Sayfalar

22 Ekim 2010 Cuma

GÖKTÜRK YAZISINI ÖĞRENME KILAVUZU.ÇOK BAŞARILI BİR ÇALIŞMA.BU ÇALIŞMAYLA GÖKTÜRK YAZISINI OKUMAYI ÖĞRENEBİLİRSİNİZ.KIYMETLİ BİR ÇALIŞMA OLMUŞ.


http://www.facebook.com/l.php?u=https%3A%2F%2Fdocs.google.com%2Ffileview%3Fid%3D0B-Ciz22K5BJQNmQ1YTZiYmYtMmVlMS00MGQ2LTk3NzgtNGQxYWZhMjEwOWQx%26hl%3Den&h=d9aea

18 Ekim 2010 Pazartesi

ZOR SORULAR… Cevabı sizlerde saklı!



Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

01. Hangi Kürt kardeşimiz mimar, mühendis olmak istedi de, onlar teknik üniversiteye sokulmadı? 

02. Hangi Kürt kardeşimiz ülkenin herhangi bir yerinde mağaza, dükkân, kebapçı açtı da ona izin verilmedi? 

03. Hangi Kürt kardeşimiz şarkı-türkü okuyup kaset çıkartıp film yaptı da onun önü kesildi? 

04.  Hangi Kürt kardeşimiz Akdeniz'de, Ege'de 5 yıldızlı otel-motel yapmak istedi de ona teşvik verilmedi? 

05.  Hangi Kürt kardeşimiz banka kurmak istedi de ona izin verilmedi? 
06.  Hangi Kürt kardeşimiz herhangi bir partiden milletvekili adayı oldu da ona seçilme imkânı tanınmadı? 

07.  Hangi Kürt kardeşimiz turizm-seyahat acenteleri kurdu da ona ruhsat verilmedi? 

08.  Hangi Kürt kardeşimiz askerliği tercih etti de Ordu'da yükselmesinin önü kesildi 

09.  Hangi Kürt kardeşimiz geçmişte senato başkanı oldu da ona itiraz eden oldu? 

10.  Hangi Kürt kardeşimizin bu ülkeye cumhurbaşkanı olmasının önü kesik? 

11.  Hangi Kürt kardeşimizin Türkiye 1. Ligi'nde futbol oynamasının önünde engel var? 

12.  Hangi Kürt kardeşimize kredi verilmedi, hangisine doktor bakmadı, hangisine mektep kapısı kapatıldı? 

13.  Hangi Kürt kardeşimize bu ülkenin İstanbul'unun, Ankara'sının, Antalya'sının, Mersin'inin, İzmir'inin kapıları kapalı? 

14.  Hangi Kürt kardeşimize yurtdışına çıkmak istediğinde pasaport  verilmiyor? Ama o  Kürt kardeşlerin yaşadığı yerlerde, 25 yıldır gelene kurşun sıkıldı, gidene kurşun sıkıldı...  

KİM HASMANE OLDU? 
— Henüz 3 aylık asker olana da mermi yağdırıldı, terhisine 2 ay kalana da kurşun yağdırıldı... 

— Mayınlı tuzaklar ne kol bıraktı ne bacak! 

— Yüzlerce iş makinesine benzin dökülüp yakıldı, binalar kundaklandı, mektepler öğretmenleriyle bombalandı... 

— Fırsat geldiğinde tek asker de katledildi, 30 asker de kurşuna dizildi... 
— Yine de şehit ve gazi anneleri bağırlarına taş bastılar, kan davası gütmediler. 
— Türkiye’nin hiçbir köyünde kasabasında Kürt kardeşlerimize karşı hasım hane bir tutum ve davranış içine girmediler. 
— Bütün bunlar bir açılım değilse ne? Birileri bize bunun dışındaki açılımın ne olduğunu arı, net, duru, temiz biçimde anlatsa da bilsek! 
— Bilelim... Çünkü Türk vatandaşı zaten bağrını, gönlünü açmamış mı bu ülkede yaşayan herkese? 

DAHA BAŞKA AÇILIM NE OLA Kİ?

