]

Aynı yazar, daha da ileri giderek “Zerdüşt”ün bir “Kürt Peygamberi” olduğuna, keza “Nemrut”un da Kürt asıllı olup, isminin (“Nemrut”) Kürt lehçesinde “ölümsüz” anlamına geldiğine değinmektedir.[11] “Hazreti İbrahim” (a.s.)’in dahi “Kürt” olduğunu ileri süren yazar, delil olarak, İbrahim Peygamber’in babası kabul edilen “Azer”in isim olarak manasının Kürtçe de “ateş”i ifade ettiğini belirttikten sonra[12], çizmeyi daha da aşarak, Hazreti İbrahim’in neslinden olan, Allah (c.c.)’ın son elçisi, ahir zaman peygamberi Hazreti Muhammed (s.a.v)’in bile “Kürt” asıllı olduğuna işaret etmektedir.[13]

Bir başka ayrımcı kaynak da, “Nuh Peygamber”in “Kürt” olduğunu iddia etmektedir. İddia sahipleri; Nuh (a.s.)’un bizzat Kürt olduğunu, adının (“Nuh”) Kürtçe’de “yeni” anlamına geldiğini[14], gemisinin oturduğu yerin adı olan “Cudi”nin de Kürtçe bir söz olduğunu, bunun Kürtçe’de “cıh di” şeklinde geçtiğini ve “yer buldu” anlamını verdiğini beyan etmektedirler.[15]

Doğrusu, bu gibi iddialarla ne elde edileceği, nereye varılacağı merak konusudur.

Bütün semavi dinlerde Nuh Aleyhisselam, “İkinci Adem” olarak kabul edilir. İnanca göre; Nuh (a.s.) ile birlikte dünya yeniden kurulmuştur. Gerek yeryüzünde mevcut bulunan ve gerekse tarihe gömülüp varlıklarından artık eser bile kalmayan bütün kavimler, kısacası bütün beşeriyet (insanlık); Nuh (a.s.)’un üç oğlu olan Sam, Ham, Yasef’ten türemişlerdir.

Hayalcilerin yukarıda naklettiğimiz iddiasına dönelim tekrar. Bir an için, Nuh Peygamber’in “Kürt” olduğunu farz edelim. O zaman ne olur? Gelmiş geçmiş bütün dünya milletlerinin , kavimlerinin, daha açıkçası yaşayan-yaşamayan bütün insanların “Kürt” olması gerekir. Değil mi?

İşaret ettiğimiz gibi, Kürttürkleri’nin menşei hakkındaki yakıştırmalar, siyasi amaç güden çevrelerden gelmiştir. Bunlar, Kürttürkleri’ni Türk’ten uzak tutmak için her yolu denemişlerdir. Adeta; “Türk” soyundan olmasın da hangi soydan olursa olsun zihniyeti içerisinde, soy kökü bulacağız diye, Türk Dünyası’nın dışında her yerde arayış yapmışlar, İskandinav ülkelerine kadar uzanmışlardır.[16] Ancak, elde ettikleri şey ise, sadece bir “sıfır”dır. Çünkü her şeyden önce, konuya yaklaşımlarında samimi değildirler ve dürüstçe davranmıyorlar. Bu şekilde hareket ettikleri için de, işin içinden çıkamıyorlar, “çıkmaz”lardan bir türlü kurtulamıyorlar.

“Giriş”te de belirttiğimiz gibi; Kürttürkleri’ni Türk kültürü tarih ve medeniyeti dairesi haricinde aramak boşunadır ve saf edilen emeğe de yazıktır. Hakikatleri kabullenmekten başka çıkar yol yoktur. Çünkü güneş balçıkla sıvanamaz. Her şey meydandadır ve apaçıktır...

Asıl mevzua geçmeden önce, pek çok kişiyi ister istemez tereddütler içinde bırakan ve kafalarda soru işaretlerinin yer etmesine yol açan bir hususa açıklık getirmek istiyoruz. Şöyle ki:

Selçuklular’dan önceki devirlerde acaba Anadolu’da Türk unsuru var mıydı?

Yapılan araştırmalar, Oğuzlar’dan çok önceleri esaslı Türk unsurları olan Su (Saka)lar’ın, Sabir (Subar)ler’in, Kimmerler’in, İdil (Volga) Bulgarları’nın, Hunlar’ın Doğu Anadolu’yu iskan ettiklerini, yine Kars ve Van taraflarında görülen Bulgar kütleleri ile Peçenek kıt’alarının bu topraklara gelerek bölgeyi bir Türk yurdu haline getirdiklerini göstermektedir.[17]

Macar bilginlerinden Prof. Dr. Làszlò Rasonyi’nin şu tespitleri de bu doğrultudadır:

“Yazılı tarihlerden önce de, binlerce yıl önce Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da ve Orta Avrupa’da öyle kültür unsurlarına rastlanır ki, bunların hareket noktasını steppe (bozkır) kültüründe, yani Türkler’in cetleri arasında aramak gerekir. Ancak bu zamanda onlara henüz “Türk” denmiyordu.[18]

Tarih sahnesine çıkan ilk Türk kavmi bilindiği gibi Su (Saka)lar’dır. Bazı kaynaklara göre Su (Saka) Türkleri, M.Ö.7000 ile 625 tarihleri arasında varlıklarını sürdürmüşlerdir.[19] Kurdukları imparatorluğun sınırları ise; Çin hududundan, Afganistan, Kafkaslar, Anadolu, İran, Suriye, Filistin ve Mısır kapılarına kadar uzanmaktaydı.[20]

Günümüzde, ilim adamlarının üzerinde ehemmiyetle durdukları konu, Kürttürkleri’nin Sakalar’ın ahfadı olabilecekleri konusudur. Bizce de en isabetli görüş budur. İncelememiz bu yönde sürecektir...

Tarihi kayıtlara göre; Azak denizi çevresindeki Kimmerler’i yurtlarından çıkarıp kovalayarak ilerleyen atlı-göçebe Saka Türkleri, ilk önce M.Ö. 680 yıllarında Kafkas geçitlerinden aşıp Kür Irmağı boylarına yayıldılar. Arkasından gelen yeni ve daha güçlü Saka göç kolları Aras boylarını da ele geçirip Urmiye gölüne varınca Azerbaycan’a yerleştiler. Az sonra da bütün Anadolu, Suriye ve Filistin’e yayılarak, İran’ı da haraca kesip kendilerine bağladılar. Doğuda Çin’den batıda Tuna boylarıyla Karpatlar’a , kuzeyde Sibir’den, güneyde Mısır kapısı Sina’ya değin Asya ve Avrupa topraklarına hakim olarak; dünyanın bilinen en ulu ilk geniş imparatorluğunu kuran Sakalar’a Asurlular “Aşkuzai/Askuzai” ve “İşkuza”, bazen de “Asagarta/Sakarta/Zakarti/Zakruti/Zikirtu”; Yahudiler’in Tevratında “Aşkenaz”; Eski Yunanlılar “Scythe” (İskit), hükümdarlar boyuna “Sokolot” ve sonraları “Sak/Saka” ; İranlılar “Saka”; Hintliler “Sakya” ve Çinliler de –hükümdarlar sülalesine göre- “Su” ve “Se” diyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügati’t Türk”ünde anıldığı gibi, Tanrı dağlar bölgesindeki “Şu/Su” sülalesi, M.Ö. 8. yüzyıldan beri Sakalar’ın hükümdarlar sülalesi idi.

Herodot’un anlattığı gibi, bütün Asya’ya hakim olan Sakalar’ın en güçlü ve en ulu hükümdarları Madova/Madyes (Afrasyab/Alp Er Tunga) adlı cihangirleri M.Ö. 625 yıllarında İranlılar tarafından Urmiye gölü yanında maiyetiyle birlikte hile ile öldürülmüştü. Bunun üzerine başsız kalan Sakalar’ın Ön Asya hakimiyeti sona ermiş, kendilerini toparlayan uruklar Aras boylarına çekilerek, Kafkaslar üzerinden ana kolla bağlılıklarını sürdürmüş; saldıran İran’lı Med orduları karşısında yolları tutulup çekilemeyenlerin, Dicle solunda, Zap suları ile Van Gölü arasındaki çok dağlık ve balkanlık bölgede tutunarak, “Karduk” ismiyle yad edilip bugünkü Kürttürkleri’nin ataları oldukları, çok kuvvetli belgelerle sabittir.

Bugünkü Kürttürkleri’nin meskun bulundukları bölgeler, eski çağlarda hep Sakalar’ın yurdu olarak adlandırılmıştır. Yunanlı tarihçi ve coğrafyacı Arrianos’un İskender çağında “Sakasin” diye andığı Ağrı Dağı, Gence ve Gökçe göl çevresindeki Sakalar kolunun yurdunu, Amasyalı tarihçi Strabon (M.Ö. 60- M.S. 20) “Sakasen”, Romalı tarihçi Plinius (MS. 23-79) “Sakassun” ve M.S. 150 yıllarında eserini yazan Yunanlı coğrafyacı Potelemeus’da “Sakapen” diye tanıtıyor.

Ermeni tarihçisi Khorenli Movses, “Hayasdan (Armenya) Tarihi” adlı eserinde (Süryani Mar Abas Katina’nın “Eski-Armenya ile Var-Arsak Tarihi”nden naklen); Gökçe göl çevresiyle doğuda Hazar denizine değin Aras boylarının ilbeğliği verilen yerli hanedana “Si-Sak” (Hükümdarlar soyundan “Su-Saka”ları) veya “Si-Uni” (Si-Hanedanı) denildiğini; İranlıların ise, daha gerçek şekliyle “Si-Sakan” (Si-Sakalar’ı) adını verdiklerini bildiriyor. Bir başka Ermeni tarihçisi Vardabed Egiş Elize, “Mamıkonlu Vardan ile Armenyalılar’ın Savaş Tarihi” isimli eserinde; Kafkaslar kuzeyinden aşıp (M.S. 445 yılında) gelen Hunlar’ın (Aras-Kür ortası ile aşağılarını içerisine alan) “Ağwan-Eli” (Albanya) ülkesindeki “Bala-Sakan’a başbuğlarıyla birlikte yerleştiklerini bildiriyor. Khorenli’de, “Udi” eyaletinin komşusu olarak 413 yıllarında, İncil’in yerli dile çevrilmesi sırasında da (Kür’ün sağ kolları boyunda) “Bala-Sakan” (Küçük Sakalar) sancağı anlatılıyor.

Yukarıdaki Ermenice kaynaklarda anlatılan “Bala-Sakan” sancağı, Doğu-Karabağ’da ve Gence’nin güneydoğu yanında bulunuyordu ki, göçebeler için en güzel bir kışlak yer sayılırdı.

645’deki ilk İslam fethinden 1597’de “Şerefname”nin yazılışına değin Aras-Kür/Aran Ülkesi’nde , eski Sakalar’ın torunları olan göçebe Kürttürkleri’nin tanındığını görmekteyiz. Kuzeylerindeki Dağıstan-Macar Kürtleri gibi ana dillerini bırakmadan, “Türkçe” konuştukları anlaşılan Kür-Aras/Aran Kürtleri, Ortaçağ’da iki yerli ve bir de göçmen sülale çıkardıkları için bile ayrıca incelemeye değer. Müslüman “Şeddadlılar” ile “Eyyublular” ve Hıristiyan “Kolu Uzunoğulları” gibi üç ünlü sülale, Saka Türkleri’nin torunları olan bu Kür-Aras Kürtleri’nden çıkmıştır.

Ünlü İslam bilgini Belazuri (...?-897), “Fütuhü’l Büldan” adlı eserinde; 645 yılındaki Arap fetihlerini anarken, yerli kaynaklara da dayanarak, Arap ordusunun; “Sakasın/Sagasın”, “Moski-Van”, “Ud(Udi)” gibi sancak ve kasabaları kolayca zaptettiğini, ancak bu arada, (Doğu-Karabağ’da bulunan) “Ekradü’l Bala-Sacan” (Bala-Sakan Kürtleri) denilen göçebelerin Araplar’a karşı koyup savaştıklarını yazmaktadır.

Kendilerini, 5. yüzyılda Avrupa’ya hakim olan Hun Türkleri Hükümdarı Atilla’nın torunları sayan ve Macarlar’dan önce Erdel (Transilvanya) bölgesine yerleşmiş olup bugün Macarca konuşan “Sekel” (Saka’lı) Türkleri arasında da bir “Kürt” topluluğu yaşamıştır.Barabàs Samus, “Székely Oklevéltàr” isimli kitabında, 1505 yılında “Sekeller”in Medgyes” (Medyeş) oymağının bir tiresi olan “Kürt”ler’in tanındığını bildirmektedir. Prof. Dr. Làszlò Ràsonyi’de “Sekel”ler içindeki Kürttürkleri’nin mevcudiyetinden bahsetmektedir.[21]

Bu açıklamaların ışığı altında, pek çok kişiye “karanlık” gibi gözüken ve aslında hiç de öyle olmayan Kürttürkleri’nin ilk çağlardaki durumunu veya menşeini daha açık bir şekilde aydınlığa çıkarmak için; “Saka-Kürt” ilişkisine dair, üzerinde duracağımız birkaç önemli nokta daha vardır.

Bilindiği gibi Kürttürkleri’ne Ön Asya’da, M.Ö. 7. yüzyılda Sakalar’ın Kafkaslar üzerinden Aras ve Dicle boylarına yayılmalarından sonra rastlanılmaktadır. İslam tarihi coğrafyası üzerinde otorite olarak gösterilen V.Minorsky, Kürttürkleri ile ilgili olarak Brüksel’de 1938 yılında yapılan “Milletlerarası 20. Müsteşrikler (Doğubilimciler) Kongresi”nde, “Kürtler’in Med-İskit (Saka) menşei”nden geldikleri yolundaki tebliği[22] ile İslam Ansiklopedisi’nde yer alan “Kürtler” isimli yazısındaki fikrini düzeltmiş ve “Kürt” adına Ön Asya’da M.Ö. 7. yüzyılda Saka/İskit göçünden sonra tesadüf edildiğini belirtmiştir.[23]

İhsan Nuri’de ; “Kürtler’den söz eden bazı tarihçiler, Kürtler’in M.Ö. 650 yılında Kürdistan’a gelmiş olabileceklerini belirtirler” demektedir.[24]

Ermeni tarihçileri de Kürttürkleri’nin menşeini “Saka/İskit” Türkleri’ne bağlamaktadırlar. Bu hususa dair düşünceleri şöyle :

“Hazar denizinin ötesinde bulunan ve Türk diye adlandırılan İskitler (Sakalar), kitle halinde Pers ve Medya ülkesine akın ettiler, birçok yerleri ele geçirdiler ve buradaki inançları benimseyerek din ve dil yönünden onlara (Pers ve Medler’e) benzediler.Bunlar arasından birçokları Med prensleriyle birleşerek Karduklar’la Mosklar’ın sınırları içindeki Ermenistan’a akın ettiler, bu ülkeleri ele geçirdiler ve buralara yerleştiler.[25]

Arşak Safrastyan adlı bir Ermeni de, Londra’da Kürttürkleri hakkında yazdığı İngilizce kitabında, bunların atalarının “yaman savaşçı İskit okçuları” olduğunu, itiraf etmiştir.[26]

W.E.Allen, “Gürcü Kavminin Tarihi” adlı eserinde, Kürttürkleri hakkında şu hükmü veriyor:

“Kürt adı; dağlarda yaşayan ilkel ve karışık bir ırktan bir grup aşireti kapsar. Bu aşiretler, muhakkak ki bünyelerinde İskit ve Kimmer istilaları çağından kalma bir takım unsurların torunlarını taşırlar. Ve Ksenofon’un Fırat’la Aras’ın yukarı vadilerindeki aşiretlere verdiği “Karduk”lar adı, bu adın çeşitli biçimleri arasındaki tarihi bağı gösterir.[27]

“Karduklar” adı ile anılan topluluk, bilindiği gibi Sakalar’ın bir koludur. Bunlardan ilk bahseden Yunanlı Ksenofon’dur. Ksenofon M.Ö. 401 yılında, gördüğü bu Türkler hakkında bize çok kıymetli bilgiler vermektedir. Ksenofon’a göre “Karduklar”, İranlılar’a son derece düşman olup, dil, giyim-kuşam ve silahlar bakımından da İranlılar’dan tamamen ayrı özellikler taşımaktadırlar.[28] Karduklar’ın İranlılar’a olan bu düşmanlığı, belki de Saka-İran mücadelelerinden[29] ve daha çok, bu mücadeleler sırasında bir hileye kurban giden Sakalar’ın başbuğu Alp Er Tunga (Afrasyab)’nın öldürülmesinden (M.Ö.625) ileri geliyordu. Ne olursa olsun, akla gelen budur ve muhtemelen –Ksenofon’un da dediği gibi- Karduklar’ın İranlılar’a karşı uyguladıkları imha harekatı, evveliyatın temelinde yatan intikam eseridir.[30]

Ksenofon’un beyanına göre; Karduklar’ın en iyi silahları yaydır. Bu yayların uzunluğu da aşağı yukarı üç kol uzunluğundadır. Hele ok atmada çok mahirdirler ve her ok atışlarında sol ayaklarıyla basarak kirişi ta yayın sonuna kadar çekerlerdi. Attıkları oklar iki kol uzunluğunda idi...

Dikkat edilecek olursa, “yayı sol ayakla gererek ok atma” adeti, İskit/Saka’larda görülmektedir. Karadeniz kuzeyindeki İskitler’den kalma M.Ö. 4. Yüzyıla ait bir gümüş tabak üzerinde, atçı bir kavme mahsus kemerli çekmen (ceket) ve gövdeye sıkıca gelen uzun pantolonla uzun saçlı erkeklerden[31] birinin sol ayağının yardımıyla yayı kurduğu resmedilmiştir.[32] Şayet Sakalar’ın Ön Asya’ya akınlarından sonra, Karduklar’ın tarih sahnesine çıktıkları göz önüne alınacak olursa, bunların Sakalar ile birlikte, bugün Türkistan diye anılan Orta Asya’dan geldikleri anlaşılır. Günümüzde dahil Doğu Türkistan’da kadim bir Türk boyu “Kurtuk” adını taşırken, Tiyanşan’ın güneyinde “Karduk” isimli bir Türk köyünün mevcudiyetinden de haberdarız.[33] Kelime olarak, Kardu (k) Türkçe’dir.

Kaşgarlı Mahmud bunu, “zemheri sıralarında su üzerinde yüzen fındık büyüklüğündeki buz parçaları” şeklinde izah etmiştir.[34] Karduk Türkleri’nin torunları olarak gösterilen bu günkü “Kürt” boyunun isminin de Türkçe’de, “yatkın kar”, “sertleşmiş kar” anlamına geldiği ileri sürülmüştür.[35] “Karluk” (Karlı,Karlık) adıyla yad edilen bir Türk zümresini de burada zikretmek yerinde olur. En eski Saka (“Su”)’lardan kopup gelerek Mezopotamya’da üstün bir medeniyet yaratan “Sumer” Türkleri’ne ait, yaklaşık M.Ö. 2000 tarihli iki eşik taşında geçen “Kar-da-ka” memleketinin ismi de[36], doğrusu anılmaya değer. Driver’e göre, “Kar-da-ka” memleketi, Van Gölü’nün güneyindeki “Su taifesi”nin yanında bulunuyordu.[37] Şerefname’de Bitlis bölgesinde bir “Suy Kalesi”nden bahsedilir.[38] Sakalar’ın en eski ve asıl adının “Su” olduğunu hatırlayacak olursak, bu bilgiler bize Kürttürkleri’nin ataları olarak kabul edilen “Karduklar”ın Türklüğü hakkında önemli ipuçları veriyor.[39]

“Ayrıcalık” davası güden çevrelerin de Kürttürkleri’nin menşeini “Sakalar”a dayandırmaları, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.

Prof. Reşit Yasemi, “Mecelle-i İran” daki (9.sayı) “Dillerin Dirilişi” başlıklı makalesinde şunlar yazıyor:

“Doğubilimciler” Kurti(Cyrti)’lerin[40] yurdunu İran’ın doğusu diye gösteriyorlar. Bu taifenin ilk bölümünün İran’ın doğusundan geldiğini ve Sakarti (Sakalar) olduğunu, bunlara Asurlular’ın ‘Zakruti’ dediğini belirtiyorlar.[41]

İhsan Nuri’de bu görüşe içtenlikle katılıyor ve şöyle diyor:

“Kurtiler’in en cesur taifesi olan ‘Zakruti’ler, ‘Sakarti’lerin adını andırır ve ‘Sakarta-Zakarta-Bakarta’ adları benzerlik gösterir. Bu Sakartiler, Kurti (Cyrti)ler’den idiler. Yerleri İran’ın doğusu olarak gösterilir. Hangi tarihte Zagros dağlarından geldikleri tam olarak bilinemiyor. Zagrosların doğu eteklerinde ve Erbil yöresinde yerleşmişlerdi. Adlarını da Zagros dağlarına vermişlerdir. Zagros, Zagrut adları birbirinin hemen hemen aynıdır.[42]

Guti, Kusi, Mitani v.s. gibi toplulukların Kürttürkleri’nin ataları oldukları görüşü üzerinde ısrarla duran İhsan Nuri, bunların da menşeini Saka Türkleri’ne dayandırıyor ve şunları vurguluyor:

“Acaba, Kürtler’in ataları olan Guti, Kusi, Mad ve Mitaniler, Pars taifesiyle aslında Sakalar’dan mı idiler? Eskiden Sakalar’ın sınırı Türkistan ve Moğalistan’ın doğusunda ve Afganistan’ın güneyinde, şimdiki İran’da Mazenderen denizinin batısında diye gösterilmiştir. Aslında Toroslar’a dek uzanmıştır.[43]

E.Herzfeld, “Asagarta” dediği “Sakarta” (Saka)lar’ı “Kürtler”in ataları saymaktadır.[44]

Bazil Nikitin’de; “Sagartalar, önce Seistan (Segistan-Sakaistan)da yaşıyorlardı.. Bunların adı bir ‘gart’ unsuru taşıdığına göre belki de bunu, tahlil edilen (Kardu, Kurti v.s.) benzeri köklere yaklaştırmak mümkündür”[45] demektedir.

Yine Bazil Nikitin, Asurlular’ın Kimmerliler ve İskitler (Sakalar) için “manda sürüleri” tabirini kullandıklarını zikretmektedir. Dikkate şayandır ki, Sakalar/İskitler’in günümüzdeki torunları olarak kabul edilen Kürttürkleri’nin konuştukları lehçede kullanılan “sak” kelimesi, “manda yavrusu” anlamına gelmektedir. Bu çok enteresan bir benzerliktir. Yine Kürttürkçesi’ndeki “sakol” kelimesi de, “çelimsiz, zayıf, değersiz hayvan” manasında kullanılır.

Sibirya’nın kuzeyinde yaşayan Yakut Türkleri, bugün bile kendilerine “saka” derler. Cengiz Han’ın ilk dayandığı kabilelerden biri de “sakait” adını taşıyordu. Altaylar’da yaşayan “sakay” adlı bir Türk kabilesinin varlığı da bilinmektedir.[46] Aristov, bu “sakay” kabilesi ile Kırgız Türkleri’nin “sakay” boyunu, eski Sakaylar’dan arta kalan oymaklar olarak kabul etmektedir.[47]

Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar olan geniş sahada ve Kürttürkleri arasında, “sak” veya “saka” adı yahut bunun ekler almış şekilleri yada bu ismin bozulmuş hallerini, yer adı olarak gördüğümüz gibi, aşiret isimlerinde de görmekteyiz.

“Van Tarihi”nde zikredildiğine göre, “Celali” diye adlandırılan kabilelerden biri “Sakan” adını taşımaktadır.[48] Kürttürklerini etraflıca anlatan “Şerefname”de, “Şakaki” adıyla bir aşiret zikredilir. “S”, “Ş” değişimi ile bunun “Sakaki” yada “Şakaki” olması muhtemeldir. Osmanlı arşivlerinde de zikredilen bu aşiretin iskan ettiği yerler şöyle gösterilir: Kilis, Diyarbekir, Erzurum, Musul, Halep, Çıldır, Hısn-ı Keyf Sancağı (Diyarbakır Eyaleti), Aksaray Sancağı, Kars, Van Eyaleti, Hakkari Sancağı, Mardin, Rakka, Ergani (Diyarbakır)[49]. Günümüzde, bu aşiretin bir bölümü Van dolaylarında meskun iken, büyük bir kısmı da İran topraklarındadır. Meşhur Simko İsmail Ağa’nın mensubu ve reisi bulunduğu aşiret buydu. Yine bu aşiretin Tunceli’nin Pertek ve Çemişkezek İlçelerinde “Şekakan” adıyla anılan kolları bulunmaktadır.

Şerefname’de zikredilen bir diğer aşiret de “Sekran”dır. Tunceli’de bu adı andıran bir “Sekaran” (veya “Zekaran”) aşireti mevcuttur.

İran’daki aşiretlerden biri “Sekur” adını taşırken, küçük Lor aşiretlerinden bir kabile de “Sekevend” adıyla yad edilir.[50] Farsça “-vend” eki kaldırılırsa, “Seke” kalır ki, “Saka” ile aynıdır. Ayrıca “Sekili” aşireti de, daha önce sözünü ettiğimiz “Sekel”lerin hatırasını saklar

Osmanlı arşivlerinde de “Saka” adının değişik şekilleriyle yad edilen bir hayli aşiret ve cemaat vardır. İşte birkaç misal:

· Sekatelli (Sekatellü): Mardin Sancağı, Rakka Eyaleti,(Ekrad-Kürt- Taifesinden).
· Sekenli (Sekenlü): Rakka, Diyarbekir, Erzurum, Kaş Kazası (Teke Sancağı) , (Ekrad-Kürt- Taifesinden).
· Seker (Sekerli, Sekerlü): Haleb, Maraş, Kiğı Sancağı (Erzurum Eyaleti)Yeni İl Kazası (Sivas Sancağı),(Türkmen Kürd’ü Taifesinden)[51].
· Sakamehmedli (Sakamehmedlü): Zülkadriye Kazası (Maraş Eyaleti), Tarsus Sancağı (Yörükhan Taifesinden).[52]
· Sakaratlı (Sakaratlu) : Günyüzü Kazası (Hüdavendigar Sancağı), Kırşehir Sancağı, (Yörükan Taifesinden).
· Sakcalı (Sakcalu) : Maraş, Kırşehir ve Bozok Sancakları, (Yörükan Taifesinden).
· Saklı (Saklu) : Gelibolu Sancağı
· Sake : Dimetoka Kazası (Paşa Sancağı)[53]

Şerefname’de “Sakaman” hükümdarlarından söz edilir ki, bu “Sakaman” bugün Tunceli’de bir nahiyedir ve “Sağman” adını taşımaktadır. “Sakaman”ın “-man”ı mübalağa ekidir. “Karaman, şişman, kocaman” v.s. gibi. Önündeki “Saka” ise, bildiğimiz “Saka”nın kendisidir. Yine Erzincan’da ve Erzurum’da “Sekman” adıyla yerler vardır.

Siirt’te “Saka”, Ahlat’ta “Sak”, Muş’ta “Sakavi”, Bingöl’de “Sakaviran”, Artvin’de “Sakalar”, Tunceli’de “Sakarat”, Palu’da “Sekarat”, Diyarbakır’da “Sakar”, Bismil’de “Seko”, Lice’de “Sağatan”(Sakatan), Hakkari’de “Sekan” v.s. gibi köy isimleri hep eski Saka Türkleri’nin günümüzde yaşayan bakiyeleri olarak kabul edilir

ZAZA TÜRKLERİ’NİN MENŞEİ[54]

Türk Milleti’ni meydana getiren boylar ve oymaklar zincirinin halkalarından birini teşkil eden Zaza Türkleri hakkında, maalesef bugüne kadar ciddi bir inceleme yapılmamıştır. Hakkında en az şey bilinen Türk topluluğu da budur. Diğer Türk boyları üzerinde yapılan bunca derin araştırma ve incelemelere rağmen, Zaza Türkleri konusu her nedense kimsenin ilgisini çekmemiştir. Buna “ihmalkarlık” da denebilir. Aslında öncelikle ele alınıp incelenmesi gereken –belki de en mühim- mesele budur.

“Zaza Türkleri” konusunu Türkiye’de ilk defa ele alıp ilim alemine tanıtan kişi, merhum Nazmi Sevgen Bey’dir. Yazar 1937’lerde bizzat yerinde yaptığı inceleme ve tespitlerle çok önemli malzeme elde etmiş ve yayınlamıştır.[55] Ancak bu malzemenin ağırlık noktası folklorik ve sosyolojik faktörler üzerinedir. Araştırma, umumi olarak bu çerçeve içinde işlenmiştir. İhtiva ettiği ana fikir, Zazalar’ın kesinlikle “Türk Menşeli” olduğu yönündedir. Fakat, “Tarihi Menşe” ile ilgili olarak verilen bilgiler, çok az ve yetersizdir. Zaza Türkleri’nin menşeini “tarih” açısından açıklığa kavuşturmanın ezikliği içinde bulunan yazar, nitekim 1969’larda kaleme aldığı bir yazısında, bunu gayet açık bir ifade ile belirtmek mecburiyetinde kalıyor ve şöyle diyor : “Zazalar’ın Dersim (Tunceli)bölgesine ne zaman geldikleri bilinmemektedir”.[56]

Bazı çevrelerce Zaza Türkleri, hiçbir incelemeye tabi tutulmadan, adeta peşin bir hükümle özellikle de art niyetli kimseler tarafından kasıtlı olarak “Kürt” mefhumu içinde mütalaa edilmişlerdir. Oysa bu hüküm, biraz sonra da ele alınacağı gibi, tarihi realite ile tam bir tezat teşkil etmektedir. Şu kadarını söyleyelim ki; Zaza Türkleri, “Kürt” kavramından çok daha önceleri tarih sahnesine çıkmışlardır. Milattan önceki çağlarda “Kürt” biçimi ile bir ismin varlığına tesadüf edilmezken, “Zaza” adına M.Ö. 9 . asırda rastlanmaktadır.

Bu incelemede “zaza Türkleri’nin Menşei” konusu üzerinde duracağız. Türkiye’de –ve belki de dünyada- ilk olarak tarafımızdan ele alınan bu konunun hiç şüphesiz, karanlıkta kalmış pek çok hakikatleri gözler önüne sermesinin yanı sıra, ilim ve kültür sahasında büyük bir boşluğu dolduracağını da ümit etmekteyiz.

Zaza Türkleri’nin “kadim tarihi”, kuşkusuz milattan önceki “bin”li çağlara kadar uzanmaktadır. Orta Asya’dan kopup gelerek Dicle ve Fırat havzalarında yerleşen ve “Proto-Türkler” diye adlandırılan “Su Kavmi”nin yarattığı göz kamaştırıcı üstün medeniyetin kurulduğu günden zamanımıza kadar geçen tarihi devreler içinde, “Zaza” Türkleri’nin varlığı gayet açık bir şekilde müşahede edilmektedir. “Su” kavmi diye anılan bu “İlk Türkler”e komşuları Çinliler “Su” ve “Se”, İranlılar “Sak” veya “Saka”, Yunanlılar “Skit/Skolot/Oskolot” (İskit) adını vermişlerdir. Mezopotamya’daki muazzam medeniyetin kurucusu olan “Sumer” ve “Subar/Suvar” Türkleri, işte bu “Su” Türkleri’nin birer boylarıdır.[57]

“Türkler’in Yaratılış Destanı”; “Daha hiçbir şey yokken, Tanrı Kayra Han ile uçsuz bucaksız Su varsı. Kayra Han’dan başka gören, “Su” dan başka görünen yoktu...[58] diye başlıyor. “Su”yun Türk kültür tarihindeki önemli yeri ve kutsallığı bilinmektedir. İlk Türkler olarak anılan “Su”lar belki de adlarını buradan almışlardı.

“Su” sözünün tarih boyunca pek çok Türk boy ve oymaklarının adlarının başında yer aldığına sık sık rastlamaktayız. Si, Su, Şu, Zu ve hatta Çu diye çeşitli şekillerde söylenen bu en eski Türk uruğunun adı, tarih öncesi çağlardan beri Çin sınırlarından Avrupa ortalarına ve Ön Asya’ya (Ortadoğu’ya) kadar yayılmış ve adları çağlar boyunca, yerleştikleri çeşitli muhitlerde türlü türlü deyimlere girmiştir.Sonraları yeni yeni oymaklar, dal dal ayrıldıkça, bu Si, Zu, Su, Çu adını yeni aldıklarının başına getirerek asıllarını korumaya çalışmışlardır.

“Su,Gur”, “Si-Gur” veya “Zi-Gur”[59], “Si-Gir”[60], “Si-Gil” veya “Çi-Gil”[61], “Si-Grek”[62], “Si-Kar-Tugara”[63], “Si-Sakan”[64], “Si-Çareki”[65], “Si-Enpi”[66], “Çuvaş”, “Suvar”[67] ve bunlar gibi daha pek çok irili ufaklı Türk kabile ve uruklarını sayabiliriz. Konuyu biraz daha açalım.

Milattan önceki çağlarda şimdiki Uygur Türkleri’nin ülkesine “Si-Tsu” adı veriliyordu. Tarihçiler bu adı muhtelif şekillerde yazmışlardır. Mesela; Pelliot, “Kiu-Che”; Deguignes, “Tshe-Su”; Marquart, “Kü-Su” ; Bretschneider, “Che-Shi”; Biçurin, “Çi-Si”; Eberhard, “Çu-Si” v.s.[68]. “S-Tsu” sözünün tarihçiler tarafından türlü türlü okunuşlarına dikkat edilecek olursa bunlar; “Si-Su”, “Şu,Şe” ile “Çi-Çu” şekilleri üzerinde toplanmaktadır. Bunları “Su,Çu” veya “Su-Çi” olarak adlandırmak da mümkündür. Zira bugün Kansu ilinde Huey-Hu (Esingöl) suyu üzerinde bir şehrin adı “Su-Çu”dur. Yine Moğolistan’da Baykal Gölünden Pekin’e giden anayol üzerindeki Şsmo bölgesinin Kuzeyinde bulunan bir kasabanın adı da “Su-Çu” olduğu gibi, Orhun nehri ile Selenga nehirleri arasında Selenga’ya dökülen bir kaynağın adı da yine “Su-Çi”dir.[69] Bunların doğrudan doğruya Su Türkleri’ne ait adlar olduğu meydandadır.

Çinliler “Göktürkler”i “Su”ların torunları olarak tanıdıkları gibi, Bizans yazarı, Bizans yazarı Menender Protektor ile K.Dutrich öe Marquart gibi tarihçiler , “Su”larla “Saka”ların aynı şey olduğunu belirtmişlerdir.[70] İranlılar “Su”lara “Saka” diyorlardı. Bu isim İranlılar’ın eski din kitabı olan “Zend Avesta”da “Sak” ve Pehlevi vesikalarında da “Sag” şekillerinde ifade edilmektedir.[71] Eski Uygur Türkçesi’nde “Su”ya “Sug” ve “Susuzluk”a da “Usag” denildiğine göre [72], “Sag”da aynı şeydir. Belli ki, “Su” isimli Türk uruğunun adı, İranlılar’ın dilinde “Sag”, “Sak” veya “Saka” olarak değişikliğe uğramıştır.

M.Ö. 989 yılına ait Çin kaynaklarında “Su” Türklerinden olan “Jonglar”la, yani “Su-Jonglar” ile Çinliler’in “Tsing” sülalesi hükümdarının savaştığı yazılmaktadır. Yine Çin kaynaklarına göre, M.Ö. 650’de “Su”larla Çinliler’in arası açılmış, “Su”lar yine bir Türk uruğu olan ve belki de Çin konuşma dilinde “Türk” anlamına gelen “Tik”lerle birleşmişlerdir.[73] Çinliler tarafından Türklerin kökü hakkında anlatılan bir efsanede; “Türkler eski Hunlar ülkesinin batısında Su adında bir krallıkta oturan Hunlar’dandır” deniliyor.[74] Buna göre, Çin kaynaklarında “Su”ların Türkler’in ataları oldukları belirtilmektedir. Vang-Pun-Son, Haloum, Harletz, Franke, Grum Grjimaylo gibi bir çok tarihçiler, Çin’in 3. İmparatorluk hanedanı olan “Su”ların Türk olduklarında birleşmektedirler. “Su”lar, Çin İmparatorluk tahtını M.Ö. 1050 yılından 250 yılına kadar ellerinde tutmuşlardır.[75] “Su”ların bir başka kolunun da M.S. 580 ile 618 yılları arasında Çin yönetimini ellerinde tuttukları bilinmektedir.[76] Bu hanedanın adı bazı kaynaklarda “Sui” şeklinde geçmektedir.[77]

Su Türkleri’nden olup, M.Ö.5 bin senelerinde Orta Asya’dan göçüp Ön Asya (Ortadoğu)’ya gelerek, Mezopotamya’da yerleşen Sumer ve Suber (Suvar) Türkleri’nin varlığı bilinmektedir. M.Ö. 4 bin senelerinde, tarihte ilk defa yazıyı (Çivi Yazısını) icat edip kullanan da bunlardı. Tesis edilen üstün ve ihtişamlı bir medeniyetin kurucusu olarak tanıdığımız “Sumer”lerin Türklüğü, şüphe götürmez bir hakikattir. Yerli ve yabancı bilginler de bu konuda hemfikirdirler. Mesela; B. Hrozny, Sumerler’in menşeini kesin olarak Orta Asya gösterir. Bununla birlikte, Prof. F.Hommel, V.Christian, B.Landsberg, Dr. Stephan Ronard, King, A. Moret, Prof Sir Leonard Voolley, Gordon Childe, G.Gonteneau, Marcellin Boule, C.Autran ve Tung-Dekien gibi bilginlerin yanı sıra, Alexandre Moret ve G.Davy’de aynı görüşü paylaşırlar.[78]

M.Ö. 3 bin senelerine doğru, bölgede Subarlar’a ait bir çok kabile ve küçük krallıklar bulunuyordu. Bunların çoğu Dicle ve Fırat nehirlerinin bolca suladığı yerlerde idi. Belli başlı büyük şehirler, küçük krallıkların merkezlerini teşkil ediyorlardı. Bunların hepsi de büyük “Sumer İmparatorluğu”nun nüfusu altında bir “soy birliği” teşkil etmişlerdi.[79]

“Sumer” ve “Subar”, “Su” uruğunun kollarıdırlar. Subarlar’ın bir adı da “Suvar”dır. “Su” sözü Türkçe’de; sub, suw, suv, suf, suy, sug v.s. gibi muhtelif şekillerde geçmektedir.[80] Buna göre; “Sum-er”, “Sub-ar”, “Suv-ar” v.s. hep “Su” uruğunun adını taşımaktadırlar. Sonu “-ar” ile biten Türk boy ve oymaklarının sayısı pek çoktur. Kimmer, Avar, Hazar, Bulgar, Kabar, Kaşgar v.s...

Prof. Zeki Velidi Togan, “Suvar” adının bugünkü “Çuvaş” Türkleri’nin eski adı olduğunu söyler. R.C. Colder’e göre Sumer dili, bugünkü “Yakut” Türkleri’nin[81] konuştukları lehçenin en yakın akrabasıdır.[82] Nikola Marr’da, “Çuvaşça”yı konuşan Türkleri doğrudan doğruya Sumerler’in torunları olarak kabul eder ve tezini bu yönden yürütür. İki dil arasındaki akrabalık derecelerini ortaya koyan sayısız bir çok misallere yer vererek bunu ispatlamaya çalışır hatta ona göre “Çuvaş” kelimesi “Sumer” sözünün başka bir söyleniş şeklidir. Yine ona göre “Subar” ve “Suvar” Türkleriyle “Sumer” aynı şeydir.[83]

“Su” uruğu hakkında verdiğimiz bu izahattan sonra, şimdi asıl meselemiz olan “Zaza Türkleri’nin menşei”

“Zaza Türkleri” hiç şüphesiz, “Sumer”, “Subar” veya “Suvar” diye anılan eski Türkler’in torunlarıdır. Zaza Türkleri ile Sumer ve Subar (Suvar) Türkleri arasında pek çok hususta, hayret verici benzerlikler göze çarpmaktadır. Sumer ve Subar/Suvar Türkleri’nin hakimiyet alanları sayılan Dicle, Fırat ve Murat havzalarında, milattan önceki çağlarda olduğu gibi, günümüzde de Zaza Türkleri’nin varlığına tesadüf edilmektedir. Bu durumu arz etmeden önce “Zaza” ve (“Za-Za”) adı üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Bize göre “Zaza” (“Za-Za”) adı, “Su” (Su-Su) adının değişik bir söyleniş biçimidir. Daha önce zikrettiğimiz “Si-Su”, “Su,Çu”, “Si-Sakan”, “Su-Gur”, “Zi-Gur” v.s. gibi, Su Türkleri’nden olan oymak adlarını göz önünde bulunduralım.

Tarihçi Juste, eski kitabelerinden bir taş üzerinde, “Za-Za” kelimesini okuduğunu söylemiştir.[84]. Babilliler Zazalar’a “Zou-Zou” diyorlardı. Çivi yazılı Asur kitabelerinde “Zou-Zou Marus” diye nakledilen bu adı “Zou-Zou Irmağı” şeklinde tercüme etmek doğru olur. “Marus”, Asur dilinde su veya ırmak manasına gelmektedir. Zou-Zou ırmağının yerini tayin etmek çok güçtür. Ancak, “Za-Za”ların bugünkü meskun bulundukları Fırat, Murat ve Dicle gibi sulak mıntıkalara bakacak olursak, en uygun mıntıka olarak burayı buluruz.[85] “Su” uruk adı bazı kaynaklarda “Sui” şeklinde geçtiğine göre; “Zou” ile “Sui”yi aynı şey olarak düşünebiliriz. Buna göre , “Zou-Zou” ile “Sui-Sui” arasında da fark yoktur. “Su-Su” veya “Za-Za” adlarının da bunların değişik söyleniş şekilleri olduklarında şüphe yoktur. Kadim zazalar’ın toprağında bir “Zahu” ırmağının varlığını da bilmekteyiz ki, bugün bu su, Irak toprakları içindedir ve yine bu adla anılan bir de kasaba bulunmaktadır. “Zahu” adı, “Zou”yu andırmaktadır.

Zazalar ve yurtları için, milattan önceki çağlarda komşu devletler, dillerinin fonetiklerine göre; “Zu-Za”, “Su-Sa”, “Zoki”, “Zamsa”, “Saski”, “Zasin”, “Zamua” , “Zapsas”, “Susiana”, “Sesedina”, “Zanzavina” v.s. gibi birbirlerine benzer adlar kullanmışlardır. Bunlara bakarak, günümüzde “Za-Za” (Zaza) şeklini muhafaza etmekte olan bu sözün, “Su” adından çıktığına az evvel değinmiştik. Yukarıda bu kök söz; “Zu”, “Su”, “Se”, “Za”, “Sa”, “Zo” şeklinde geçtiğine göre, mesele çözümleniyor demektir. Kuşkusuz bu sözler, bahis konusu edilen “Su” isimli kadim Türk uruğunun adının bozulmuş şekilleridirler. Zazalar’a komşuları tarafından izafe edilen bu kök isimler, Türk dilinde, “Su”, “Sa”, “So” v.s. biçiminde yazılabilirdi. Çünkü eski Türkçe’de kelimenin başında “Z” harfi bulunmuyordu. Şu halde, bu adlar ile “Su” uruğunun adı arasında hiçbir fark yoktur. “Za-Za” adının da “Sumer”, “Subar/Suvar”, “Çuvaş”, “Saka”, v.s. gibi Türk boylarının adları ile aynı fonetik özelliklere sahip olduğu, gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bunların hepsi de “Su” ata uruğunun adını taşımaktadırlar.

“Z” ve “S” değişimi için görüşümüzü teyit eden iki tarihi kaynağın verdiği bilgiden de bir misal vereceğiz.

Pers Kralı I.Darius (Dara)’un (M.Ö. 522-486), Bisutun kayalıklarına yazdırdığı kitabede, Dersim (Tunceli) ve havalisi “Zu-Za” adı ile anılmaktadır.[86] Yunanlı Ksenofon’da bu bölgede (M.Ö. 401 yılında), “Su-Sa” adında bir şehirden bahsedilmektedir.[87] Ki bu şehir, Zazalar tarafından kurulduğu izlenimini veren “Susiana” krallığının merkezi olarak kabul edilmektedir. Her dil kendine has bir takım fonetik özelliklere sahip olduğu için, Zazalar’a izafe edilen isimler arasında da böyle ufak tefek değişlikler olabilmektedir. Açıktır ki, bugünkü “Zaza” sözü, “Zuza” ve “Susa” ile aynı olup, onların değişik bir söylenişidir ve “Su” diye bilinen ilk Türk Kavminin adını da –diğer Türk boylarında da olduğu gibi- bir hatıra olarak hala muhafaza etmektedir.87/1

Zaza Türkleri’nin eski çağlarda olduğu gibi, bugün de, özellikle Dicle-Fırat-Murat havzalarının kapladığı alanlarda yerleşik bulunmaları, Zazalar’ın eski “Su” uruğu ile olan akrabalık ilişkilerini pekiştirmektedir.

Konuyu açmak gerekirse; Munzur dağlarının ötesinde önemli bir yer tutan Erzincan mıntıkasını içine alıp, Kelkit-Bayburt sınırına kadar olan bölgeye yayılan Zaza Türkleri’nin , genellikle Fırat nehri sahillerini sağlı sollu kuşatarak Sivas’ın Zara ilçesine kadar uzandıklarını görüyoruz. Murat suyu da en geniş manasıyla Zazalar’la meskun mıntıkanın ortasından geçer. Murat havzasında; Varto, Solhan, Genç, Çabakçur (Bingöl), Palu, Sağman (Pertek) Zazaların meskundur. Zaza Türkleri’nin kuzeyde Fırat ve Murat ırmakları sahillerinde yerleşmiş olduklarını görürken, güneyde de (Diyarbakır’da) Dicle Irmağı etrafında kümeleştiklerine şahit oluyoruz. Dicle, esas suyunu iki kaynaktan alır. Birinci kol, Gölcük (Hazar Gölü) civarından doğar; Maden, Piran (Dicle), Eğil ve kısmen de Ergani Zazaları’nın meskun bulundukları mıntıkanın tam ortasından geçerek, “Delucan” mevkiinde, Bırklinden gelen ikinci kolla birleşir ve esas Dicle adını alır. İkinci kol ise, Lice-Genç arasındaki Bırklin mağarasından doğar, Lice’nin Zaza köyleri ile Hani ve Piran (Dicle) Zazalarından müteşekkil bölgeden ilerleyerek birinci kolla birleşir. Bu havalide Zaza Türkleri ile meskun hayli köy vardır. İlgi çekici bir diğer noktayı da Aşağı-Fırat vadisinde görmekteyiz. Zira burada da yine aynı vaziyet söz konusudur. Malatya’nın Pütürge Zazaları, Adıyaman’ın Gerger Zazaları, Urfa’nın Siverek Zazaları ile Diyarbakır’ın Çermik ve Çüngüş Zazaları’nın bulunduğu bu mıntıkayı yarıp geçen Fırat Nehri, aynı zamanda bu ilçelerin sınırlarını da çizmektedir.

Zazalar’ın su ile olan bu beraberlikleri, bununla da kalmayarak, daha ileri bir safhaya varmıştır. Öyle ki, Zazalar’da “su” dan daha mukaddes bir şey düşünülemez. Her su kaynağı, Zaza Türk’ü için bir “ab-ı hayat” kadar kutludur ve hürmete layıktır.

En eski devirlerden beri Türkler’in tabiat kültüründe “su” önemli bir unsur olmuştur. Orhun yazıtlarında “yer-su” Türklerin koruyucu ruhları olarak zikredilir. “Ongin” yazıtında “yer-sub-tengri” sözü geçmektedir.

Büyük Türk İslam bilgini El-Biruni, “El-Asarü’l-bakiye” adlı esrinde, Oğuzlar’ın çok bereketli bir pınar yanındaki kayaya taptıklarını, secde ettiklerini yazmıştır. Bu 10.asır Oğuzlarını çok iyi tanıyan bilginin verdiği haberdir. Gardizi’ye göre 10. asırda İrtis Irmağı boylarını işgal eden Türk Kimek kabilesi bu ırmağa taparlar ve “su, Kimeklerin tanrısıdır” derlerdi.

Altay-Yenisey şamanist Türklerin ayinlerinde söyledikleri ilahilerde; Yenisey, Abakan, Kem, Tam Irmaklarının adları geçer. Altın Ordu Kıpçaklarının destanlarında Volga Irmağına “Ana İdil” denilmektedir.

10. asır İslam coğrafyacılarından İbn El-Fakih’in verdiği malumata göre, Barshan Türkleri Işıkgöl’ü takdis eder ve ona taparlardı. Çağımızdaki Altay-Sayan Türkleri tabiat kültürüne tıpkı eski Türkler gibi, “yer-su” demekte ve muhteşem ayinler yaparak “yer-su”ya hitaben ilahiler söyleyerek, “bereketli hayvan sürülerimizin canlarını yaratan yer-suyumuz” derler.[88]

Dersim (Tunceli)’li Zaza Türkleri’de “Munzur”suyunu en mukaddes su olarak bilirler.

Ulu dağların altında tazyikle süt gibi beyaz olarak çıkan kaynaklar genel olarak en kutlu sulardır. Bunlara en güzel misal, Munzur dağları güneyinde Ovacık’ta Munzur çayını doğuran büyük ve tazyikli çıkan kaynak teşkil etmektedir. Küçük bir alandan koca bir çayın çıkmasını sağlayan ve kırk göze olduğu söylenen bu kaynak çıktığı yerlerde bembeyaz görünür.

Burası bütün Tunceli (Dersim) halkı için mukaddes bir kaynak olduğu gibi, “Munzur” adı altında, Kalan yanında, Harçik suyuna karışıncaya kadar devam eden kol da yine kutsi çaylardandır. Bir zamanlar bunun balığı bile yenmez, suyu içine girilip kirletilmezdi. Çünkü iyilik eden ruhlardandır. Her yıl bu su başında birçok kurban kesilir. Bu bir ibadet şekli, İslamiyet’ten sonra bir efsane ile evliyaya kurban şeklini almıştır. Efsaneye konu olan evliya ise bir çobandır.

Tunceli’nin Munzur Dağlarından çıkan Munzur Çayı nasıl mukaddes ise, Buyer Baba Dağından çıkıp, Zel Dağının altından geçen “Kutlu Deresi”de o derece mukaddestir.[89]

M. Nuri Dersimi’nin “Dersim Tarihi” isimli eserinde, “Munzur Suyu”nun kutsiliği hakkında verdiği malumatı, gayet ilgi çekici bulduğumuzdan, aynen naklediyoruz:

“Munzur suyu kaynağı: Buradaki umumi manzara insana bir heybet ve bir ilahi alamet duygusu telkin eder. İnsan gayri ihtiyari bir heyecana kapılır, bir çokları heyecandan ağlar, tabiata perestiş (tapınma) ve secdeye gelmek ihtiyacını duyar. Ufuklara baş çeken sonsuz zincirleme dağların eteklerinden fışkıran kaynakların yamaçlara aksettirdiği inleyişler, göklerin mavisini kapatan asırlara şahit büyük ağaçlar, efsanevi bir alem duygusunu verir. Aşiretlerin bu kaynaklar başında kestiği kurbanları, tabiatın harikalarına tapınmanın bir tabiat tezahürü saymamak imkansızdır.”

“Burada, tabiatın bu ilahi haşmeti önünde, aşiretler aralarındaki husumet ve ihtilafları unuturlar, bakışlar hep kardeş bakışı olup, tarafların hakemleri, basit birer umumi duruşmadan sonra, kararlarını ittihaz ederler, kararlar nihaidirler. Hasımlar öpüşür, kucaklaşır, güler, beraberce yer ve içerler. Tarafların binlerce silahlı davetlisi olan aşiretler, huzur içinde mıntıkalarına dağılırlar. Bu kaynakların başında, en çetin davalar, en kanlı ihtilaflar halledilir. Verilen her türlü karara, gayri ihtiyari her fert baş eğer, kendinde itiraz etmek cesareti bulunmaz.”[90]

Bu açıklamalardan sonra, Zaza Türkleri’nin su ile nasıl haşır-neşir olduklarını bir kere daha düşünerek, “Su” uruğu ile olan “soy birliği”nin ve “akrabalık” bağlarının menşeinin temel unsurlarını bünyesinde toplayan kadim Türlüğün günümüzde, Anadolu’daki varislerinin Zaza Türkleri olduğunu kat’i olarak söyleyebiliriz.

Dikkatimizi çeken bazı benzerliklerden söz etmeden geçemeyeceğiz. Şöyle ki:

Sumerler’de; “Umma” bir tanrı idi. Zaza Türkleri Tanrı’ya “Humay” der. Göktürklerde de “Umay” vardır.

Sumerler’de güneşe tapılırdı. Dersim (Tunceli)’de de ona tapıyorlar. Tunceli’li Zaza Türkü sabahları pek erken kalkıp, muhteşem dağlar arasından doğmakta olan güneşin ışıklarına karşı vücuduna muhtelif eğilme ve hareketler vererek ibadet eder. Güneşe Tanrı’nın nuru denir.[91] Bir kısım eski Türk boylarında da “güneşe tapma” ön safhada göze çarpar. Kuzey bozkır göçebelerinde bu açıktır. Hunlar’ın Tan-Hu’ları doğan güneşi ve yeni ayı eğilerek selamlarlardı. Türk hakanlarının çadırı da doğuya açılırdı. Çin kaynaklarına göre bu “gökün bu yönüne saygı nişanesidir, zira güneş oradan doğar.”[92]

Sumerler, yüce dağların bulunduğu yerlerden (Orta Asya’dan) ayrıldıkları için, tanrıların yüksek dağ başlarında bulunacaklarına inanırlardı. Mezopotamya’ya geldiklerinde dümdüz bir arazide (daha doğrusu iyilik yapan bu tanrılar yanlarına getirmek ve onları yükseltmek için), “Sigurat” denilen bazıları yedi kata kadar yükselen kuleler yaptılar. Tanrıların buralarda oturabileceklerine inanıyorlardı.[93] Bu bakımdan Sumerler’de ilk güneş ışığının çarptığı “Sigurat”lar, birer mihrap idi. Tunceli’de “Sakarat” tepesi mihraptır. Tunceli’li Zazalar ilahlarının yüksek kayalar üzerinde durakladığına inanırlar. Sivri ucuna güneşin ışığı ilk defa çarpan yüksek kayada onların mihrabı sayılır. “Sakaran” Tunceli’nin bu cinsten mukaddes bir kayasıdır. En yüksek kaya olması dolayısıyla, “güneş tanrı”nın ilk ışığı onun sivri tepesinde canlanır. Tıpkı Sumerler’deki sitelerin “Sigurat” adı altında tanıdığımız kuleleri ve ehramları gibi. Zazalar’la meskun olan Palu civarındaki “Sakarat”da bunlardan biridir.[94]

Sumerler’de “İn” ve “Sin” hem mabud idiler, hem de mabetleri vardı. Tunceli’de “İn” ve “Sin” köylerinde ruhani sülaleler ve mukaddes yerler vardır.[95] Sumerler’deki “Sin” tapınağına karşılık , Diyarbakır’daki “Sin Camisi”de tipik bir misaldir. Evliya Çelebi’ de bu camiden bahseder.[96] Yine Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde “Sinda” ve “İnkan”, Ergani İlçesinde “Sini”, Silvan İlçesinde “Sınsın” gibi köylerin varlığı da anlamlıdır. Bugün İran sınırları içerisinde bulunan Kirmanşah’ta, “Sincabi” diye anılan bir aşiret vardır.[97] Yine bu şehirde “Sumeyrem” adıyla bilinen bir kale mevcuttur [98] ve Sumer adını andırmaktadır.

Sumerler’de mukaddes sayılan ağacın benzeri, Tunceli’nin “İn” köyündeki ruhani sülalede emanettir. Hangi çağa ait olduğu bilinmez, bir kütük halinde saklanır.[99] Kiştim köyünde de bunun bir benzeri vardır. “Dersim Tarihi”nin yazarı, bunu şöyle anlatır: “Büyük bir oda ortasında, büyük ve eski bir direk vardı. Bu direkte yeşil sargıyla sarılı bir değnek asılmış ve değneğin sargıdan dışarı kalan kısmı büyük bir yılan başı şeklinde görünüyordu. Buna herkes “Kiştim Evliyası” diyordu... Buraya toplanan halk, bir taraftan iniltili seslerle Humay’a yalvarıyor ve bir taraftan değneğe karşı huşu ile boyun eğiyorlardı. Genel bir ağlayış baş gösterdi, ben dahi bu umumi heyecan ve heybetten ağlamaktan kendimi alamamıştım...[100]

“Erzincan Tarihi”nde yine bu Kiştim Köyündeki mukaddes bir ağaçtan söz edilmektedir. Yazar şöyle diyor: “Kiştim köyünde büyük bir söğüt ağacı vardır ki, beş altı asırlıktır. Dallar ve budakları etrafa kol salmış birkaç yerinden filizlenerek başka birer ağaç meydana getirmiştir... Bu ağaca mukaddes nazarıyla bakarlar ve dibinde kurban kesip and içerler...”[101]

Doğu Türkistan’ın Müslüman kamları da hastayı efsunla tedavi ederken çevrelerinde “kayın ağacı” bulundururlar. Kayın ağacı aynı zamanda, kendisine tapınılan mukaddes bir varlıktır. Belti ve Sagay Türkleri, gök veya dağ kurbanı ayinini kayın ağaçları altında yaparlar. Yakutlar, kara çam ağacını da mukaddes sayarlar. Çocuğu olmayan Yakut kadını kara çam ağacına gelir, beyaz at derisini ağacın altına serer ve ağacın karşısında dua eder.[102]

Sumerler’de, “Ağdad”, tıpkı “Orkan” gibi fırtınaya ve korkunç hamlelere müekked idi. Bugünkü Tunceli’nin korkunç fırtınaları da “Ağdad” köyünün doğusundaki “Tacik Baba” tepesinden patlar.(Tacik Baba’dan hem fırtına patlar, hem de Tunceli’li Zaza Türk’ü, “Tacik Baba”dan top uğultularına benzeyen fırtınalı sesler geldiği zaman bunun, devletin harbe gireceğine, şayet devlet harp halinde ise, zafere işaret ettiğine inanmıştır.[103]) Bingöl’ün Kiğı İlçesine bağlı bir köyün adı da “Ağdad”tır.

Dikkate şayandır ki, Zaza Türkçesi’nde Sumer Dili’nin pek çok kelimelerinin az bir farklılıkla ve aynı anlamda, bugün bile hala kullanılmakta olduğuna şahit oluyoruz. İleride “dil” bahsinde ele alınacağı üzere bazı bilginler, İsa’nın doğumuna yakın yıllara kadar, bütün Türkler’in tek bir dil konuştuklarını ve bu devrenin de “Ana Türkçe Çağı” olduğunu ileri sürmektedirler. Bugün farklı coğrafya parçaları üzerinde yaşayan ve aralarında bir hayli uzaklık bulunan Zaza Türkleri ile Çuvaş veya Yakut Türkleri’nin konuştukları lehçelerdeki sözlerin ayniliği, bu görüşü teyit eder niteliktedir. Benzerlik arz eden kelimelerin, milattan önceki “Ana Türkçe”nin malı olduğu şüphesizdir. Daha önce, bazı dil bilimcilerin Çuvaş ve Yakut Türkçe’lerini “Sumerce ile akraba” saydıklarını belirtmiştik. Bizim araştırmalarımız da, Zaza Türkçe’si ile Çuvaş, Yakut ve Sumerce’nin birbirlerine olan yakın akrabalıklarını ortaya koymaktadır. Mesela Sumerce’de’de “ama”, Çuvaş ve Yakutça’da “ama”,eski Uygur Türkçe’sinde “uma”, keza Divan-ı Lügati-t Türk’te de “uma”, Zaza Türkçe’sinde “ma” veya “may” (özellikle, Hani, Dicle, Palu, Tunceli’de) gibi muhtelif söyleniş biçimleri bulunan bu kelimelerin Türkiye Türkçesi’nde ki karşılığı “ana”dır...

“Dil” cihetinden, Zaza-Sumer akrabalığını gösteren pek çok delil vardır. Misal olarak bazı Sumerce kelimeleri[104], mukayese ettiğimiz Zaza Türkçesi’ndeki kelimeler ile birlikte sunmak istiyoruz:

SUMERCE ZAZA TÜRKÇESİ
agaregatarla
barber/perumum,bütün
barbabanbarınak,barınacak yer, ev
dudut/tutçocuk
duruvındur/vındurudur,durmak
eşeşan/aşaneşmek, kazmak
gişkugişnu/kişnuşişman adam, şişko
ilele/laip, ilmak
ilupil/piluulu, büyük
kıyıkıyşt/kıştkıyı, sahil

Milattan 4 bin yıl önce Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu bölgeleri dahil, “Mezopotamya” diye anılan bugünkü Suriye ve Irak topraklarını da içine alıp, Basra Körfezine kadar uzanan geniş bir sahada üstünlüğünü hissettirerek ayrı ayrı bölgelerde krallıklar tesis eden Sumer ve Subar/Suvar Türkleri’nin yaşayan torunları olarak kabul ettiğimiz Zaza Türkleri, meskun bulundukları mıntıkalarda, bu ecdat adlarını aynen veya bunların değişik, yahut ekler almış şekillerini birer hatıra olarak hala muhafaza etmektedirler. Burada, sadece birkaç misal vermekle yetineceğiz.

Diyarbakır ve Harput mıntıkasında kurulan bir “Sup” Krallığı’nın mevcudiyetini biliyoruz.[105] Adının da dalalet ettiği gibi, bu krallığı Subar Türkleri kurmuştu. “Sup” adı, bazı kaynaklarda “Sukh” şeklinde geçer.[106] Zazalar, günümüzde dahi Diyarbakır iline “Suk” derler. Üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen bu adın hala muhafaza edilmesi, oldukça anlamlıdır. Zazalar’la meskun bulunan Diyarbakır’ın Eğil bucağındaki eski “Sup” krallarına ait mezarların [107] varlığı da, keza aynı şekilde düşündürücüdür.

Urartular, Harput mıntıkasına “Supani” adını veriyorlardı. Diyarbakır’da “Sıpani” adında bir köy mevcuttur. Palu’da, “Sebiterias” adını taşıyordu.[108] Bu isim “Subari”nin bozulmuş bir şekliydi. Urmiye Gölü kuzeyinde akan “Sibir” çayı da bunların adını taşır.[109] Orta Asya’daki “Sibirya” adı, yine bunlardan kalmadır. “Sipki”, “Sibki”, “Sipkani”, “Sibari” (Zibari) gibi aşiret [110] isimlerinin kaynağını da yine bunlarda aramak gerekir.

“Subar”ların diğer adı “Suvar”dır. Ağrı, Elazığ, Erzurum ve Bitlis’te “Suvar” adlarını taşıyan köyler vardır. Palu, Hınıs ve Bingöl’de, “Suvarlar” anlamına gelen, “Suvaran” isimli köyler mevcuttur. Adıyaman’ın Besni ilçesinde ve Malatya’da “Suvarlı” adında birer köy bulunmaktadır. Malatya’nın Pütürge ilçesinde, “Siver” bir köydür.Zazalığın güney hududunda önemli bir yer tutan “Siverek” adı da anılmaya değer. “S” ve “Z” değişimi ile Tunceli’nin Pertek ilçesinde “Ziverek” adlı köyler de dikkat çekicidir. Ayrıca ; “Şuvan” (Suvan/Sivan), “Çuvan”, “Şiveli” (Siveli), “Sivelan”[111] gibi aşiret isimlerinin sonlarındaki “-an” çoğul ekini kaldırdığımızda, arta kalan; “Şuv”, “Çuv”, “Siv” gibi sözlerin, eski Türkçe’de “Su” anlamına geldiğini daha önce zikretmiştik. Sumerce’deki “Sıv” sözü de “su” anlamına gelir. Şu halde, bu aşiret isimleri de eski kökün birer mirasıdırlar. Bingöl’ün Genç (“Dareyhini”) ilçesinin hemen hemen tamamını kaplayan geniş bir mıntıkada 33 köy (muhtarlık) ve 86 tane de mezra vardır ki, bütün bunları bünyesinde toplayan bu bölge “Sivan” adıyla anılmaktadır. Çoğul eki olan “-an”ın önündeki “Siv-“ın anlamı üzerinde daha önce durmuştuk. “Sivan”, “Su’lar” yani “Su uruğundan olanlar” demektir. Sivan Zazaları da asırlar öncesindeki “Su” Türk uruğunun (yani, kendi atalarının) hatırasını farkında olmadan yaşatmaktadırlar...

Zaza Türkleri’nin kadim tarihine ışık tutucu nitelikte olup, ancak bugüne kadar gün yüzüne çıkarılmayan bazı tarihi kıymetlerin mahiyetinden sözetmek için, tekrar milattan önceki çağlara inmemiz icap ediyor.

Sumer ve Subar/Suvar Türkleri’nin birleşik gücü, güneyden Asurlular, batıdan Hititler, doğudan Urartular ve sonraları İranlı Medler ve Persler’in yıllar süren saldırıları karşısında zayıflayıp sonra da dağılmaya yüz tutunca, bunların bazı kabileleri çeşitli bölgelerde, kendi başlarına, küçük küçük krallıklar kurdular. Bu küçük krallıların zaman zaman, yukarıda zikredilen Asuri, Hitit, Urartu, Med, Pers ve sonraları da Ermeniler’le çatıştıklarını tarihi kayıtlar bildirmektedir.

Bugünkü Zaza Türkleri’nin ataları tarafından kurulan bu küçük krallıklardan biri, günümüzde İran sınırları içerisinde bulunan Urmiye gölü civarında, diğerleri ise Dicle, Fırat ve Murat ırmakları dolaylarında tesis edilmişlerdi.

Urmiye Gölü civarında kurulan Zaza Krallığı, “Zamza” adını taşıyordu. Burası, Urmiye gölünün güney ve güneybatı bolgesi idi. Asur kaynaklarının bildirdiğine göre; M.Ö. 882 senesinde Asur Krallı III. Assaurnasirabal, hazırladığı büyük bir orduyla, Zaza Türkleri’nin bu küçücük hükümeti üzerine yürümüştür. Netice itibariyle burası, Zazalar ile Asurlular arasında başlayan kanlı çatışmalara sahne olmuş ve Asurlular sadece kalabalık orduları sayesinde bu bölgeyi ele geçirmişlerdi.[112]

Günümüzde , Urmiye Gölü çevresinde meskun bulunan “Zerza” aşireti[113] hala o atalar (“Zamza”) adını taşımaktadır. Ancak bu aşiret, İran-Fars kültürünün tesirinde çok kaldığından, lehçesi, konuşulmakta olan Zaza Türkçesi’ne benzememektedir. Şerefname’de “Zerza” aşiretiyle birlikte, bu bölgede, bir de “Zerza Vilayeti” zikredilmektedir.[114] Evliya Çelebi’de , “korkulu, tehlikeli, dar ve amansız” diye nitelediği bir “Zerzivan” boğazından bahseder.[115]

Asur Kralı III. Assaurnasirabal, M.Ö. 880 yılında Urmiye gölünün batısına yönelerek “Zapzas” mıntıkasını da işgal etti. Daha sonra Fırat, Balık ve Habur suları arasındaki bölgede bir beylik kurmuş olan “Zoki”lerle savaştı. (M.Ö. 879).[116] “Zoki” (Zuki)ler, büyük bir ihtimalle Diyarbakır’daki “Sup” (veya “Sukh”) krallığından olan bir topluluktu. Asur kaynaklarındaki Zoki/Zuki şeklinde geçen bu isim, “S”, “Z” değişimi ile, üzerindeki esrar perdesi kalkıyor ve asıl adı (“Suki/Sui/Su” veya “Suk/Sug/Su”) ortaya çıkıyor. Babillilerin Zaza Türkleri’ne “Zou-Zou” dediklerini biliyoruz. “Zou” (Su) ile “Zoki” (Su) arasında önemli bir benzerlik vardır. Bunlar muhtemelen aynı topluluk idiler. Bugün Bitlis’te, “Zoki” (veya “Pa-zoki”, “Pa-zuki”) adını taşıyan bir aşiret vardır. “Zap” suyuda adını “Sup” (Supar/Subar) Krallığından almıştı. Yunanlı Ksenofon, M.Ö. 401 yılında bu adı “Zapataş” şeklinde yazmıştır.[117] Asur kaynaklarında bu mıntıka, “Zapzas” adı ile anılmaktadır.

“Zapsas” mıntıkası ile “Zamza” mıntıkası yan yana idiler. Bunların kuzeyindeki bölge ise (Van gölü yöresi), “Zanzavina” adını taşıyordu ve burası aynı zamanda bir “krallık”tı. (“Zanzavina”daki “-vina” ile “Zapzas” daki “-s” ekleri kalktığında; “Zamza-Zanza-Zapsa” ana kökleri kalır ki, “Zaza” ile aynıdırlar.) Asur kralı II. Salmanasar, ordusuyla birlikte bu havaliye yöneldiğinde, “Zanzavina Kralı”nın gelip kendisine hediyeler takdim etmesi de bir işe yaramadı.II. Salmanasar, M.Ö. 856’da “Zamua” ve “Ma-Zamua” bölgelerine hareket etti. Bu bölgelerin küçük ordusu ve halkı, Urmiye gölünün ortasındaki adalara iltica ettiler.[118]

Bu sıralarda, Doğu Anadolu bölgesine Urartular yerleşmiş, ne yazık ki bunlar da Asurlular’dan hiç de geri kalmamışlardı. Urartu kralı Menuas (M.Ö. 810-780), kısa bir zamanda “Katar-Zasin” ile “Lu-sasin” krallıklarına ait kaleleri zaptetti.[119] Bu krallıklar muhtemelen adının da tanıklığıyla bugünkü “Sasun” ilçesinin topraklarında bulunuyordu. Sasun ilçesi, günümüzde kısmen Zaza Türkleri ile meskundur. “-N” çoğul eki kaldırıldığında; Zasi-Sasi-Sasu-Zaza kelimeleri arasındaki benzerlik gayet ilgi çekicidir.

Kral Menuas, daha sonra Murat suyu üzerinde bulunan “Dial-Hini” (Drauhini) Krallığının üzerine yürümüş, bu krallığın merkezi olan “Sasilus” kasabasını da ele geçirmişti.[120] “Diauhini” veya “Drauhini” denilen yer, bugünkü Bingöl ilinin “Genç” ilçesidir. Bu ilçe tamamıyla (40 kusur köy dahil) Zaza Türkleri ile meskundur. Günümüzde dahi bu ilçe, yerli halk ve köylüler dahil, komşu ilçelerin sakinleri tarafından da “Darahani” yada “Dareyhini” adıyla anılır. Bu ilçenin “Sivan” bölgesinde, “Sosın” diye bir köy vardır. Bu köyün kadim tarihteki “Sasilus”un bizzat kendisi olduğu düşünülebilir. Kelimelerin sonundaki “-lus” ve “-n” ekleri kaldırıldığında, “Sasi” ve “Sosi” ana kökleri kalır ki bunlar da birbirlerinin, dolayısıyla “Zaza” ile aynıdır.

Urartu Kralı Menuas, bunlardan sonra da “Sesedina” memleketine karşı yürüdü, bu arada “Zuama”ülkesinin de arazisini işgal etti.[121] Dicle ırmağının doğusunda bulunan bir “Susiana” Krallığının varlığını bilmekteyiz. Ksenofon, bu krallığın başkentinin “Susa” olduğunu söyler. Buna daha evvel değinmiştik. “Sesedina” ile “Susiana”nın aynılığı kuvvetle muhtemeldir. Bir kelimenin değişik dillerdeki fonetiklere göre nasıl şekilleneceğini düşünelim. “Sesedina” ile “Susiana”nın son ekleri olan “-dina” ve “-ana” yı kaldırınca, kök söz olan “Sese” ve “Susi” kalır ki, bunlar da yine birbirlerinin aynıdır. Evliya Çelebi Dicle havzasında bir “Susa Kalesi”nin varlığından bahseder.[122] Ayrıca yine “Sersar suyu ve kalesi”ni de zikretmektedir.[123] Diyarbakır’ın Silvan ilçesine bağlı bir köyün adı “Susa”dır. Lice ilçesindeki bir köyde “Sisi” adıyla bilinir. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde bir Zaza aşiretinin adı “Sisan”dır. Diyarbakır’ın Çermik ilçesindeki “Sarsap”, Çüngüş İlçesindeki “Şarsap “(Sapsap) ve “Salsav” birer köy adıdır. “Samsat”da Adıyaman’da bir ilçedir. Kelimelerin etimolojisini ele almıyoruz. Ancak “Samsat” için şunu diyebiliriz. “T”, eski Türkçe’de çoğul ekidir, bu ek düşünce, “Samsa” kalır ki, “S”, “Z” değişimi ile, daha evvel zikredilen “Zamza” ile aynı olur. Bu da, “Zaza”dır.

Urartu Kralı I.Argistis (M.Ö. 780-755), Zaza Türklerinden bahseder. Bazı yazılarında (kitabelerinde) ise, Zazalar’ı “Zavaidi” diye göstermiştir.[124] Bu kralın “Saski” hanedanı ile “Zuaen”lere olan düşmanlığı ve aralarındaki mücadeleler de anılmaya değer.[125]

Asur kaynaklarında bir de “Mu-Zazir” Krallığından bahsedilir. Bu krallığı yöneten de, “Ur-Zana” adını taşıyordu.[126] Asur kayıtlarına göre; Asur Kralı Sargon, M.Ö. 714 senesinde, “Mu-Zazir” şehrini tahrip etmiştir. Bu şehir, Hakkari’nin şimdiki Beytüşşebap ilçesi civarında ve kuzey-batısında idi. “Mu-Zazir” adı, bazı kaynaklarda “Mu-Zasir” veya “Mu-Sasir” şeklinde de geçmektedir.[127]

Asurluların, Ağrı dağı güneyinde, Van, Bitlis, Siirt ve Bingöl havalisinde yayılan Su/Saka (bazı dillerde “Sakarti”) Türkleri’ne verdikleri “Zikirtu” adı[128], bize bir konuda önemli bir ipucu veriyor. Bingöl Zazaları’nın nadiren de olsa, kendileri için kullandıkları bir “Kırd” sözü vardır. Bunun kaynağı büyük bir ihtimalle, “Zikirtu”dur. Bingöl’deki “Kıkti” aşireti adının da buradan çıktığı söylenebilir. Bingöl’ün Kiğı ilçesinde “Zig”, Tatvan’da “Zigak”, Baskil’de “Zikan” isimli köy adları da düşündürücüdür. “Yigirmi” sayısının “yiirmi/yirmi”ye dönüşümü gibi; “Siirt” ili adının da “Zikirtu” (Sikirt/Sigirt/Siirt)’dan çıkması mümkündür.[129] Araştırmacı E. Herzfeld’in görüşü de bu istikamettedir...[130]

Urartular’ın ardından Doğu Anadolu’ya yerleşen İranlı Medler (M.Ö. 708-550) ve Persler (M.Ö. 550-330)’le Zaza Türkleri arasında , sayısız denilebilecek kadar kanlı olaylar ve çatışmalar vuk’u bulmuştur.

Çok daha sonraları bölgeye gelen Ermeniler ve İranlı Sasaniler (M.S. 226-642)’le de aynı çekişmelerin devam ettiği malumdur.

Zaza Türkleri’nin kadim tarihinden habersiz olan birtakım kişiler, “Sasani” ve “Zaza” kelimeleri arasında bir benzerlik kurarak, Zazalar’ı Sasaniler’in ahfadı saymaktadırlar. Halbuki “Zaza” adı, Sasani devletinin kuruluşundan bin (1000) yıl kadar önce bile vardı ve hala da vardır. Tarih, üç bin (3000)yıldan beri onu tanıyor. “Sasni” adı ise, bir müddet duyulmuş ve sonra da tarihin derinliklerine gömülmekten kendini kurtaramamıştır (Aslında “Sasan”, bu devletin kurucusunun adıdır. Bizim “Selçuklu” , “Osmanlı” devletleri gibi).

İslam’ın inkişafından sonra, Arap kaynaklarında da Zaza Türkleri hakkında geniş malumat verildiği bilinmektedir. Araplar, daha Selçuklu Türkleri bölgeye gelmeden önce, Zaza Türkleri ile meskun mıntıkaları “El-Zavzan” adı ile anılıyorlardı. İbn’ül Esir’e göre; El-Zavzan, Musul’dan iki günlük mesafeden başlayarak Hilat yakınlarına kadar uzanıyor, Azerbaycan tarafından da Salmas’a kavuşuyordu.[131] Bu bölgelerde eski Zaza Türkleri’nin yaşadığını daha önce belirtmiştik. Bazı yer adları da tezimize ışık tutmaktadır. Mukaddesi, Cezirat İbn Ömer (bugünkü “Cizre” ilçesi)’de “Zavzan” adını taşıyan bir nahiyeden bahseder.[132] Ayrıca “Zavzan Kalesi”nin mevcudiyeti de zikredilmeye değer.[133]

Anadolu’ya yerleşen Selçuklu Türkleri arasında, “Zazik” adını taşıyan boyların varlığına tesadüf edilmiştir. Selçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubat zamanında, Konya-Aksaray (Niğde) yolu üzerinde, “Zazadin Hanı” adı ile bilinen, meşhur bir kervansaray yapılmıştır ki, bunun harabeleri halen mevcuttur. Yapılış tarihi ise 1236’dır.[134]

Araplar’ın “El-Zavzan” dedikleri bölgede, Evliya Çelebi seyahati esnasında, “Sa’sa Kalesi” denilen bir yere geldiğini kaydetmektedir.[135] Evliya Çelebi, bundan başka bize pek çok isim daha vermektedir. Mesela, gelişmiş şehirlerin adlarını sıralarken, “Zağ-Zağa” isimli bir şehrin varlığından bizleri haberdar etmektedir.[136] Sivas mıntıkasında da, Kızılırmak nehri üzerinde bir “zağzağ” köprüsünden söz ederek şöyle der: “...kuzeye doru giderek Sivas sahrasında Kızılırmak nehri üzerindeki Zağzağ köprüsünü geçtik. On sekiz gözlü büyük bir köprüdür. Tam ortasında namazgahı vardır. ‘Eğri Köprü’ adı ile meşhurdur.Buradan da batıya doğru giderek “Zağzağı köyünde menzil aldık.[137]” Ayrıca birde “Sasalar” köyünü kaydeder ve “Gazi Hüdavendigar’ın Sasa Koca adında bir adamı burada yerleşmiş olduğundan köye bu isim verilmiştir.200 hanelidir.[138]” demektedir. Sivas mıntıkasında eski çağlardan beri Zaza Türkleri’nin varlığına tesadüf edilmektedir.Günümüzde Sivas’ın Zara ilçesi ve çevresi, Zaza Türkleri ile meskundur.

Erzincan’da, merkez ilçenin Çatalarmut bucağına bağlı bir köy, “Zazalar” adını taşımaktadır. Şimdiki adı “Baltaşı” dır.

Anadolu Türk Beyliklerinden biri olan Menteşe Beyliği’nin kurucusu Emir Menteş’in damadının adı “Sasa Bey” idi. 24 Ekim 1304’te İzmir’deki Selçuk
Kalesi’ni Bizanslıların elinden alan da bu Sasa Bey’di.[139]

Diyarbakır’da “Sultan Sa-Sa Camii” diye anılan bir caminin varlığına bazı kayıtlarda rastlıyoruz. Ancak bu camii, 1908’den sonra yıkılmıştır.[140]

Osmanlı arşivlerinde, “Sasa, Sasalar, Sasalı (Sasalu)”adı ile bir cemaat zikredilir.Bu cemaat; Adana Eyaleti, Yüreğir Kazası (Adana Sancağı), Selanik Sancağı, Marmara Kazası (Saruhan Sancağı), Gümilcine Kazası (Paşa Sancağı), Yörükhan-ı Ankara Kazası (Ankara Sancağı)’nda mukim addedilerek, “Yörükkan taifesinden” gösterilmiştir.[141]

Daha pek çok misal verilebilir.

“DİL” AÇISINDAN ZAZA VE KURMANÇLAR

Kurmanç ve Zaza Türkleri arasındaki en belirgin farklılığı konuştukları lehçelerde görmekteyiz.

Kurmançlar kendilerine “Kurmanc” ve konuştukları lehçeye de “Kurmanci” adını verirler. “Kürt” veya “Kürtçe” tabirini kullanmazlar. Zaza Türkleri’nin lehçesine de “Zazaki” (Zazaca) denir. Bazı çevreler bu lehçeye “Dımıli” diyorlarsa da bu yanlıştır.

Kurmancca ile Zazaca birbirlerinden farklı iki Türk lehçesidir. Türkçe’nin pek çok lehçeleri vardır: Kazak, Kırgız, Başkurt, Özbek, Nogay, Çuvaş, Yakut, Azeri v.s. gibi lehçeler, bunlardan bir kaçıdır.Kurmanca ve Zazaca da bunlar gibi Türkçe’nin birer lehçesidirler. Her Türk lehçesinin çeşitli şiveleri (ağızları) mevcuttur. Şive sayısı içinden çıkılamayacak kertede çoktur.[142] Mesela Azeri lehçesi birçok şivelere (ağızlara) bölünmüştür, Anadolu ağızlarına benzer çeşitli fonetik özellikler gösterir. Bu ağızlar doğu, batı, güney, kuzey, merkez gibi cihetlere göre gruplara ayrılırlar.[143] Kurmancca ile Zazacanın da yine aynı şekilde, her birinin çeşitli şiveleri vardır.

Türk Milleti savaşçı ve akıncı olduğu için Asya’nın büyük bir parçasına, Avrupa’nın doğusuna ve güneydoğusuna yayılmış ve yerleşmiştir. Pek çok boy ve kola ayrılmıştır.Türkçe sözlerin kökleri bir olduğu halde, memleketlerinin ayrılması ve zamanın geçmesiyle, çekimlerinde ve eklerinde ayrıntılar meydana gelmiştir. İşte bu ayrıntılar da lehçe ve ağız (şive) değişiklikleri doğurmuştur.[144] Hele kendi kendilerine tamamen yabancı olan topluluklara yakın yerlerde iskan eden Türk boylarının dilleri karmakarışık bir hale gelmiş ve “öz”ünden çok şey kaybetmiştir.

Kaşgarlı Mahmud da ; “Oğuzlar, Farslar’la birlikte düşüp kalkmaya başlayınca bir takım Türkçe kelimeleri unutmuşlar, onun yerine Farsça kullanır olmuşlar.[145]” demek suretiyle, bu hususa gayet açık bir şekilde işaret ediyor.

Bütün lehçelerin kaynağını, bizi çok eskilere götürecek olan “Ana Türkçe”de bulabiliriz.Bazı Türkologlar ve dilbilimciler, İsa’nın doğumuna yakın yıllara kadar bütün Türkler’in bu dili kullandığı görüşündedirler ve bu devreye de “Ana Türkçe Çağı” adını vermektedirler.[146] Lehçelerin ve şivelerinin de asıl bu tarihlerden sonra doğduğu ileri sürülmektedir.

“Ana Türkçe”nin pek çok kelimeleri, bugün dahi Türkçe’nin bazı şivelerinde muhafaza edilmektedir. Çok miktardaki kelimeler de unutulmuş ve yerini ya Farsça’ya yada Arapça’ya terk etmiştir...

Bugün bir Anadolu Türk’ü ile bir Çuvaş Türk’ü, yahut bir Azeri Türk’ü ile bir Yakut Türk’ü, birbirlerini anlayamamaktadırlar. Keza bir Zaza Türk’ü ile bir Kırgız Türk’ü, yada bir Kurmanç Türk’ü ile bir Özbek Türk’ü yine aynı şekilde, birbirleriyle anlaşamamakta ve konuştuklarının manasını bilememektedirler. Dolayısıyla Kurmanclar ile Zazalar yan yana yaşadıkları halde yinede tercümansız anlaşamamaktadırlar. Lehçeleri arasında da önemli farklılıklar göze çarpar.

Tarih ve ilim yönünden önemli olan, “Ana Türkçe”den pek çok kelimenin bugün bile, Zazalar ve Kurmançlar ile diğer Türk toplulukları arasında, ortaklaşa olarak aynen kullanılması ve yaşatılmasıdır.

Öyle ki, bugünkü Türkiye Türkçesi’nde kullanılmayan bir hayli eski Türkçe (Göktürk, Uygur, Karahanlı v.s. Türkçeleri) kelime, Zaza ve Kurmançlar dahil, diğer bazı Türk boyları arasında da yaşamaktadır. Bazı çevrelerin, “bugünkü Kürtçe’deki Türkçe kelimeler, yakın komşuluk ilişkilerinden geçmiştir” şeklindeki iddiaları, bizce geçerli değildir. Çünkü bu Türk boylarının kullandıkları öyle eski Türkçe kelimeler vardır ki, bunlar Türkiye Türkçesi’nde yoktur. Dolayısıyla aynı kelimelerin Doğu Anadolu’dan, çok çok uzaklarda yaşayan ve hiçte birbirleriyle komşulukları bulunmayan Yakutlar’da, Çuvaşlar’da veyahut Kırım Türkleri’nde de kullanıldığını görmekteyiz. Demek oluyor ki, Zazaca ve Kurmancca da tıpkı diğer Türkçeler gibi, bahis konusu edilen asıl eki “Ana Türkçe”nin birer dallarından başka bir şey değildirler.

Şimdi, Türkçe’nin Zaza ve Kurmanç lehçeleri ile diğer lehçeleri arasında, fonetik açısından bazı noktalara temas etmek istiyoruz:

1- Günümüzde kullanılan Latin asıllı yeni Türk alfabesinde işareti bulunmayan, Arap asıllı eski Türk alfabesinde (?) şeklindeki harfle belirtilen ve gırtlaktan çıkan “H” sesi, Kurmanc ve Zaza lehçeleri dahil, bütün Türk lehçelerinde hala muhafaza edilmektedir. SSCB’deki Türk boylarının “mecburi” olarak kullanmakta oldukları “Kiril” alfabesinde, bu kalın “H” sesi, (X) işaretiyle gösterilmektedir.

2- Yeni Türk alfabesinde işareti bulunmayan ancak, fonetiğinde mevcut olan ve gırtlaktan çıkan kalın “K” sesi (eski alfabedeki işareti ?), Kurmanc ve Zaza lehçeleri dahil, bütün Türk lehçelerinde kullanılmaktadır. Latin alfabesindeki (Q,q) da bu sesi verir.

3- Yeni alfabede gösterilmeyen, ancak fonetiğinde bulunan bir ses vardır ki, üst dişleri işe karıştırmaksızın, yalnız üst ve alt dudakları oynatmakla çıkarılan bu ses, “W”dir. Bu “W”, bildiğimiz “V” gibi söylenmez, okunmaz. Kurmanç ve Zaza lehçeleriyle birlikte, bütün lehçelerde kullanılır. (Eski alfabedeki işareti ?).

4- Yeni alfabede bulunmayıp, fonetiğinde geçen; Kurmanc, Azeri, Nogay, Zaza Türkçeleri ile, diğer bazı lehçelerde kullanılan (e)’den başka, (i) ile (e) sesleri arasında bir ses veren ikinci bir (ê) sesi vardır. Türkiye Türkçe’sinin fonetiğinde, “êl”, “êloğlu”,têsir” v.s.gibi kelimelerde geçmektedir.

5- Kazan Türkçesi’nde (o) ve (ö) sesleri bulunmaz. Buna paralel, Zaza ve Kurmanccada da (o) sesi çok az, (ö) sesi ise hiç kullanılmaz.

6- Anadolu Türkçe’sinde (-y) ile başlayan sözler, Azeri Türkçe’sinde ünlülerle başlar: yılan-ilan, yiğit-iyid, yıldız-ılduz, yüz-üz, yürek-ürek gibi. Aynı özellik, hem Kurmanccada, hem Zazacada da vardır.

7- Buna karşılık bazı sözler (h-) protezi alır : açar-haçar, akıl-hakıl, ayva-heyva. Bu özelliğe de Kurmancca ve Zazacada rastlanmaktadır.
8-Türkiye Türkçe’sinde benzerlik belirten “gibi” edatı, Özbek Türkçe’sinde “dey” ve “dek” şeklindedir. Her iki şekil, az bir değişiklikle Zazaca ve

Kurmancca’da da kullanılmaktadır. “Dey”in karşılığı Zazacada “sey”; “dek”in karşılığı da Kurmancca’da “wek”tir.

9-Özbek Türkçe’sinde de mastar eki (-ış)’tır. (Türkiye Türkçe’sinde ; “-mek”, “-mak”).

10-Nogay Türkleri, (ş) sesini çoğunlukla (s) olarak kullanırlar. Mesela; “baş” yerine “bas”, “taş” yerine “tas”, “şöylece” yerine “söytip” derler. Bugün, Zaza Türkçe’sinin Tunceli şivesinde de aynı özelliği görmekteyiz. Mesela:

Tunceli şivesiDiğer şiveler

sekerşekerşeker
sıtşıtsüt
asmaşm/ayşmay
surışurıyürü,git.

Şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz. Zira bu mevzu, tezimizin dışındadır. Yukarıda aldığımız özellikler geçmişte, tarihte kalmış değil, bugün dahi konuşulmakta olan, yaşayan Türk ağız ve lehçelerinde varlıklarını sürdürmektedirler.[147]

Kurmanc ve Zaza lehçeleri pek çok yönden birbirlerinden farklı özelliklere sahiptirler. Bu farklılıkları tespit etmek mümkündür ve gayet kolaydır. Ancak bu farklılık, onların ayrı “ırk”lardan geldikleri anlamına gelmemelidir. Bunu daha önce izah etmiştik. Her ne kadar ayrı özellikler taşıyorlarsa da bunlar “lehçe ayrılıkları” olup, ikisinin de anası “Türkçe”dir. Temel budur. Bu ağacın pek çok dalı mevcuttur. İşte Zazaca ve Kurmancca’da bu dallardan ikisidir.

Lehçeler arasındaki ayrılıklar yalnız bu lehçelere mahsus bir şey olmayıp, diğer lehçelerde de mevcut bulunduğu zaten bilinen bir şeydir. Bu hususla ilgili olarak birkaç misal vermenin, yerinde olacağı kanaatindeyiz.

Fonetik bakımından olduğu gibi, morfoloji (söz kuruluşu) bakımından da, Türkçe’nin lehçeleri arasındaki farklı özellikleri görmek kabildir. Şöyle ki:

1- Anadolu Türkçe’sinde hikaye geçmiş zaman kipi “-mış/-miş”le biçimlenirken, Kıpçak bölümüne giren lehçelerde fiilin sonuna “-kan/-ken, -gan/-gen” ekleriyle şekillenir. Misal; “Bargan” (varmış), “atkan” (atmış), “kilgen”(gelmiş)

2- Kelimelerin sonundaki “-ğ”nin “-w”ye dönüşü de Kıpçak takımı lehçelerin özelliklerindendir; dağ (taw), bağ(baw), sağ(saw)...

3- Bu lehçenin önemli bir özelliği de “-u” ve “-ü” ile biten mastarın bulunmasıdır ; “al-u” (almak), “bir-ü” (vermek), “söyle-u” (söylemek).

4- Kırım Türkçe’sinde mastar eki, “-w”dir ; “Aşa-w” (yemek), “yaşa-w” (yaşamak)..

5- Özbek Türkçe’sinde ise, mastar eki olarak “ış” kullanılmaktadır ; Otırış (oturmak)..

6- Yine Özbek lehçesinde “-ğu, -ku, -gı, -ki” ekleri, Anadolu Türkçe’sindeki “-acak” partisip eki fonksiyonunun karşılığındadırlar. Misal ; kelgu (gelecek).

7- Kırım-Dobruca lehçesinde “man” ve “men” ekleri vardır. Bunlar “ile “, “le” bağlantıları yerine kullanıldıkları gibi, 1.şahıs eki olarak da kullanılırlar. Misal; Amet men Memet keldiler (Ahmet ile Mehmet geldiler).

8- Hakas Türkçe’sinde geçmiş zaman kipi, “-çuh” , “-çıh” şeklindedir. Misal ; Parçıh (varmış).

9- Tuba (Tuva) Türkçe’sinde, ikinci geçmiş zaman kipi; “-cık/-cik, -jik, -çık/-çih”dir. Misal ; kel-cik-men (geldim).

10- Yine bu lehçelerde (Tuva/Tuba); “-kay-tık” şeklinde, gelecek zaman partisibi de görülür. Misal; at-kay-tık (atacak), üçür-gey-tik (uçuracak).

Ve bunlara benzer daha pek çok farklılıklar...[148]

Ayrımcı çevrelerin kasıtlı olarak Zazalar’ın “Kürt” ve Zazaca’nın da “Kürtçe’nin bir kolu, bir lehçesi olduğunu ileri sürerek, konuyu bu şekilde ele aldıkları bilinmektedir. Şimdi, söylediklerine bakalım:

“Dersimliler, Kürtçe’nin en eski lehçesi olan Zaza dilini konuşurlar...[149]
“Zazaca, Kürtçe’nin bir lehçesidir.[150]
“Zazan: Bir Kürt aşireti[151]

“Zaza , bir millet ve oymak değil, Kürtçe’nin bir lehçesidir. Bu lehçeye ayrıca Dumili de denir[152]
“Kürtçe’nin dört büyük lehçesi vardır : 1- Kurmanci, 2-Lori, 3-Sorani, 4- Gorani. Bu dört büyük lehçeden başka Kürt lehçeleri arasında beşinci bir
lehçe olarak Zazaca’yı saymak zorunluluğu vardır.[153]

“Kürt ulusunun konuştuğu lehçe temel olarak iki bölüme ayrılır ; Kürdi ve Kurmanci. Bu iki ana bölüm diğerlerini de kapsamı içine alır... Zazalar kesinlikle Kürt’türler...[154]

Bazil Nikitin de şunları yazıyor :

“Harput vilayetinde, Dersim bölgesinin yoğun bir nüfusa sahip olduğuna işaret etmek gerekir. Fırat’ın iki yukarı kolu arasında bulunan bölgede Kürtler diğer unsurlara oranla sekiz kat daha kalabalıktırlar. Bu Kürtler, ayrı bir lehçe (Zazaca) konuşurlar...

Dersim kasabasında Zaza Kürtleri vardır ki bunlar, haklarında yüzyıllardan beri kendi dağlarında oturmakta olduklarından başka bir şey bilinmeyen ayrı bir aşiret oluştururlar...[155]

Bunun gibi daha başka yabancı yazarlar da yine aynı hataya düşerek –belki de politik amaçlar açısından- hiçbir belge göstermeden tıpkı ayrılıkçı grupların yaptığı gibi, peşin bir hükümle Zaza Türk’lerini de “Kürt” genel kavramı içinde mütalaa edip, işin içinden çıkarlar.

Milletler içinde ayrı bir “millet” yaratmaya kalkışarak, dış kaynaklı ideolojilerin fedailiğini üstlenen ayrılıkçı gruplar, sarıldıkları “asimilasyon” politikasının gereği olarak, Zazalar’ı “Kürt” ilan ederlerken, belge gösterememektedirler. Bu da onların aslında acz içinde olduklarının belirtisidir.
Konuya yaklaşım tarzları ve fikirleri çoğunlukça benimsenen bazı kişiler de eserlerinde, söylenegelen alışılmış şeyleri tekrarlamaktan her nedense kendilerini alamıyorlar:

“Kürtçe, Kurmanç ve Zazaca diye ikiye ayrılır[156]

“Kürt diye vasıflanan dağlı Türkler... Boy bakımından üç şubeye ayrılmışlardır : Baba-Kürdiler , Kormancolar, Zazalar[157]

“Kürt’lerin üçüncü kolu diye adlandırdığımız Zazalar...[158]

“Kürt’lerin en büyük kısmını Kurmançlar teşkil eder. Soran ve Guran Kürtleri Musul vilayetine mahsustur. Lur Kürtleri İran dahilindedir. Diğer vilayetlerdeki Kürtler Kürmançlar’la Zazalar’dan ibarettir.[159]

“Zazalar’ın mensup olduğu Guran (Gurlar), Kürt’lerin bir koludur.[160]

Kısacası, bugüne kadar yazılanlar maalesef hep birbirlerinin tekrarı olmuştur. Konuya ciddi bir biçimde eğilen, açıklık getiren bir tek kişiye tesadüf edilemiyor. “İlim” adına bu bir eksiklik ve talihsizliktir.

İşte biz; yıllardan beri hep tekrarlanan ve yukarıda naklettiğimiz, adeta kalıplaşmış cümlelerle ifade edilen görüşe kesinlikle katılmıyor, bu geleneğe de artık bir son vermek istiyoruz. Amacımız, bütün açıklığıyla hakikatleri gün gibi ortaya çıkarmaktadır.

ZAZACAYI VE KURMANCADAN AYIRAN ÖZELLİKLER

Birbirinden oldukça farklı özellikler taşıyan ve Türkçe’nin iki lehçesi olarak kabul ettiğimiz “Kurmanc Türkçe’si” ile “Zaza Türkçe’si” arasındaki “lehçe ayrılıkları”na kısaca değinmek istiyoruz :

1- Kurmanccada “ğ” sesi yoktur.[161] Bunun tersine Zaza Türkçe’sinde “ğ” sesi vardır. Bu ses, kelimenin başında bulunduğu gibi, ortasında ve sonunda da yer alır. Her üç şekil için için misaller : ğem (gam), ğıdar (gaddar,azgın), ğele (buğday), belğur/belğul (bulgur), çızğı (çizgi), barığ/baruğ (uruk,kabile), sağ (sağ,sağlam) v.s...

2- Kurmanccada “ı” ile başlayan kelime yoktur.[162] Buna karşılık Zazacada “ı” ile başlayan epey kelime mevcuttur. Misaller : ıncah (ancak), ıstare (yıldız), ıncıl (incir), ıncas (kara erik), ın/ını (böyle) v.s...

3- Kurmanccada “u” ile başlayan kelime yoktur.[163] Zazacada ise bir hayli vardır. Misaller : uca(ora,orası), ucağ (ocak,aile), ucağkor (kör ocak, evlatsız, çocuksuz aile), umi (maya), umıd (umut), usıl (usul,biçim), ungaz (sapan,çift sürme aleti) v.s...

4- Kurmanc Türkçe’sinde iki harften müteşekkil, fakat bir tek ses veren bir “diftong” mevcuttur : (hw). Zaza Türkçe’sinde bu özellik yoktur. Misaller :

KurmanccaZazaca
hwingunkan
hwenarakter
hwesoltuz
hwişkwaykız kardeş

5- Kelimelerdeki “erkeklik-dişilik” durumu her iki lehçede de vardır. Ancak bu hususta Zazaca ile Kurmancca arasında bir takım farklılıklar göze çarpar. “Erkeklik-dişilik” özelliği bir Hint-Avrupa dili olan Farsça’da bulunduğu gibi, sami dilleri grubundan Arapça’da da –müzekker (erkek), müennes (dişi) – vardır. Şüphesiz bu özellik, yüzyıllar boyunca Fars ve Araplar’la süregelen komşuluk ilişkilerinden ve onların kültürlerinin tesiriyle Kurmanc ve Zaza Türkçe’lerine girmiştir. Bu sebepledir ki, “ithal malı” diyebileceğimiz bu özellik, her iki lehçeye de farklı şekillerde yansımıştır.

Kurmanccada “nötr” (ne erkek, nede dişi) isimler de vardır. Mesela : kar (oğlak), berh (kuzu), şêr (aslan) isimleri bunlardandır. Zaza Türkçe’sinde ise bu gibi isimler (bızêk:oğlak, kavır:kuzu v.s.) sonlarına bir “-ê” sesi alıp dişi şekle girerler. Yani bu noktada Zaza Türkçe’si, Kurmanc Türkçe’sinden farklıdır.

Kurmanccada nötr olan bazı isimler, Zazaca’da “erkek” olabilir. Keza Kurmanc lehçesinde “erkek” veya “dişi” olan bir isim, Zaza lehçesinde bunun tersi olabilir. Hatta aynı lehçe içinde bir kelime bazı bölgelerde “erkek”, bazı bölgelerde “dişi” olarak kullanılabilir. Bu faktörler, erkeklik-dişilik özelliğinin Farsça’dan veya Arapça’dan geçtiğinin işaretleridir.

Konuşulmakta olan Türkçe’de de, Arap kültürünün tesiriyle olmuş olacak ki, bazı isimler, yukarıdaki özellikleri taşırlar. Mesela: müdür, memur, muallim, katip v.s. gibi kelimeler erkektir. Sonlarına birer “-e” harfinin getirilmesiyle (müdüre, memure, muallime, katibe), “dişi” hale gelirler. Şahıs isimlerinde de aynı durum söz konusudur : Emin, Fehim, Saim, Hamid v.s. gibi isimler, erkektir. Her birine bir “-e” sesinin ilavesiyle (Emine, Fehime, Saime, Hamide), dişi olurlar.

Bu konuda Zazacayı Kurmancca’dan farklı kılan birkaç noktaya daha temas etmek istiyoruz.

a) İnsanın dış organlarından Kurmanc lehçesinde dişi olanlar ; eni (alın), sıng (göğüs), lêv (dudak), tıli (parmak), gibi kelimelerin, Zazaca lehçesinde erkek olduğu görülür; çare (alın), sine (göğüs), lew (dudak). Yalnız “gışt”(parmak) sözü, Zaza Türkçe’sinde de dişidir.
b) Roj (güneş) ve stêr (yıldız) Kurmanccada dişi iken, Zazacada erkektirler ; roc (güneş), ıstare (yıldız)
c) Coğrafi özel yer adları Kurmanccada dişidir. Zazacada ise hem dişi olanları, hem erkek olanları vardır.
d) Mastarlar Kurmanccada dişi, Zazacada erkektirler.
e) Yaş ağaç ve onunla ilgili varlık adları Kurmanccada dişi, Zazacada ise bir kısmı dişi, bir kısmı erkektirler.
f) Yağışlar ve havanın durumuyla ilgili sözler Kurmanccada dişidir. Zazacada ise hem dişi, hem erkek durumunda bulunanlar vardır.
g) Yiyecek kapları Kurmanccada dişi iken, Zazacada bazıları dişi, bazıları erkektirler.

6- Kurmanc ve Zaza Türkçe’lerinde iki grup şahıs zamiri vardır. Ancak, adlandırmada bazı değişiklikler göze çarpar.

a) Birinci gurup :

KurmanccaZazaca
ezezben
tutısen
ewaw/weo
emmabiz
hûnşımasiz
ewayonlar


b) İkinci gurup :

KurmanccaZazaca
mınmınben
tetusen
wi,wêyı,yao, o (dişi)
memabiz
weşımasiz
wanyınonlar

7- İşaret zamirleri : Kurmanccada her iki cinsin (erkek-dişi) tekili ve çoğulu için, yakın bir şahıs yada şey (veya şeyler) kastediliyorsa “ev” (bu,bunlar) ; uzak bir şahıs (veya şahıslar) yada şey (veya şeyler) kastediliyorsa “ev” (o, onlar, şu, şunlar)’dır. “Ev” ve “ew”in çekimleri yapılırken değişiklikler olmaktadır.

Zaza Türkçe’sinde ise durum farklı olup, cinslerine göre ayrı ayrı adlandırıldıkları gibi, çekimlerinde de herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Karşılaştıralım :

a) Yakın bir şahıs yada şey için :
KurmanccaZazaca
viınbu (erkek için)
vêınabu (dişi için)
vanınybunlar (her iki cinsin çoğulu için)

b) Uzak bir şahıs yada şey için : (Zaza Türkçe’sinde, Kurmanccadan farklı olarak, uzak bir şahıs yada şeyin birden fazla karşılığı mevcuttur.)

KurmanccaZazaca
wiaw,we,yı,ayşu veya o (erkek için)
wêya,ayaşu veya o (dişi için)
wanyın,aynan(ayno)şunlar veya onlar(her iki cinsin çoğulu)


8- Çokluk eki : Kurmanc Türkçesi’nde çokluk eki “-an”dır. Bu ek, cümledeki durumuna göre bazen “-ên”, bazen de “-ın” şeklini alıyor. Misaller : bav-an (babalar), kıtêb-an (kitaplar), kıtêb-ên mın (kitaplarım), kelem-ên mın (kalemlerim) v.s. Bazı şivelerde de bu “-ên” şekli, “-êt” olarak kullanılır.Dar-êt mın (ağaçlarım) v.s..

Zaza Türkçe’sinde iki adet çokluk eki vardır.

a) “-an” : Zaza Türkçe’sinin bazı şivelerinde doğruda “-an” biçimi kullanılırken, diğer bazı şivelerde de bu ek değişikliğe uğrayarak “-on” , “-un” şekline girmekte, hatta pek ziyade olarak da sondaki “n”ler yutularak sadece “-o” , “-u” şekli tercih edilmektedir. Bu özelliğe bilhassa Bingöl şivesinde rastlanır. Misal :
kitab-an/ kitab-on/ kitab-o/ kitab-u (kitaplar)
kağıd-an/ kağıd-on/ kağıd-un/ kağıd-o/ kağıd-u (kağıtlar)


b) “-y” : Bu ek, Zaza Türkçe’sinin bütün şivelerinde geneldir. Hiçtir değişikliğe uğramadan aynen kullanılır. Misaller : kitab-y (kitaplar), kalem-y (kalemler), hoce-y (hocalar), ban-y (evler), tas-y (taslar) v.s...
Her iki ekte rast gele birbirlerinin yerlerine değil, ancak cümledeki “zaman” durumuna göre kullanılırlar. Mesela, “kitaplar nerede?” cümlesindeki “kitaplar”ı “kitab-an” şeklinde değil, ancak “kitab-y” biçiminde yazmak mümkündür. Cümlelerin tamamı şöyle “kitay kancadê?” (kitaplar nerede?). “Kanca” kelimesi Zazaca’da varlığını devam ettirerek günümüze gelen eski bir Türkçe kelime olup, Divanı Lügâti’t Türk’te de geçmekte ve aynı anlamı vermektedir.

9-Mastarlar: Kurmanccada mastar ekleri “-n” ve “-in”dir. Bütün mastarlar “-n” veya “-in” harfleriyle son bulurlar.Eğer kök sesli bir harfle bitiyorsa mastar eki “-n”, eğer sessiz harfle bitiyorsa mastar eki “-in”dir.
Zazacada ise mastar ekleri “-ış” ve “-yış”tır. Sessiz harfle biten kök “-ış”, sesli harfle biten kök de “-yış” mastar ekini alır. Misaller:

KurmanccaZazaca

avêt-ıneşt-ışatmak
bıhist-ineşnawıt-ışişitmek,duymak
giha-nresa-yışvarmak, ulaşmak
élımi-nmusa-yışöğrenmek
leyist-ınkaykerd-ışoynamak

10-Kurmanc ve Zaza Türkçelerinde iki soru zamiri vardır :

KurmanccaZazaca

kikamkim
çıçınane

11-Zazaca ve Kurmanccada soru sıfatları :

KurmanccaZazaca

kijankama/kumahangi(kangi)
çawasini/sêninasıl
........nêçenice
lı ku,lı kêderêkancad,kancadınerede,neredeki

12- Kurmanccada kelimelerin önüne; “bı”, “dı”, “jı”, “lı” gibi edatlar (ön edatlar) gelir. Zaza Türkçesinde ise bu durum yoktur. Karşılaştıralım :

a) “Bı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

bı carekêraykıdbir defada
bı hwehurazaten, kendiliğinden, bizzat
bı hevrepiyabirlikte

Zaza Türkçe’sinde sadece, “ile” anlamını veren “pey” edatından başka hiçbir edatından başka hiçbir edat, kelimenin önünde yer almaz.Bu da büyük bir ihtimalle Farsça asıllıdır. Çünkü Farsça’da “ile” anlamını veren “ba” ön edatı mevcuttur. Zaza lehçesindeki “pey” ön edatına misaller : pey kalem (kalemle), pey defter (defter ile), peytıfıng (tüfek ile) v.s... Ancak, Zaza Türkçe’si ile kaleme alınan “Mevlid”in yazarı Ehmed-i Hasi, kitabında, “ile” karşılığında çoğunlukla “pey” olmakla birlikte, Farsça’daki “ba”yı andıran, “be” bazen”de “bı” ön edatını kullanmıştır.[164]

b) “Dı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

dı navmênıd/mênd/mêdiçinde,ortasında
dı nav wan demên aynandonlar arasında
dı nav gund demên dewıdköyün ortasında
dı lêhizimkeykanaoynuyorum
dı çımşınagidiyorum


c) “Jı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

jı gunddewıraköyden
jı malkiyeraevden
jı bosemediçin
jı bo kıtêbsemed kitabkitap için


ç)“Lı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

lı ku?kancad?nerede?
lı hındurêzerediçerde, içinde
lı furnêfırnıdfırında
lı behrêdengızıddenizde


13- Kurmanccada “lê” seslenme (hitap) edatı, kadınlara yapılan çağrıyı, “lo” seslenme (hitap) edatı ise erkeklere yapılan çağrıyı anlatırlar. “lê” veya “lo”, “hey!.” Demektir. Misaller: lê kizê (hey kız),lo apo (hey amca!.) v.s. Bu edatlar bazen tek başlarına kullanılırlar. Mesela, yerine göre kadına, lê lê, erkeğe de lo lo şeklinde seslenilir.
Zazacada, “lê” veya “lo” yoktur. Bu lehçede kadın için “herê !” , erkek için de “hero !” seslenme (hitap) edatları kullanılır. Misaller : herê Fatê ! (hey Fatma !) , hero Ehmed (hey Ahmet !)v.s. Türkçe’deki bre (mere,more) seslenme edatı da bu kabildendir.

14- Kurmanccada “ya bo !.) , “ya dê !.) ünlemleri imdat çağrısını izah ederler. Bir kısım Kurmanclar (özellikle Mardin’in “Kılasori” Kurmancları), “yabo”yu baba, “yadê”yi anne anlamında kullanırlar. Bunların “yabo”su ile, eski Türk’lerin han, hakan (veya “devlet baba”)ları kullandıkları “yabgu” ünvanı arasında bir ilişki kurulabilir.
Zaza Türkçe’sinde, imdat çağrısını izah eden “ya bo!” veya “ya dê” ünlemleri yoktur.

15- İsimden isim yapma eklerinden biri olan –lı, -li, -lu, -lü eki, (bu ekle yapılan isimler hem sıfat, hem isim olarak kullanılan vasıf isimleridir) ya sahiplik veya bağlılık ifade eder.

a) Sahiplik fonksiyonunda bir kendinde bulundurma ifadesi belirtilir. Kurmanccada bu ek, “bı-“ dır ve ismin sonuna değil, önüne gelerek şekillenir. Zazacada ise bu ek, “-ın” olup, isimden sonra gelir. Misaller :

KurmanccaZazaca

bı-avav-ınsulu
bı-dûduman-ındumanlı
bı-çamurçamur-ınçamurlu
bı-toztoz-ıntozlu

b) Bağlılık fonksiyonunda da bir mensup olma ifadesi göze çarpar. Kurmanc Türkçe’sinde mensubiyet eki “-i”dir. Zaza Türkçe’sinde ise bu ek, bazı şivelerde (mesela Diyarbakır şivesi) “-ıc”, bazı şivelerde de (mesela Bingöl şivesinde) “-ıj” dır. Misaller :

KurmanccaZazaca

gund-idew-ıc/dew-ıjköylü
Beritan-iBêrt-ıc/Bêrt-ıjBeritanlı (aşiret)
Diyarbekir-iDiyarbek-ıc/Diyarbek-ıjDiyarbakırlı
Şel-iŞel-ıc/Şel-ıjŞelli(Şel, Diyarbakır’da bir köy)

16- Kurmanccada sayı isimleri yapmakta kullanılan ek “-em” ve “-hem”dir. Şayet sayı sessiz bir harfle bitiyorsa “-em”, sesli bir harfle bitiyorsa “-hem” eki getirilir.

Zaza Türkçe’sinde ise, eğer sayı sessiz bir harfle bitiyorsa “-ın”, sesli bir harfle bitiyorsa “-yın” eki kullanılır. Misaller :

KurmanccaZazaca

yek-emyew-ınbirinci
du-hemdı-yınikinci
sê-hem/sısê-hemhirı-yınüçüncü
çar-emçiyer-ındördüncü


17- Kurmanccada yapım eki olarak, dil isimleri yapma fonksiyonuna sahip ek, “-i” iken, Zazacada “-ki”dir. Misaller :

KurmanccaZazaca

İngiliz-iİngiliz-kiİngilizce
Eleman-iAlman-kiAlmanca
Erb-iEreb-kiArapça
Fars-iFaris-kiFarsça


18- Kurmanc Türkçe’sinden farklı olarak, Zaza Türkçe’sinde bulunan dikkat çekici bir özellik şudur ki, meyve isimlerinin sonuna bir “-êr” eki getirilerek, o isme bir “ağaç”lık vasfı kazandırılır. Mesela, “tuy” (dut) ismine bir “-er” ilavesiyle, birleşik bir isim haline gelen “tuyer” sözü, “dut ağacı” anlamını vermektedir. Yine “mıroy” (armut) isminin sonuna “-er” ekinin getirilmesiyle oluşan “mıroyer” kelimesi “armut ağacı” manasına gelir.
Kurmancca ise meyve ağacı için Zazacadaki durumdan farklı olarak iki ayrı kelimeye yer verilir. Fakat bu şekil de, konuşulmakta olan Türkçe’deki kaideye aykırı olarak, “ağaç” anlamına gelen “dar” sözü”, ismin başına getirilerek biçimlenir. Misaller :

KurmanccaZazaca

dar a hêjirıncıl-êrincir ağacı
dar a behivvam-êr/vum-êrbadem ağacı
dar e sêvsay-erelma ağacı
dar a alûcsınz-êralıç ağacı
dar a gûzgoz-êrkoz (ceviz) ağacı

Gramer kaideleri açısından incelediğimiz Türkçe’nin Kurmanç ve Zaza lehçeleri arasındaki farklılıkları, başka alanlarda da görmek kabildir. Ancak, biz burada konunun ayrıntılarına girmeden, kısa ve öz olarak, ileri sürdüğümüz tezi destekler mahiyette, bazı konuları ihtiva eden kelimelerin Kurmanc ve Zaza Türkçe’lerindeki karşılıkları arasında mukayeseler yapacağız.

Aile ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

bavbaw/bay/babibaba
da/dêday/dadi/may/aneyana
bapirpirık/kalık/bawkaldede
ap/mamap/datamca
pısmandatzaamca oğlu
hwişk/huşkwak/wakê/waybacı
metem/emêhala,babanın kız kardeşi
hewiwesnikuma
jınebiviyaydul kadın
dışbalt-uzbaldız
hevlingbacanağbacanak
hezurvıstore/wıstwrekayınbaba
hwesu/hesuvısturikayınanne
bukveyv/vêv/vêwgelin

Ev, Ev Eşyaları ve Aletler ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

mal/hanikiye/banev
diwardês/dis/diwarduvar
dıkeku/sekuyseki
deriberkapı
kadinmeraksamanlık,saman konulan yer,merek
hêtunkuçelan/kuçelu/çıkloateş ocağı
sêpêdizo/dêzoüzerine tencere vs. konulan üç ayaklı
demir araç
sêltok/tewküzerinde ekmek pişirilen sac
dendor/hıl/kupküp
beroşkuşhane/tenceretencere
tawetawa/kanzıktava
kolek/nıkrelıye/lıyın/kazankazan
heskkondêzbüyük kepçe
bêjıngpırçınkalbur
hıripeşmyün
ta/benlaip,iplik
şujıngoçinçuvaldız
mêvok/pıkojgocakdüğme
neynıklilık/eyneayna
kurtancıl/palunsemer,palan
dehfıkdamtuzak,fak
rehtsilabele bağlanan fişeklik
bilur/şımşalzelkaval
şurkalmek/kıliçkılıç
tewrkazme/zegne/zengnekazma
bêrhiwe/wiyekürek
kewre/kertıkhard/hardoseğe
şenekıram/tırpuntırpan
tevşokedumkeser
dasvaşturiorak
bıvırtorzibalta
keranzamp/zumpbalyoz

Vücudun Organları ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

eniçarealın
çavçımgöz
rûmetaluşkyanak
defın/bebıl/pozzınc/pırnıkburun
devfekağız
pol/mılkıftomuz
bêçi/tıligıştparmak
newkmêne/monebe
zıkpizekarın
karçboçkuyruk sokumu
onckorkalça
sêvanoksayekkalça kemiği
çimçipik/çakebacak
ejnuçok/kapıkdiz
dımah/mejimezgbeyin
damakhazmıgdamak
soriçıkzıklul/zurkulıkyemek borusu
dılzeryürek
gurçık/gurçilevelgböbrek
pış/sıplserpesdalak
rodi/ruvilokla/lokrabağırsak
zwivmaltenya, bağırsak paraziti

Tabiat ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

baranvart/vahart/dıjnyağmur/boran
berfverw/vorkar
zipık/teyrokhışolık/hışhışık/torgdolu
bıruskdurşimşek
şape/aşithorês/hewrêsçığ
dılopçılkdamla,katre
behr/deryadengızdeniz
bahewarüzgar/bora
gole/gırmeriyagök gürültüsü
rojroc/ticgüneş
hivaşmay
stêrıstare/estereyıldız
çiyakodağ
gırkıl/tepetepe
nızarzımegüneş görmeyen yer
lat/çelesiy/reyskaya
berkerataş
berıkhiçufak taş,çakıl
ferştehtgeniş, yassı taş

Zaman ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

seherwesereseher, şafak vakti
esr/esır yereikindi
êvarşan/şand/şundakşam
salsersene,yıl
sersalseraneweyyeni yıl, yılbaşı
isalemsar/esmarbu sene
mehaşm/ayşmay (30 gün)
gavgam/gum/vistan
nuhaikê/ika/ınkavşimdi
do/dohvizir/vızêrdün
sıbetırdısıbay/dısıwayertesi gün, yarın değil öbür gün
derengere/hereygeç
zureverken

Bitki, Sebze, Meyve ile ilgili Sözler

KurmanccaZazaca

zılçığ/kamişsaz, kamış, çil
pivokhenek/heynalıkçiğdem
giyavaşot
rêsipatilot destesi
dıri/stıri/sıhtelıdiken
reg/rehrıstım/kokbitki ve ağaç kökleri
nışukburnuti/burmititütün tozu, enfiye (burun otu)
kaûhas/malor/marolmarul
ketarbudyonca
sımbılweşebaşak,sümbül
noknehanohut
niskmercuymercimek
garıskurek/korik/koryekdarı
genımğelebuğday
kundırkuykabak
tıriengur/hengurüzüm
besire/jurfeyınckoruk üzüm
etfıkzıklıküçük üzüm salkımı
dêlimehşêl/mehşêrüzüm asması
behivvam/vumbadem
behivterkgulhtaze badem, çağla
ajıkgorvum/gewrvamyabani badem
hêjirıncılincir
gelazalunçerik
alucesınzalıç
hırmikorç/mıroyarmut
kezahlulağaçları budama işi, aşı
bivalsöğüt
hewrdal/dahl/dehlkavak
kalıktolekabuk
darpuç/fıtrıkkerkurık/sungmantar
penbûpemepamuk
kasımersaman

Renkler

KurmanccaZazaca

zerziyerdsarı
sorsur/kızılkırmızı
reşsiya/keresiyah,kara
keskaşılyeşil
şinkuhomavi

Mevsimler

KurmanccaZazaca

buharwesarbahar, ilkbahar
havinemnu/amino/aminanyaz
pehizpayızsonbahar
zıvıstanzımıstokış

Hayvan İsimleri

KurmanccaZazaca

kevzereckeklik
kewokbewran/borangüvercin
çuk/çuçıkmılçıkserçe kuşu
dumakeskhechecıkkırlangıç
elih/daraşkertalkartal
kundbumbaykuş
kırık/kıjıkkelakarga
mırişkkerg/kiyergtavuk
ferucvarıkpiliç
çiçıklir/lihircivciv, tavuk yavrusu
keroşk/kevroşkarweştavşan
şamipepihindi
nerituşkteke
mi/mihmêşın/meşnakoyun
çêlekmangainek
congamalaw/malewdana,malak
se/kuçıkkutıkköpek
cewrık/gucilekırte/bocienik, köpek yavrusu
esp/hespestor/bergirat, beygir
hırçheşayı
roviluytilki
wehş/berazhozdomuz
toriçekelçakal
gurçınawır/vergkurt
jijo/jujidice/dıjekirpi
kezık/bıhokgolalböcek
kulimele/çırçeleçekirge
meşmuyessinek
mışkmerefare
mışkekormuşköstebek
gen/bezmıjkkiyercekene
mûri/gêrıkmorcelekarınca
dupışkekreb/ekrewakrep
calcalokepirıkörümcek
peşu/kemeşmeyşe/melaşesivrisinek
sêwçaringzehirli iri arı
kevjalkerkınçyengeç
bekkılincelekurbağa
kewsel/rekkesakaplumbağa

Hayvanlarla ilgili bazı sözler

KurmanccaZazaca

derbadkorçboynuz
ayarpostederi, post
kayınnişorgeviş, geviş getirme
katarkılawekhoroz ibiği
duvboçkuyruk
dû/teridımekoyun kuyruğu
guzekkap/kabeaşık kemiği
pezizonkçikonekuş ve kümes hayvanlarının taşlığı
hûrvire/vêreişkembe
avısewr/horgebe
hıçerış/erıjmemeli hayvanlardan sağılan ilk süt
keribolkoyun keçi sürüsü

Not : Buraya kadar sıraladığımız kelimelerin etimolojik yönü üzerinde fikir beyan etmediğimiz malumdur. Aslında bu husus, konumuzun da dışındadır. Yalnız şunu söylemeliyiz ki, bu kelimelerden pek çoğu, hem eski Türkçe’de (Göktürk, Uygur, Karahanlı, Türkçeleri v.s.) ve hem de bugün yaşayan Türk lehçeleri mevcuttur.

EVLİYA ÇELEBİ “SEYAHATNAME”SİNDE ZAZA VE KURMANÇLAR

“Zaza ve Kurmanc” konusunu incelerken, başvurduğumuz kaynaklardan biri de ünlü gezgin Evliya Çelebi’nin pek meşhur “Seyahatname”si oldu. Her ne kadar “Seyahatname”de tezimizi destekleyici mahiyette olan açık ve belgeli hükümler yoksa da, verdiği bazı ipuçları işimize yarıyor ve ileri sürdüğümüz görüşün önündeki yolu birazcık da olsa aydınlatıyor.

Evliya Çelebi’nin bazı hususlarda kendinden önceki bilginlerin görüş ve düşüncelerinin etkisinde kaldığı muhakkaktır. Nitekim, “Şerefname”den alıntılar yapması bu etkileyişe bir misal olarak gösterilebilir.

Evliya Çelebi’de, çağın hakim olan geçerli modasına uyarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir kısmı yerleşik, diğer bir kısmı göçebe olarak yaşayan ne kadar topluluk varsa, hepsini “Kürt” adı altında ele almaktadır. Bu hüküm de tabi ki bazı açık kapılar bırakmaktadır. Mesela bu açık kapılardan biri, hiç şüphesiz “Zaza Türkleri”dir. Evliya Çelebi, Zazalar’ı “Kürt” saymaktadır. Halbuki verdiği bazı ipuçları, bu iddiayı geçersiz kılar.
“Seyahatname”den şunları alıyoruz :

“... Murat nehri üzerindeki Çabakçur büyük köprüsünden geçen Zaza ve Bingöl yaylasına çıkmak isteyen Halti, Çekvani, Yezidi. Zaza, Zebari, Lulu, İzolu, Şakağı ve Kiki aşiretlerinden ikiyüz bin insan ile bir milyon koyun ve diğer hayvanlardan, burada bekleyen Çabakçur beyinin adamları kuş uçurmayıp öşür vergisi alırlar. Yayladan inerken de yayla hediyesi alırlar..[165]

“Bingöl yaylasının halkı : Zaza, Lolo, İzo, Yezidi, Hıltı, Çekvani, Şakai, Kiki, Bisyani ve Murki gibi Kürt aşiretleri olup yüz binlerce hayvanları ile dağa çıkıp taze hayat bularak Erzurum vezirine yayla hakkı verirler.[166]

“(Süphan Dağının) en yüksek tepesine her sene Türkmen, Çekvani, Zaza, Lulu, Zıbari, Pesani ve Kargari Kürtleri yüz binlerce hayvanları ile çıkıp yayla faslı yaparlar.[167]

Yukarıda hatalı olarak, bir aşiret adının iki ayrı şekilde yazıldığını görüyoruz. Misal : “Haltı-Hıltı”, “Lulu-Lolo”, “Zebari-Zıbari”, “İzoli-İzo”, “Şakağı-Şakai”, “Bisyani-Pesani”... Bu hata, ya Evliya Çelebi’nin yada “Seyahatname”yi eski yazıdan yeni yazıya çevirenlerindir.
Dikkat edilecek olursa, isimleri zikredilen aşiretler, bugün dahi mevcut olup Kurmancca konuşmakta ve Kurmanc adıyla anılmaktadırlar. Ancak, iki istisna var. Biri “Zaza” diğeri de “Yezidi”dir.

Malumdur ki, Zazalar bir aşiret olmadıkları gibi, “Kurmanc”da değildirler. Gerek Kurmanclar olsun, gerek Zazalar olsun, diğerleriyle birlikte ayırımcılar tarafından “Kürt” genel adı altında toplanmaya çalışılmaktadır. Zazalar kendilerine mahsus, “Zazaki” dedikleri, Zaza Türkçe’sini konuşurlar. Bu lehçe, Kurmanc lehçesinden çok farklıdır. Ayrıca, Zaza Türkleri’ni bir “aşiret” olarak kaydeden Evliya Çelebi’nin bu görüşünün aksine; Zazalar, büyük-küçük yüzlerce aşiret ve kabileden ve binlerce aileden müteşekkil bir topluluktur. Bugünkü durumla da kıyaslayacak olursak, Zazalar ile zikredilen aşiretler arasındaki nüfus farkı, “Seyahatname”deki görüşlerin gerçeğe uygun olmadığının bir izahıdır. Evliya Çelebi’nin “Kürt” diye zikrettiği aşiretlerin bugünkü toplam nüfusunun 60-70 bin civarında olduğunu tahmin etmekteyiz. Buna karşılık Zaza Türkleri, tahmin ettiğimiz kadarıyla, iki milyon küsürlük bir nüfusa sahiptirler...

“Yezidi”ye gelince, bu da bir aşiret ismi olmayıp, “Yezidilik” inancını benimsemiş olan vatandaşlarımızın bir bölümüne verilen isimdir.

Evliya Çelebi “Diyarbakır”ı anlatırken ; “Halkı Kürt, Türkmen, Arap ve Acem’dir. Reayası Ermeni’dir[168]” diyor. Halbuki Diyarbakır’da “Zaza” nüfusu oldukça kalabalıktır. Anlaşılan Evliya Çelebi, ya Zaza Türkleri’ni “Kürt” adı altında toplamış yada “Acem” tabiriyle “Zazalar”ı kastetmiştir. “Acem” sözü genellikle “İranlılar” (Farslar) için kullanılır. Araplar; Arap olmayanlara “Acem” der. Bu; Türkmen, Kürt, Azeri, Zaza’da olabilir. Evliya Çelebi zamanında Diyarbakır’da yerleşik İranlı bir topluluğun mevcudiyeti bulunmadığına göre, bu “Acem”kim? Zaza Türkleri olması büyük bir ihtimaldir..
Dikkatimizi çeken bir nokta daha var. Evliya Çelebi, Diyarbakır’ın “Yurtluk ve Ocaklık Sancakları”nın isimlerini şu şekilde veriyor : “sağman, Kulp, Mihraniye, Tercil, Atak, Pertek, Çapakçur, Çermik [169]”. Bunlardan Sağman, Kulp, Çapakçur (bugünkü “Bingöl”) ve Çermik gibi muhitlerde Zaza Türkleri meskundur.

Yine Evliya Çelebi, “Armid (bugünkü “Diyarbakır”) eyaletindeki hükümetler”in, “Cezire, Eğil, Genç, Palu, Hazo[170]” olduğunu bildiriyor ki; Cezire (Cizre) dışında, diğerleri, yani Eğil, Genç, Palu ve Hazo (bugünkü “Sasun”) gibi muhitlerin insanları da Zaza’dır.

“Dil” konusunda da Evliya Çelebi şunları yazıyor : “... burada (Erzurum’dan Basra Körfezi’ne kadar olan mıntıkada) çeşitli diller konuşulmakta olup, bunlar ; Zaza, Lulu, Hakari, Avniki, Mahmudi, Şirvani, Cezrevi, Pesani, Sencari, Hariri, Erdelani, Surani, Halifi, Cenvani, İmadi ve Roziki lisanlarıdır.[171]

Burada; Evliya Çelebi, alışılageldiği gibi Zaza Türkçesi’ni “Kürtçe”nin bir “lisan”ı olarak göstermektedir ki, doğru değildir.

Evliya Çelebi, Zaza Türkleri ile meskun bugünkü Sason (eski adı “Hazo”) ilçesi hakkında bilgi verirken, çok önemli bir noktaya temas ediyor. Bu da “Zaza” ile “Kürt”ün farklılığını vurgulayan mühim bir işarettir.

Evliya Çelebi, “Hazo Kasabası”nı şöyle anlatıyor :

“kalenin kıble tarafı eteğinde genişçe bir arazidedir. Bin hanelidir. Henüz gelişmektedir. Evlerin hepsi toprak ile örtülüdür. Çarşı içinde camii ve şeref hanı meşhurdur. Küçük sıcak bir hamamı, üç adet de dükkanı vardır. Halen hakimi olan Murtaza Bey kagir bir han yaptırmıştır ki, sanki sağlam bir kaledir. Kayalık bir yer olduğundan bağ ve bahçeleri güzel değildir. Halkı dinç ve güçlü kimseler olup, piyade ve süvarisi meşhurdur. Şeyhani, makravi, kılıç vurmada, ok atmada eşsiz kavimdir. Gayet namaza devamlı, Şafii mezhebine bağlı, imanlı ve Allah’ın birliğine inanmış erkek ve kadınlardır. Gerçi yaylalarında Halti, Çekvani ve Zibari Kürtler’i vardır ama onlar ile alışveriş yapmazlar.[172]

Yukarıya aldığımız bölümdeki “mühim işaret”imizi son cümlede görüyoruz. Çünkü bu cümlede, Zazalar’ın “Kürt” olmadıkları vurgulanmak isteniyor.

O kısmı bir kere daha tekrarlayalım :

“Gerçi yaylalarında Halti, Çekvani ve Zibari Kürtler’i vardır ama onlar ile alışveriş yapmazlar”

Bir nokta daha var. Evliya Çelebi, Hınıs Kalesi’ni anlatırken ; “Bu kalenin içinde bin iki yüz hane Kürt oturur[173]” demektedir.

Burada da yine bir “yanılma “ söz konusudur. Bilindiği gibi günümüzde Erzurum’a bağlı bir ilçe olan Hınıs, çok eskiden beri Zaza Türkleri ile meskun bir beldedir.

“Seyahatname”den öğrendiğimize göre Evliya Çelebi : Zaza Türkleri’nin yerleşik bulunduğu, mesela Siverek, Çermik, Çüngüş, Sağman, Çemişkezek, Palu, Çabakçur, Genç, Kulp, Eğil, Hani gibi yerleri de ziyaret etmiştir. Ancak Evliya Çelebi, gezip gördüğü bu mıntıkalardaki insanların giyim-kuşam, sosyal yapıları, inançları ve dilleri hakkında hiçbir bilgi vermiyor.

CELALEDDİN-İ HARZEMŞAH’IN ÖLDÜRÜLMESİ VE ZAZA TÜRKLERİ’NİN TAVRI

Tarihin seyrini takip edersek tamam 752 sene evvel, bir adı Celaleddin Menguberti olan büyük Harzem hükümdarını, bir çok diyar fetih ve istila ettikten sonra nihayet Moğolların önünden kaçarak dolu dizgin Anadolu’ya kadar gelmiş görüyoruz.[174]

Azerbaycan, Bitlis, Ahlat, Siirt, Çapakçur (Bingöl), Erzincan ve Dersin (Tunceli) yörelerinde hakimiyet kuran Harzam (Harizm) Türkleri Sultanı Celaleddin’in bu ilerleyişini durdurmak için, Selçuklu sultanı Aleaddin Keykubat, ordusuyla Harzemliler üzerine hareket etti.. İki ordu, 10 Ağustos 1230 tarihinde Erzincan’ın Yassı Çimen dağlarında çarpıştılar. Sultan Celaleddin mağlup oldu. Ahlat’a geldi. Burayı tekrar ateşe vererek şarka döndü. Fakat bu taraftan da Moğol orduları kendisini aramaya geliyorlardı. Birkaç muharebede tekrar mağlup oldu ve bu defa Bağdat’a kaçmak istedi. Diyarbakır önüne geldi; geceyi Dicle köprüsü yanına kurduğu çadırda geçirmek istiyordu. Fakat gece çadırını Moğollar bastılar. Sultan Celaleddin birkaçını öldürerek ve bütün maiyetini de bırakarak yalnız başına Silvan mıntıkasına kaçtı.[175]

İşte, asıl konumuzu ilgilendiren bundan sonraki gelişmedir. Zira bu gelişme, kafalarda birtakım soru işaretlerinin yer etmesine yol açacaktır.

Bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Sişvan yakınlarına gelen Celaleddin Harzemşah, saklanmak için dağa çıkıyor. Tesadüf ettiği Kurmanclar kendisini öldürmek istiyorlar. Sultan, bunların reisine “Ben Sultan’ım, hakkımda bir karar vermede acele etme. Beni ya Melik El-Muzaffer Gazi’ye götür, o seni zengin eder. Veyahut beni memleketimden birine sevk et, seni emir yaparım” diyor. Reis bu tekliflerden ikincisini kabul ederek Celaleddin Harzemşah’ı obasına götürüyor. Kendisi de Sultan’ın dağda kalan atını ve eşyasını getirmeye gidiyor. Bu sırada başka bir Kurmanc gelerek reisin karısına bu Harzemlinin kim olduğunu neden öldürülmediğini soruyor. Kadın da mümkün olmadığını, çünkü bu adamın “sultan” olduğunu , kocasının kendisine aman verdiğini söylüyor. Fakat, “Onlar Ahlat’ta bundan daha kıymetli bir kardeşimi öldürdüler” diyerek elindeki kargının bir darbesiyle Celaleddin Harzemşah’ı şehit ediyor. (17 Ağustos 1231)

Bir müddet sonra, Melik El-Muzaffer (Silvan ve El Cezire emiri olup, Eyyubiler’dendir), dağa adam göndererek Sultan’ın eşyasını, atını, eğerini, pek meşhur olan kılıcını, saçının ortasına diktiği ufak heybesini getirtiyor. Sonra da ölüsünü buldurup, gömdürüyor.[176]

Bu maceralı Türk hükümdarının tarihi bu kadarla bitmiyor. Ölüm olayı, Kurmanclar ile Zazaları karşı karşıya getirdiği gibi, ölüsü de bir mesele oldu. Zaza Türkleri, kendilerince muhterem tutulan Sultan Celaleddin’in ölüsünü alıp kaçırdılar. Fakat Kurmanc kabilelerinin tahrip etmesinden korkarak, gidilmesi meşkül ve kendi aşiretlerinin (Zazalar’ın) kalabalık oldukları Dersim (Tunceli) dağlarına götürüp, yüksek bir noktada defnederek ziyaretgah yaptılar. Bu sebeple, Dersim Zazaları bu türbeye ve dolayısıyla bu dağa, “Sultan Baba” derler.[177] Diğer bir adı da “Tacik Baba”dır. “Tacik” kelimesi zamanla değişerek, halkın ağzında “Tujik” (Tucik) olmuştur.

Dersimli Zaza Türkleri için “Tacik Baba” (Sultan Baba) mukaddes bir ziyaret yeridir. Oraya adaklar adanır, Muharrem ayında kurbanlar kesilir, merasim yapılır. Dersim’in korkunç fırtınaları, Ağdad köyünün doğusundaki “Tacik Baba” tepesinden patlar. Dersimli, “Tacik Baba”dan top uğultularına benzeyen fırtınalı sesler geldiği zaman bunun, devletin harbe gireceğine, şayet devlet harp halinde ise zafere işaret ettiğine inanır.[178]
Merhum Nazmi Sevgen, “Tacik” kelimesine şu şekilde bir açıklık getirmektedir:

“... Tacik kelimesi Türkçe’dir. Eski İranlılar, Arap yarımadasında kendi hudutları boyunca en çok temas ettikleri “Tay” aşiretine Arap kaidesine göre “Tayi” ve kendi fonetiklerinin zoruyla da “Tazi” derlerdi. Yani Fars için Arap “Tazi” idi. Türkler bu kelimeyi kendi fonetiklerine uydurarak “Tacik”, “Tezik” şekline soktular...

“Horasan”ın istilasından sonra, İslamlık nehirler arası hıttasına girdiği zaman, Kuzey İran ve Türkistan ahalisi de Tacik olmuşlardı. O zaman eski dinlerini muhafaza eden Akdin Saliki Türkler, kendilerine “Gebr” adını verirlerdi. Sonradan Müslüman, yani Tacik olarak Ön Asya’ya doğru sarkıp yayıldıkları zaman yerli Hıristiyanlara kendileri gavur, yerli Hıristiyanlar da onlara “Tacik” dediler. Cengiz Han’ın , Asya’yı istilasında şimdi “Tacikistan” denilen memleket etrafında teessüs etmiş cihangir, muazzam ve muhteşem bir “Tacik Devleti” vardı. Bu devlet bugünkü Dersim (Tunceli)’e kadar uzanıyordu. Dersim, Tacik devletinin batısında, serhat bekçisi rolünü alan bir kısım Tacikler’le meskundu. Bu muhteşem Tacik devletinin, Harzemliler’in yurdu olduğunu biliyoruz. Bu sebeple Dersimli’nin, hatıralarına ve tarihi vakıaya dayanarak “Tacik Baba” dağında Celaleddin Harzemşah’ın metfun bulunduğunu iddia ve beyan eylemesindeki isabet, bu suretle de teeyyüt etmiş olmaktadır...[179]

Netice olarak, 752 sene önce cereyan eden bu olay da bize ; Zazalar’ın “Kürt” olamayacağını, Zazalar ile Kurmancların aynı kökten ayrılmış farklı iki Türk topluluğu olduklarını düşündüren bir mesaj niteliğindedir. Dersim (Tunceli)li Zaza Türkleri’nin bir kısmı bugün dahi kendilerini “Harzemli” saymakta ve “Horasan’dan Geldiklerini” açıkça söylemektedirler. Varto Zazaları’ndan olan Mehmet Şerif Fırat da, bu görüşü ileri sürmekte ve kendisinin de bağlı bulunduğu “Hormek” aşiretini bir misal göstererek, “atalardan süzülüp gelen rivayet ve inanışa göre, Hormek kabilesi Harzemlidir[180]” demektedir.

Tarihçi Dr. Rıza Nur’un açıklamaları da bu yöndedir. Kendisi, Dersimli Zaza Türkleri’nin “Kürt” olmadığını ve bunların bir bölümünün Harzemli Sultan Celaleddin’in taifesi olan Türkler olduğunu yazmaktadır.[181]

YEZİDİLİK İNANCI

“Yezidilik” inancı kesinlikle Zaza Türkleri’nde yoktur. Yezidiliği benimsemiş her hangi bir Zaza aşireti veya ailesi de mevcut değildir.
Aleviliğin Türkmen, Zaza, Azeri, Kurmanc v.b. gibi Türk boyları arasında yayılıp, bir hayli taraftar bulmasına karşılık ; “Yezidilik”, sadece Kurmanclara mensup bir zümre tarafından benimsenmiştir.

Bazı yazarların Yezidiler’i Zaza Türkleri’nden göstermelerine dair fikirleri doğru değildir. Belgelere dayandırılmayan bu iddialar geçersizdir ve ilmi gerçeklere de aykırıdır.

Bu hataya düşenlerden biri, “Doğu illeri ve Varto Tarihi”nin yazarı olan Merhum Şerif Fırat’tır.

Bu konuda şöyle diyor :

“Arap orduları önünde dağılan Part Türkleri (Zazalar) şubesinden ayrılan Yezidiler ; o çağlarda doğu illerinin serhatlarından güney-doğuya geçerek cenupta Sincar dağlarına, Alagöz dağlarıyla, Karabağ ve Şengal ovalarına yayılmış ve bunlar son zamana kadar Arap ordularına ve İslamiyet’e karşı koydukları için bir türlü İslam dinini kabul etmeyip, Yezidi namını almışlardı.[182]

Yazarın bu düşüncelerini çürüten pek çok ilmi gerçek vardır. Evvela şunu belirtelim ki, “Yezidilik” inancı ortaya çıktığı sıralarda, İslam bayraktarlığının Türk orduları tarafından üstlendiğini görüyoruz... Bu inancın doğuşu ise Arap fetihlerinin parlak devrinden 300 yıl kadar sonra olmuştur.
Yezidiler, 1072-1162 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Şeyh Adi Bin Müsafir’i bu inançlarının kurucusu olarak kabul ederler. Gerçekte ise tasavvufi bir tarikatın kurucusu ve “mü’min” bir kişi olan Şeyh Adi’nin fikirleri, onun ölümünden sonra, bazı müritleri tarafından değiştirilerek, batıl ve sapık bir akım olarak geliştirilmiş, çeşitli hurafeler ve eski dinin pek çok akideleriyle de donatılmıştır. “Yezidilik” adı verilen bu garip inanç, bir “mezhep”ten ziyade, adeta bir “din” haline dönüşmüştür.

Yezidi Kurmanclar, “Melek Tavus” diye adlandırdıkları “şeytan”a taparlar. Her yıl 23 Eylül’de, Şeyh Adi’nin Musul yakınlarındaki Sincar dağında bulunan mezarını ziyaret ederek “hacı” mertebesine ulaşırlar. Yezidiler’in “Kitab-ı Celve” (Vahiy Kitabı) ve “Mıshefa Reş” (Kara Kitap) adlarını taşıyan iki din kitapları vardır. Dini ibadetleri, ayinleri ve duaları hep Kurmancca konuşulacağına, Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından “Kürtçe” (Kurmancca) olarak indirildiğine ve Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in onu Arap diliyle yazdığına inanırlar. Bunlar birçok şeyleri mesela bakla, marul, balık yemezler, mavi rengi giymezler.

Genellikle eski Türk geleneklerini ve İslam’dan önceki eski Türk dininin pek çok ilkelerini yaşayan ve yaşatan Yezidiler; bugün, Türkiye’nin doğu ve Güneydoğu (Urfa, Siirt, Mardin, Van, Hakkari) taraflarından sayıları çok az olmakla beraber, Suriye, Irak, İran ve Sovyet Kafkasya’sında, Erivan ve Tiflis çevresinde dağınık bir şekilde yaşarlar. Merkezleri Sincar dağı yöresidir. Sincar, Musul’un kuzeybatısında ve ona bağlı bir ilçedir.
“Yezid” kelimesine gelince, bunun eski Türkler’deki “Ayzıt” (Hezid) ile benzerliği düşünülebilir. Kaşgarlı Mahmud da Divan-ı Lügati’t Türk’de “izi” kelimesini ; ilah, efendi anlamında kullanmıştır.[183] Ayrıca, Muaviye’nin oğlu “Yezit” ile ilişkili olduğunu ileri sürenler olduğu gibi [184], bunun aksini savunanlar da vardır.[185]

Bütün bunlara rağmen bazı çevreler, kasıtlı olarak ortaya attıkları bir takım hayali şeylerle, Zazalar ile Yezidiler’i aynı inanca bağlı gösterme gayreti içindedirler.

İhsan Nuri’nin “Tarih-i Rişeyi Nejat-i Kurd” isimli Farsça eserini “Kürtler’in Kökeni” adıyla tercüme edip yayınlayan ayrımcı çevrelerden M.Tayfun, kitapta yer alan bir dip notunda şöyle diyor :

“Herekol Azizan, Hawar Dergisinin 42. sayısında (1942-Nisan) Newruz konusunda yazdığı yazıda... ‘Zerdüşt’ün Avesta’da bir bahar bayramından söz ettiğini’ belirttikten sonra, bunun Newruz olması gerektiğini, bu bayramın Yezidi Kürtler (Hezidiler) arasında kutsal bir biçimde “Cemayi” adı ile kutlandığını belirliyor. Bu bayramda Yezidiler en güzel elbiselerini giyip, düz bir alanda toplanırlar, her aile yiyeceğini getirip, yiyeceklerini orta yere dizerler ve öğlen yemeklerini yerler, ardından halk oynar, türkü söyleyip eğlenirmiş. Bugün dahi (1977), Diyarbakır’ın Dicle İlçesinde bazı Zaza köylerinde baharın güzel günlerinden birinde Yezidiler’in “Cemayi” gününe benzeyen ‘Roje Ziyar’ kutlanır. Zaza Kürtler tıpkı Yezidiler’de olduğu gibi güzel elbiselerini giyer, topluca bir alana gider, hatta giderken her aile yiyeceklerini ve kazanını birlikte götürür. Orda yemeğini pişirir, yine Yezidiler’de olduğu gibi yemekler tabaklar içinde yere dizilir, yemeklerini yer, ardından oyunlar oynanır, sohbet edilir, türküler söylenir, eğlenilir. Bu gün her yönüyle bir bayramdır ve Zaza-Kürt aşiretleri arasında harfiyen aynı biçimde bu gün bile kutlanması ilginçtir. Sadece isim değişikliği olmuştur. Buna rağmen Zerduşt’un Avesta’da sözünü ettiği Bahar Bayramı bu bayram olabilir.[186]

Yazarın düşünceleri bu kadar. Hemen ilave edelim ki, bunlar tamamen hayal mahsulüdür. Neden ? Çünkü bir kere Zaza Türkleri’nde “Roje Ziyar” (Rocey Ziyar) adıyla kutlanan bir bayram yoktur. “Yok” olan bir şeyin Yezidiler’in “Cemayi”siyle veya Zerdüşt’ün Avesta’sındaki bayram ile karşılaştırmanın anlamsızlığı meydandadır. Ayrılıkçı çevrelerin kafaları bulandırmak gayesi ile maksatlı olarak imal ettikleri bu sahte “bayram”ın “yok”luğunu kendileri de bilirler. Fakat Zazalar’ı “Kürtçülük” akımının içine çekebilmek için bu tür sahtekarlıkların yapılmasında bir sakınca görmezler. Bilakis fayda umarlar...

“Rocey Ziyar” nedir? Yazarın iddialarının aksine, bu ne bir bayramdır ve nede bir önemli günün ismidir. “Rocey Ziyar”, adı üzerinde “Ziyaret Günü”dür. Burada “Ziyar” ; ziyaret, mezar, türbe, kabir anlamına gelir. Yani ‘mezarın veya türbenin ziyaret edileceği gün’ demektir. Bu gün , genellikle Perşembe günüdür. Yalnız bir güne mahsus olmayıp, yılın her perşembesi ‘Rocey Ziyar’ (Ziyaret Günü) sayılır. Ziyaret isteğe bağlıdır. Giden de var, gitmeyen de... Her hangi bir muradı olanlar, halk arasında takdire şayan olmuş büyük türbeleri ziyaret eder ve çeşitli dileklerde bulunurlar. Türbede yatan kişinin, Allah’ın bir evliyası olduğu inancındadırlar.

Ziyaret günü sabahı erkenden kalkılır, temiz elbiseler giyilir, yiyecekler ile varsa kurbanlık hayvan da alınarak yola çıkılır. Abdestli olmak şarttır. Yatır, abdestsiz ziyaret edilmez. Bu günü oruçlu geçirenlere de rastlanır... Türbeye varıldığında ilk iş türbeye yüz-göz sürmektir. Sonra kurbanların kesimi başlar... Yemekler yenilir, toplu halde namaz kılınır. Ardından eller kaldırılıp, en içten yakarışlarıyla Allah’a yalvarılarak, ziyaret edilen yatırın hatırı için dileklerinin kabulü istenir... Bu arada dilek taşına taş yapıştırmayı, türbenin yanındaki ağaçlara çaput bağlamayı, çocuklara ve türbe bakıcılarına ise bol bol bahşiş veya hediye vermeyi ihmal etmezler... Ziyaret esnasında veya sonunda şarkı-türkü söylemek, oyunlar oynamak gibi eğlenceli davranışlar kesinlikle yoktur. Bunlar günah sayılır.

İşte Zaza Türkleri’ndeki “Rocey Ziyar”ın anlamı budur. Ne Yezidilikle, nede Zerdüştlük’le hiçbir bağlantısı mevcut değildir. Netice olarak şunu diyoruz : Yezidilik inancı, Zaza Türkleri’nin tamamen dışındadır.[187]

SOSYAL YAPI BAKIMINDAN ZAZA VE KURMANCLAR

Zaza ve Kurmanclar arasındaki mevcut sosyal yapı farklılıkları, aslında başlı başına incelenmeye değer, çok geniş bir sahadır. Ancak biz, gayet belirgin olan birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğiz.
Sosyal yapı itibariyle, Zaza Türklerini Kurmanclardan farklı kılan özelliklerden en çarpıcı olanları görebildiğimiz kadarıyla şunlardır :

1- Göçebelik: Zaza Türkleri’nde “göçebelik” yoktur. Göçebe hayatı yaşayan hiçbir Zaza aşiretine veya kabilesine rastlanmamaktadır. Ziya Gökalp’da bundan 60 yıl kadar önce, bu hususa işaret ederek şöyle diyordu : “Zazalar’dan yalnız ‘Zekti Koçerleri’ göçebedir[188]” Bingöl’de yerleşik bulunan Zekti (Zıktı) denilen bu aşiretin yerleşik hayata geçip, göçebeliği bırakalı yıllar olmuştur.
Kurmanclarda ise, göçebelik yaygındır. Kurmanc aşiretlerinin bir kısmı yerleşik, diğer bir kısmı da göçebedirler. Ancak göçebe hayatı yaşayan aşiretlerin sayısı günden güne azalmaktadır. En büyük göçebe aşireti Beritan, en küçüğü ise Alikan’dır.

2- Ağalık: Zaza Türkleri’nin yaşadıkları bölgeler, umumiyetle dağınık olduğundan, Siverek gibi bazı bölgeler dışında, belirleyici bir toprak ağalığı yoktur.

Kurmanclarda “ağalık” müessesesi yaygındır ve güçlüdür. “Ağa”ya sonsuz bir bağlılık ve baş eğme vardır. Ağa onların varlığının en önemli parçasıdır. Ağaya sürekli olarak üstün bir varlık ve muzaffer bir kumandan gözü ile bakılır. Ağanın kabilesi ve üzerindeki etkinliği ise çok güçlüdür. Aşiretin bireyleri bu etkinliği zorla değil, içten gelen bir arzu ile kabul ederler[189].

Her şeyden evvel, korunma ve savunma, topluluk içindeki çeşitli sosyal münasebetlerin tanzimi ve hayatlarını devam ettirmek için çeşitli ihtiyaçların da temini için, devletin varlığının pek hissedilmediği veya bürokrasinin yarattığı güvensizlik, söz konusu bir lidere veya rehbere (“ağa”ya) ihtiyaç duyulmuştur.

İşte bugün, bunlar arasında söz konusu edilen ağalık, devlet otoritesinin fazla hissedilmediği, bölgeye çeşitli sosyal ve iktisadi hizmetlerin götürülemediği bir ortamda, sosyal muhtevanın müesseseleştirdiği bir mefhumdur. Bu kişiler, rekabet kabul etmeyen mevkilerini yalnız zenginliklerine değil, cemaat içindeki fonksiyonlarına, halka karşı mesuliyet ve mükellefiyetlerine, her şeyden evvel, bulundukları mevkiin gerektirdiği fedakarlıklara borçludurlar.

Bundan dolayı, bu kimseleri, orta çağın fena şöhretli feodal senyörleriyle bir kabul etmek ve Marksist Leninist ideolojiye göre değerlendirmek de doğru değildir. Zamanla müesseseleşen “ağalık”, günümüzde ancak cemaat içi münasebetlerde tesirli olabilmektedir.[190]

3- Şeyhlik: Doğu Anadolu bölgesinde, diğer bölgelere nazaran sosyal yapı içinde tesir sahası bakımından farklı bir durumda bulunan bir sosyal müessese de şeyhlik ve şeyhlerdendir. “Şeyhlik” otoritesi, Kurmanclara nazaran, Zazalarda daha güçlü ve katıdır. Bölgede şeyhlerin tesirleri ağaların tesirlerinden daha geniş ve yaygındır. Ağaların nüfuzları ve tesirleri az çok bölgenin belirli bir muhitinde meskun oldukları yerde belirdiği halde, şeyhlerin tesiri belirli bir muhitten ziyade bölge çapındadır.

Şeyh manevi bir yol göstericidir, mürşittir... Şeyhlerin tesir alanları geniştir; ancak, bu tesirin derecesi içinde yaşanılan topluluğun sosyal yapısıyla ilgilidir. Zaza Türklerinde mevcut olan sosyal yapının dışarıya karşı kapalı, dayanışmacı ve cemaat karakteri taşıması, şeyhlik müessesesine önem kazandıran bariz özelliklerdir. Ayrıca, bölgede mevcut sosyal yapı, şeyhe de kendi sosyal karakterini vermiş, her türlü sıkıntı ve meselede onlara danışmayı gerektirmiştir.[191]

Sünni Zaza Türklerindeki “şeyhlik” müessesesine karşılık, Alevi Zaza Türklerinde de aynı katılıkta bir “seyidlik” müessesesi ön plandadır. Dini inançlar bakımından Zaza Türkleri “fanatik”tir. 1925’te vuk’u bulan “Şeyh Said” ile 1938’de çıkan “Seyid Rıza” isyanlarında, Zaza Türklerini isyana sevk eden asıl sebep, işte bu “fanatizm” düşüncesidir.

Burada önemli bir hususa değinmek istiyoruz. Ayrılıkçı-Kürtçü çevreler, bu her iki isyana sahip çıkmakta ve her iki “isyancı lider”i de “Kürt” ilan etmektedirler ki, gerçeklere tamamen aykırıdır. Şeyh Said olsun, Seyid Rıza olsun, ikisi de Zaza’dırlar.

4- Din: Zazalarda bu bağ, Kurmanclara nazaran daha güçlü ve sıkıdır... Mezheplere gelince; Kurmancların büyük çoğunluğu Sünni ve az bir kısmı Alevi iken, Zaza Türklerinde çoğunluk Alevi ve geri kalan kısmı Sünni’dir. Kurmanc ve Zaza Türkleri arasında “tarikat”lar da yayılmıştır. Kurmancların ekserisi, mutasavvıf Abdülkadir-i Geylani’nin kurucusu bulunduğu “Kadirilik” tarikatını benimserken, Zazalar ; Sünni olanlar “Nakşibendilik”i ve Alevi olanlar da “Bektaşilik”i seçmiştir.

Türk mutasavvıfı Muhammed Bahaeddin Nakşibend’in kurucusu bulunduğu “Nakşibendilik” tarikatını, Zaza Türkleri arasında yayan zat, rivayetlere göre Şeyh Said’in dedesi , Palu’lu Şeyh Ali (Şeyh Eli Pali)’dir. Şeyh Ali’nin Muhammed Bahaeddin Efendi’nin halifesi olan Mevlana Halid’ten “el” aldığı söylenir.

“Bektaşilik”in kurucusu ise yine büyük bir Türk mutasavvıfı olan Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Aslen Zaza Türklerinden ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin de halifelerinden olan; Ağuçan (Ağu içen), Derviş Cemal ve Sarı Saltık adlarını taşıyan bu üç zatın bizzat Hacı Bektaş-ı Veli tarafından Dersim (Tunceli) ve havalisinde faaliyet göstermek için vazifelendirildikleri rivayet edilir. Bugün Tunceli’de bu üç adla (Ağuçan, Derviş Cemal, Sarı Saltık) yad edilen aşiretler bulunmaktadır[192].

FOLKLOR BAKIMINDANZAZA VE KURMANCLAR

Kurmanclarda da Zazalarda da bütün Türk boylarında olduğu gibi “folklor”un önemli bir yeri vardır. Her iki Türk topluluğunun da folkloru oldukça zengindir. Ancak, bunun çok az bir bölümü yazıya geçirilmiştir. Destanlar, hikayeler, masallar, efsaneler, türküler, fıkralar, atasözleri, bilmeceler, inançlar, örf ve adetler v.s... Bütün bunlar incelenmeye değer, birer hazinedirler.

Folklor açısından da bu iki Türk boyu arasında bir takım farklılıklar göze çarpmaktadır. Ayrıntılarına girmeden, sadece birkaç nokta üzerinde duracağız :

· “Giyim-kuşam”da farklılıklar.
· “İnançlar”da farklılıklar.
· “Örf ve adetler”de farklılıklar.
· “Oyunlar”da (halk oyunları” farklılıklar.
· Davul-zurna : Her iki boyda da ekseriyetle düğünlerde çalınır. Çalgıcılık adeti yalnız Kurmanclarda vardır. Zaza Türkleri icrai olarak davul-zurna çalmazlar. Düğünlerinde çaldırmak için bizzat gidip çalgıcıları (davulcu-zurnacılar) davet ederler.
· Başlık parası : Kurmanclarda başlık parası alma adeti oldukça yaygındır. Miktarı bölgeden bölgeye değişmekle beraber, günümüzde bazı yörelerde bir milyona kadar varmaktadır. Zazalarda “başlık parası” (kalın), bazı bölgelerde alınmazken, bazı yörelerde de çok cuz’i bir miktar alınmaktadır.
· Kurmanclara mensup bazı kadınlar; burunlarına “süs” olarak altından, yahut gümüşten yapılan ve adına “hızem” (hızma) denilen bir takı takarlar. Zaza Türkleri’ne mensup kadınlarda bu yoktur.
· Dak : Kurmanclarda, özellikle göçebe (koçer) aşiret mensuplarının yüz ve ellerine yaptıkları dövmelere “dak” denir.
o “Dak” yapmak için, yeni anne olmuş kadının sütü alınarak buna is veya boya karıştırılır. Bu karışım, iğne ile ilgili yerlere batırılıp, çıkarılarak dövme tamamlanır.
o Kadınlarda dak ; alın, şakak, çene, burun ucu, bazen de ellerin üzerine, erkeklerde ise kadınlarda olduğu gibi, umumiyetle burun ucu ve şakaklarda “nokta” şeklinde yapılır. Erkeklerde ayrıca ellerde mitolojik yaratıklar (şahmaran v.s.) ve hayvan şekilleri (yılan, akrep ve çeşitli kuşlar) yapılır...
o Zazalarda bu “dak” (dövme) yoktur.

YERLEŞİM BÖLGELERİ BAKIMINDAN ZAZA VE KURMANCLAR

Zaza ve Kurmancların meskun bulundukları bölgeler de, aslında onların farklı iki boyu olduklarını göstermektedir.

Kurmancların yerleşik bulundukları mıntıkaları araştırıcılar, başlıca beş bölgeye ayırmışlardır :

1- Yenisey Bölgesi
2- Batı Türkistan (Horasan-Afgan) Bölgesi
3- Dağıstan-Macaristan veya Tuna Boyları
4- Kuzey Azerbaycan (Kür-Aras / Aran)
5- Dicle Bölgesi[193]

Zazalar ise yalnızca Türkiye hudutları içinde meskundurlar. Yayıldıkları alanlar da, Dicle-Fırat-Murat ırmakları boylarıdır.Bu ırmakların havzaları dışında, hiçbir yerde Zaza Türkleri’ne tesadüf edilmez. Zaza Türkleri’nin en kalabalık bulundukları vilayetler şunlardır : Diyarbakır, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Tunceli

Zaza Türkleri’nin meskun bulundukları bölgenin hududunu şöyle gösterebiliriz :

Urfa’nın Siverek, Adıyaman’ın Gerger, Malatya’nın Pütürge ve Arapkir ilçeleriyle, Sivas’ın Kangal, Hafik, Zara, Suşehri ilçelerinden Erzincan’ın Refahiye’sine uzanır, Kelkit-Bayburt sınırından geçerek, Tercan’ı ve Erzurum’un Hınıs’ını içine alıp, Muş’un Varto ilçesini, Bitlis’in Mutki ve kısmen de Tatvan ilçelerini, Siirt’in Sason ilçesini bünyesinde toplar, güneyden Diyarbakır’ın Kulp, kısmen Lice, Hani, Piran (Dicle), Çermik ilçelerini kapsamına alarak Siverek’te nihayete erer.

Zaza Türkleri, hududunu çizdiğimiz bu sahanın içinde yayılımlardır. Bu alanın içinde Kurmanclara mensup bazı aşiretler de vardır. Bunların diğer muhitlerden gelip buraya yerleştikleri büyük bir ihtimaldir. Çünkü çoğu konar-göçerdir. Beritan aşiretini misal olarak gösterebiliriz. Buna karşılık Zaza Türkleri’ni çizdiğimiz bu hududun dışında göremiyoruz. Mesela ; Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te, Adıyaman’da (Gerger hariç), Urfa’da (Siverek hariç), Mardin’de, Hakkari’de, Siirt’te (Sason hariç), Bitlis’te (Mutki ve Tatvan hariç), Muş’ta (Varto hariç), Erzurum’da (Hınıs hariç), Van’da Ağrı’da ve Kars’ta Zazalar’a rastlanmaz. Türkiye sınırları dışında, yani Suriye, Irak ve İran’da da Zaza Türkleri yoktur.

[1] V.Minorsky : ”Kürtler” İslam Ansiklopedisi,Fas,68
[2] Hayri Başbuğ: “Kürt Türkleri”, Birliğe Çağrı Dergisi, Sayı:8, 26 Mayıs 1980, sf.4
[3]Bazil Nikitin : Kürtler, Cilt:1 , İstanbul 1976, sf.7 (“Önsöz”).
[4] V.Minorsky : aynı yazı
[5] M. Emin Zeki : Kürdistan Tarihi, İstanbul 1977, sf.33
[6] William Aegleton : Mehabad Kürt Cumhuriyeti 1946, (Çev. M. Emin Bozarslan),İstanbul 1976, sf.16,17
[7] M. Emin Zeki : Kürdistan Tarihi, İstanbul 1977
[8] İhsan Nuri : Kürtlerin Kökeni, (Çev.M. Tayfun), İstanbul 1977 (Yöntem Yayınları),(Orijinal adı, “Tarih-i Rişeyi Nejad-i Kurd”-Kürtlerin Asıllarının Tarihi-olan bu kitap, ilk olarak Tahran’da 1955 yılında, “İranoloji” cemiyeti tarafından Farsça olarak yayımlanmıştır)
[9] Minorsky, “Kur-ti-i’nin okunuş tarzı kat’i değildir” (İslam Ans. “Kürtler” maddesi)derken, Bazil Nikitin de şunları söylüyor : “Asur kaynaklarında ‘Kur-ti-i’ diye bir kavmin bulunduğu sanılmıştır; ama şimdi bu ad ‘Kur-hi-i’ okunmaktadır” (bk. Bazil Nikitin, a.g.e. sf.36)
[10] Bunun aksine, Ermeni yazarları da Kürttürkler için “Müslüman Ermeni” tabirini kullanmaktadırlar (Hayri Başbuğ, Kürtçülük Faaliyetleri İçinde Ermeniler-Son Yüzyılda Kürtçü-Ermenici İşbirliği, Ankara 1982, -gayri matbu-)
[11] Havar Dergisi’nin iddiası bundan farklıdır. Bu dergideki izahata göre; “Nemrud adı, Nimroz, yani Nivroj’dur. Bunun Kürtçe’deki anlamı; yarım gün, öğlen’dir” (Hawar Dergisi, sayı:28, 15 Mayıs 1941)
[12] Kürttürkçesi’nde, “ateş”in karşılığı olarak “azer” sözü kullanılmaz. “Ateş”e Kürttürkleri’nin bir kısmı “agır” derken, diğer bir kısmı “ar” der.
[13] İhsan Nuri, aynı eser, sf. 122,182 ve devamı
[14] Süryani tarihçisi Bar Hebraeus Gregory’de “Nuh” isminin halis Süryanice bir kelime olduğunu iddia etmektedir. (bk. Abu’l Farac Tarihi, cilt:1, Ankara 1945, sf. 71)
[15] Bk. Hawar Dergisi, sayı:28, 15 Mayıs 1941
[16] Şükrü Kaya Seferoğlu, Anadolu’nun İlk Türk sakinleri Kürtler, Ankara 1982, sf.6
[17] H.Kemal Türközü, “Türk sakalar (İskitler)’in Batıya Göçleri ve Kürtler’in Ön Asya’da Doğuşları”, Türk Kültürü Dergisi, sayı:226, sf.36,37., Şubat1982. Ayrıca, daha fazla bilgi için şu kaynaklara müracaat edilmelidir: M. Taner Tarhan, “eski Çağda Kimmerler Problemi”, VIII.Türk Tarih Kongresi, 1.Cilt, Ankara 1979. Prof. Dr Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, 1.Cilt,İstanbul 1970. Prof. Dr.Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi,1.Cilt,Ankara 1981. Prof. Dr.Akdes Nimet Kurat. IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri,Ankara 1972 ve Peçenek Tarihi,İstanbul 1937,Gyula Nemeth,Atilla ve Hunları,İstanbul 1962. Şerif Baştav, “Sabir Türkleri”, Belleten, Cilt:V, Sayı:17-18, Ankara 1941. Arthur Koestler, On üçüncü KabileHazar İmparatorluğunun Mirası,İstanbul 1977.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu,Türk Milli Kültürü, Ankara 1977)
[18] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, Tarihte Türklük,Ankara 1971, sf.65
[19] Dr. Tahsin Ünal,Türk’ün Sosyo-Ekonomik Tarihi,Ankara 1977,sf.12,38
[20] Bar Hebraeus Gregory,Tarih (Abu’l Farac Tarihi)Cilt:1, Ankara 1945, sf.95, İhsan Nuri, aynı eser, sf.88 M.Fahrettin Kırzıoğlu,Her Bakımdan Türk Olan Kürtler, Ankara 1964, sf.21
[21] M. Fahrettin Kırzıoğlu,aynı eser, sf.19-28
[22] Bazil Nikitin,aynı eser,sf.31
[23] H.Kemal Türközü,aynı yazı
[24] İhsan Nuri,aynı eser,sf.131
[25] Bazil Nikitin, aynı eser,sf.48
[26] M. Fahrettin Kırzıoğlu,Kürtlerin Türklüğü,Ankara 1968,sf.51
[27] Bazil Nikitin,aynı eser,sf.23
[28] Ksenofon,Anabasis-On binlerin Dönüşü-İstanbul 1974 (HürriyetY.)..
[29] İranlı Firdevsi,”Şahname”sinde,bu vak’aları “İran-Turan” savaşları olarak isimlendirmekte ve pek geniş malumat vermektedir.
[30] Hilmi Göktürk,Kürtler’in Soy Kütüğü ve Boy Tarihi, cilt:1,İstanbul 1978,sf.75
[31] Uzun saç bırakma,eski Türkler’e has bir gelenektir.Sakalar,Hunlar,Göktürkler ve İslam oldukları halde Selçuklu Türk erkekleri de omuzlarını aşan saçlar uzatırlardı.Bunlardan,Ermenice ve Süryanice kaynaklarda da bahsedilir.Aynı durum bugün bile Sincar dağı eteklerinde yaşayan Kürttürkleri’nde mevcuttur.Bunlardan Evliya Çelebi’de bahsetmiştir, hatta uzattıkları bu saçlardan dolayı Sincar Dağına “Saçlu dağ”da denildiğini söyler.(M:Fahrettin Kırzıoğlu,Kars Tarihi,I.İstanbul 1953, sf.97.)
[32] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni,Macar Arkeolojisinde Hunlar-Avarlar-Macarlar,Ankara 1937, sf.10.
[33] Wilhelm Radloff,Sibirya’dan,(Çev.Dr.Ahmet Temir),Cilt:1,İstanbul 1957, sf.225.
[34] Kaşgarlı Mahmud,Divan-ı Lügati’t Türk, I, sf.419
[35] Gyula Nemeth, Der Volksname Karluk und Seine Semantische Gruppe, sf.13 (Zikreden,Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, Sf.156, not:660)
[36] Thureau Dangin, Revveç d’Assyriologie, V, sf.67.(Zikreden, V.Minorsky,aynı yazı)
[37] Driver, The name Kurd Its Philological Connexions (JRAS-1923), sf.400,(Zikreden,V.Minorsky,aynı yazı)
[38] V.Minorsky,aynı yazı
[39] “Karduklar”ın Türklüğü konusu üzerinde,daha geniş bilgi için bk. “Rus Yazarı Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’ndeki ‘Kürtler’ Maddesinin Tenkidi ve Bazı Gerçekler”, Kon Gazetesi, sayı:1,Ankara,Ocak 1979. Dr. Mehmet Şükrü Sekban,Kürt Meselesi,(3.Baskı),Ankara 1979,(Ek:2, Kardaka-Kurduklar),Kon Yayınları. Edip Yavuz,Tarih Boyunca Türk Kavimleri, Ankara 1968. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi , İstanbul 1953.Hilmi Göktürk,Anadolu’nun Dağında Ovasında Türk Mührü,Cilt:1, Erzurum 1974.
[40] Bk.(9)numaralı dipnot (H.B)
[41] İhsan Nuri,aynı eser,sf.33
[42] Aynı eser, sf.198
[43] Aynı eser, sf.110
[44] Bezil Nikitin,aynı eser,sf.37
[45] Aynı eser, sf.137
[46] Hilmi Göktürk,aynı eser, sf.57-58
[47] Edip Yavuz, aynı eser,sf. 32
[48] Süleyman Sabri Paşa,Van Tarihi ve Kürt Türkleri Hakkında İncelemeler (3.Baskı), Ankara 1982, sf.49
[49] Cevdet Türkay,Başbakanlık Arşivi Belgelerine göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak Aşiret ve Cemaatlar,İstanbul 1979, sf.150
[50] M. Emin Zeki,aynı eser, sf.213-217
[51] Cevdet Türkay, aynı eser, sf.145
[52] Aynı eser, sf.641
[53] Aynı eser, sf.642
[54] Bu kısım, “Zaza Türkleri” adı ile hazırlamakta olduğumuz bir eserin “tarih” bölümünün kısa bir özetidir.
[55] Bk.Nazmi Sevgen, “Yaşayışları Şimdiye Kadar Gizli Kalmış Bir Aşiret:Zazalar”, Tarih Dünyası Dergisi,Sayı:14,15,16,17,İstanbul 1950. Aynı yazının ikinci baskısı için Bk.Nazmi Sevgen, “Yaşayışları Gizli Kalmış Bir Aşiret:Zazalar”,(Dipnotlar:Hayri Başbuğ),Türk Kültürü Dergisi,Sayı:229,230,(Mayıs-Haziran),Ankara 1982
[56] Nazmi Sevgen,”Kürtler”,Belgelerle Türk Tarih Dergisi,Sayı:5,İstanbul 1969. Ayrıca Bk.Nazmi Sevgen,Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri-Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi,Ankara 1982,sf.3
[57] Geniş bilgi için bk.Prof. Dr. Zeki Velidi Togan,Umumi Türk Tarihine Giriş,cilt:1,İstanbul 1970.Ayrıca bk.Prof. Dr. Yusuf Ziya Özer, “Son Arkeoloji Nazariyeler ve Subarlar” II.Türk Tarih Kongresi
[58] Nihad Sami Banarlı,Resimli Türk Edebiyatı Tarihi,Fas 1.İstanbul 1971 sf.12 (“Türklerin Yaratılış Destanı”)
[59] Edip Yavuz,Aynı eser, sf.200-203
[60] Deguignes, Tarih-i Umumiye, Sf.148,158,170
[61] Prof. Dr. Zeki Velidi Togan,aynı eser,sf.35,391,395
[62] Aynı eser, sf.23
[63] Aynı eser, sf.45
[64] M. Fahrettin Kırzıoğlu,Kars Tarihi, sf. 73,91,105
[65] Dr. Fritische,Kürtler,İstanbul 1324 (1918), sf. 26
[66] Prof. Dr. Z.V.Togan, aynı eser, sf. 41, 42
[67] Kaşgarlı Mahmud,Divan, II.sf. 48
[68] Prof. Dr.Z.V.Togan, aynı eser, sf.45
[69] Edip Yavuz, aynı eser,sf.227 (Steilers Hand Atlas,1928’e atıf)
[70] Prof. Dr.Z.V.Togan, aynı eser, sf.23
[71] Aynı eser, sf.35
[72] Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu,Eski Uygur Türkçe’si Sözlüğü,İstanbul 1968 sf.211-267
[73] Prof. Dr.Z.V.Togan, aynı eser, sf .36
[74] Deguignes, aynı eser, sf. 273
[75] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 202
[76] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser, 76
[77] Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, aynı eser, sf. 48
[78] Hilmi Göktürk,Kürtlerin Soy Kütüğü ve Boy Tarihi,İstanbul 1978, sf.60
[79] Kadri Perk, Cenup Doğu Anadolu’nun Eski Zamanları, İstanbul 1944, sf. 43
[80] Bk.Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügati’t Türk. Ayrıca bk. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Eski Uygur Türkçe’si Sözlüğü,İstanbul 1968
[81] Yakut Türkleri, günümüzde dahi kendilerine “Saka” (“Su”) derler.
[82] C.R. Conder, Notes on Akkadic, Journal of the Royal Asiatic Society,1983, Sf.830,867 (Zikreden,Hilmi Göktürk, aynı eser, sf. 62)
[83] Nikola Marr,Külliyatı, cilt:1, sf. 310, (Zikreden , H.Göktürk,sf.62)
[84] M. Nuri Dersimi, Dersim Tarihi, İstanbul 1979, sf. 27
[85] Nazmi Sevgen, “Yaşayışları Gizli Kalmış Bir Aşiret : Zazalar”, (Dipnotlar:Hayri Başbuğ),Türk Kültürü Dergisi, sayı:229, sf. 33 , 34
[86] M. Nuri Derbimi, aynı eser, sf. 8, 71
[87] Ksenofon, Aynı eser, sf. 69, 111, 267
87/1 Bir sözün, çeşitli dillerdeki fonetiklerine göre nasıl şekillendiğine en güzel misal olarak “Türk” sözüne bakmamız yeterlidir sanırız. Geçen asırdan beri birçok bilgin tarafından ileri sürülen görüşlere göre;Herodotos’un doğu kavimleri arasında zikrettiği “Targita”lar, İskit topraklarında oturdukları söylenen “Tyrkae”ler, Tevrat’ta adı geçen,Yasef’in torunu “Togharma”,eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen “Turukha”(veya “Turuşka”)lar, “Thrak”lar, eski Ön Asya çivi yazılı metinlerde görülen “turukku”lar, Çin kaynaklarında M.Ö. 1.bin yıl içinde rol oynadıkları belirtilen “Tik” (veya “Di”)ler ve hatta “Troia”lılar v.b. bizzat Türk adını taşıyan Türk kavimleri oldukları ileri sürülmüştür...Orhun kitabelerinde bu ad,daha çok “Türük” şeklinde kaydedilmiştir. Nitekim adın Çince transkripsiyonu da iki hecelidir.Son araştırmalarda “Türk” kelimesinin 6-8.asırlardan önce yalnız çift heceli söylendiği,daha eskiden ise “Törük”şeklinde olabileceği belirtilmiştir. Törük / Türük / Türk (Bk.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu,aynı eser, sf. 25,26)
[88] Prof. Dr. Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976, sf. 40, 41
[89] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 416, 417
[90] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 15
[91] Aynı eser, sf. 35
[92] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser,sf. 31
[93] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 58
[94] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[95] Aynı yazı
[96] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:4, İstanbul 1976, sf. 1122
[97] M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 214
[98] Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, İstanbul 1980, sf. 88
[99] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[100] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 90
[101] Ali Kemali, Erzincan Tarihi, İstanbul 1932
[102] Prof. Dr.Abdülkadir İnan, aynı eser, sf. 38, 39
[103] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[104] Bk.H.Reşit Tankut, Dil Tetkikleri –Birinci Kitap-,İstanbul 1936, sf. 34, 36, 68, 69
[105] Nureddin Ardıçoğlu,Harput Tarihi,İstanbul 1964, sf.8. Ayrıca Bk. Kadri Perk, Aynı Eser, sf.138
[106] Prof. Dr. Z.V.Togan,aynı eser
[107] Kadri Perk, aynı eser, sf. 145
[108] Nureddin Ardıçoğlu, aynı eser, sf.8
[109] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 45
[110] Cevdet Türkay, aynı eser, sf. 147, y48, 789
[111] M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 193, 204, 211, 213
[112] Kadri Perk, aynı eser, sf. 57
[113] M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 201
[114] Şeref han, Şeref name, (Arapça nüshasında Çev.M. Emin Bozarslan) İstanbul 1975, sf. 347
[115] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:4, sf.1139
[116] Basri Konyar, Diyarbekir Tarihi, sf. 14,52,59, Ayrıca Bk. Kadri Perk, aynı eser, sf. 68
[117] Ksenofon, aynı eser, sf. 70
[118] Kadri Perk, aynı eser, sf. 79
[119] Aynı eser, sf. 86
[120] Aynı eser, sf. 86
[121]
[122] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:4, sf. 1139
[123] Aynı eser, sf. 1129
[124] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[125] Kadri Perk, aynı eser, sf.91
[126] Edip Yavuz, aynı eser, sf.107
[127] Kadri Perk, aynı eser, sf.102
[128] Bazil Nikitin, aynı eser, sf.37. Ayrıca Bk. V.Minorsky, aynı yazı
[129] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 206
[130] Bazil Nikitin, aynı eser, sf. 37
[131] İbn’ül Esir, Yakut, II. Sf.257 (Zikreden, V.Minorsky, aynı yazı)
[132] Mukaddesi, İbnttavkal, sf.250 (Zikreden, V.Minorsky, aynı yazı)
[133] Prof. Dr. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973, sf. 174
[134] Enver Behnan Şapolyo, Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1972, sf. 243
[135] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:3, sf.799
[136] Aynı eser, sf. 788
[137] Aynı eser, sf. 847 ,857
[138] Aynı eser, sf.926
[139] Nazmi Sevgen, Anadolu Kaleleri, Ankara 1959, sf.68
[140] Kara-Amid Dergisi, Sayı:4, İstanbul 1960, sf. 323 (“Diyarbakır’ı Tanıtma Derneği” yayın organı)
[141] Cevdet Türkay, aynı eser, sf. 662
[142] Abdullah Battal Taymas, Kazan Türkçesinde Atasözleri ve Deyimler, Ankara 1968, sf. 13
[143] Saadet Çağatay, Türk Lehçeleri Örnekleri, II. Yaşayan Ağız ve Lehçeler, Ankara 1972, sf. 5
[144] Müstecip Ülküsal, Dobruca’daki Kırım Türklerinde Atasözleri ve Deyimler, Ankara 1970, Sf.8
[145] Kaşgarlı Mahmud, Divan, I, sf.431
[146] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser,sf. 19
[147] Hazırlamakta olduğumuz ;”Türkçe’nin Yaşayan Ağız Ve Lehçelerinin Kürt ve Zaza Lehçeleri ile Mukayesesi” adlı incelemede, ayrıntıları ile birlikte geniş bilgi verilecektir.
[148] Geniş bilgi için bk.Saadet Çağatay,Türk Lehçeleri Örnekleri II,Yaşayan Ağız ve Lehçeleri, Ankara 1972. Dr. Ahmet B.Ercilasun, Bugünkü Türk Alfabeleri, Ankara 1977, Müstecip Ülküsal, Dobrucadaki Kırım Türklerinde Atasözleri ve Deyimler, Ankara 1970. Abdullah Battal Taymas, Kazan Türkçesinde Atasözleri ve Deyimler,Ankara 1968. H. Paasonen, Çuvaş Sözlüğü, İstanbul 1950
[149] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 26
[150] K.Bedirhan-S.Şıvan,Zımane Kurd (Kürt Dili),İstanbul 1976, sf.33. Ayrıca bk.Kemal Badıllı, Türkçe İzahlı Kürtçe Gramer, Ankara 1965, sf. 6.
[151] Musa Anter, Kürtçe-Türkçe Sözlük, İstanbul 1967, sf. 158
[152] Doğan Kılıç Şıhhesenanlı, Barış Dünyası Dergisi, sayı:15 (Haziran 1963), sf. 358
[153] Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası-Savunma-, Ankara 1975, Sf. 199
[154] M. Emin Zeki, aynı eser, sf.178
[155] Bazil Nikitin, aynı eser, sf. 83, 287
[156] M. Rıza, Benlik ve Dil birliğimiz (2.Baskı), Ankara 1982, sf. 13
[157] M. Şerif Fırat,Doğu İlleri ve Varto tarihi (4.Baskı), Ankara 1981, Sf. 11
[158] M. Salih San, Doğu Anadolu ve Muş’un İzahlı Kronolojik Tarihi, Ankara 1966, Sf.32
[159] Ziya Gökalp,Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik İncelemeler,Ankara 1975, sf. 51. Ayrıca bk. Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri”,Barış Dünyası Dergisi, sayı:13, (Nisan 1963), sf. 242
[160] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Her Bakımdan Türk Olan Kürtler, Ankara 1964, sf. 16
[161] Bk.Musa Anter, Kürtçe-Türkçe Sözlük, İstanbul 1967, M. Emin Bozarslan, Alfabe, İstanbul 1968, K.Bedirhan-S.Şıvan, Zımane Kurd (Kürt Dili), İstanbul 1976. Dr. Kamuran Ali Bedirhan, Türkçe İzahlı Kürkçe Gramer, İstanbul 1977. Kemal Badıllı, Türkçe İzahlı Kürtçe Grameri,Ankara 1965
[162] Bk.(161) numaralı dipnottaki kaynaklar.
[163] Bk.(161) numaralı dipnottaki kaynaklar.
[164] Ehmed-i Hasi, Zazaca Mevlid, Diyarbekir 1316 (1900)
[165] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:3, sf. 869
[166] Aynı eser, sf. 873
[167] Aynı eser, cilt:4, sf. 1203
[168] Aynı eser, sf.1136
[169] Aynı eser, sf.1116
[170] Aynı eser, sf.1116
[171] Aynı eser, sf.1152
[172] Aynı eser, sf.1155
[173] Aynı eser, cilt:2, sf.511
[174] Nazmi Sevgen, “Celaleddin Harzemşah-Tacik baba”, Tarih Dünyası Dergisi, sayı:22, sf. 927 (1 Nisan 1951)
[175] Prof. Dr. Osman Turan,aynı eser, sf. 110,Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser,sf.168.Kadri Perk,aynı eser,sf. 206
[176] Nazmi Sevgen, aynı yazı. Ayrıca bk. M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 78
[177] Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi,Cilt:1, İstanbul 1972, Sf.67. Ali Kemali, Erzincan Tarihi, İstanbul 1932, sf.46. M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 11. Kadri Perk, aynı eser, sf. 206
[178] Nazmi Sevgen, aynı yazı.
[179] Aynı yazı
[180] M. Şerif Fırat, aynı eser, sf. 82
[181] Dr. Rıza Nur, aynı eser, sf. 67.
[182] M. Şerif Fırat, aynı eser, sf. 17
[183] Ziya Gökalp, Makaleler II, Ankara 1982, sf. 77
[184] Prof. Dr. Osman Turan, aynı eser, sf. 229
[185] M. Emin Zeki, aynı eser, sf.171
[186] İhsan Nuri, aynı eser, (Çev. M. Tayfun), sf. 74
[187] Yezidi Kürttürkleri ile ilgili geniş bilgi için bk. Şemseddin Sami, Kamus-ül A’lam, Cilt:6. V.Minorsky, Kürtler, İstanbul 1977,. Prof. Dr. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973. Bazil Nikitin, Kürtler, cilt:2,İstanbul 1978. El’müncid Fi’l Alam, Beyrut 1969 (20. baskı). Sami Said El-Ahmed, El-Yezidiyye Ahvaluhum ve Mu’tekadatuhum (Yezidiler,Durumları ve İnanç Sistemleri), Bağdat 1971
[188] Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik İncelemeler, sf. 51
[189] Minorsky, Kürtler, İstanbul 1977, sf. 36
[190] Doç. Dr. Mustafa Erkal,Bölgeler Arası Dengesizlik ve Doğu Kalkınması, İstanbul 1972, sf. 116, 117
[191] Aynı eser, sf. 122, 123
[192] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 32
[193] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtlerin Türklüğü, Ankara 1968