TÜRKİYE CUMHURİYETİ TASFİYE EDİLİYOR 

Türkiye, son yıllarda sürekli olarak dıştan dayatılan reformlarla uğraşmak zorunda bırakılıyor. 
Birilerinin çok acelesi olduğu için, bir an önce istedikleri aşamaya gelebilmek için dışarıdan içeriye doğru sürekli olarak bir inisiyatif yönlendirmesi yapmaktadırlar. 


Böylesi dışmerkezli bir emperyalist oyuna bütünüyle Türk toplumu alet edilmek istenirken Türk ekonomisinin köşe başlarını tutan kadrolarla medyada etkili olan işbirlikçi mandacı gruplar, ülkemizi böylesi bir maceraya doğru el birliği ile sürüklemektedirler. 


Yüzyıllar önceden hazırlanmış bir plan ve bu doğrultudaki proje uğruna büyük bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kurmuş olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti tasfiye edilmektedir
Bu gerçek artık saklanamayacak kadar açık ve net bir biçimde Türk kamuoyunda kesinlik kazanmıştır.
  
Hiç kimse cumhuriyet yıkıcılığı ya da Türkiye düşmanlığı yaptığını kabul etmiyor. Her şey "değişim" kavramı içerisinde ve Türk devleti dıştan zorlanan bir plan dâhilinde çözülmeye mahkûm ediliyor. 

Değişim sözcüğünün sihirli görünümünün arkasına sığınan ikinci cumhuriyetçiler, maddeci işbirlikçiler, alt kimlikçi federasyoncular, ılımlı İslamcı görünümlü şeriatçılar, emperyalizm ve Siyonizm ile her türlü işbirliğine açık olan oportünistler koalisyonu elbirliği ile Atatürk'ün cumhuriyetine saldırmaktalar ve kültürel alt kimlikçilik dış desteklerle hortlatıldığı gibi kayıt dışı ekonominin sağladığı olanaklarla yer altı ilişkileri doğrultusunda birçok mafya ve benzeri hukuk dışı çıkar örgütlenmelerinin de gündeme geldiği görülmektedir. 


Kurtlar Va disi gibi televizyon dizileri ile böylesine hukuk dışı bir yapılanma iç ve dış menfaat çevreleri tarafından hem özendirilmekte hem de desteklenmektedir. 

Böylesine olumsuz bir süreç içinde ülkenin birliği ve bütünlüğü tehlike altına sürüklenmekte, yetmiş beş milyonluk bir milletin gelecek güvencesini sağlamakla görevli Türk devleti her gün biraz daha gerileyerek devre dışı kalmaktadır


Bu aşamada Türkiye'yi yöneten bir zihniyet, yeni dönemin plan çalışmalarında devletin küçültülmesini ana hedef olarak ilan etmektedir. 


Bu tür bir hedef belirleme, şimdiye kadar yarısı tasfiye edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin geri kalan diğer yarısının da tasfiye edilmek istendiğinin en açık göstergesidir. 


Sürekli olarak dış baskılarla iyice küçülmüş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceği ile ilgili planlama çalışmalarına devletin küçültülmesi ana hedef olarak belirlenirse, bu gelecekte Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal ve üniter yapısının ortadan kaldırılmak istendiğinin en açık göstergesi olarak anlaşılmasıdır.

Çünkü OECD istatistiklerine göre; Avrupa ve Amerika gibi kıtalardaki batı ülkelerine oranla en küçük devlet Türkiye Cumhuriyeti'dir. 


Batı ülkelerinde devletin ekonomideki ağırlığı ortalama olarak yüzde 40 ya da 50 oranında olmasına rağmen, Türkiye'deki devletin ekonomideki büyüklüğü son yıllarda yüzde 20'lerden yüzde 10'lara doğru küçülmüştür. 


Kendi devletlerini güçlü ve büyük tutan batılı emperyal ülkeler sıra Türkiye'ye gelince, Osma nlı İmparatorluğu'nun bugünkü mirasçısı Türkiye'yi daha da küçültmenin yollarını aramaktadırlar.

Avrupa Birliği sürecinde yani bir Yugoslavya modeli yaratarak Türkiye'nin ülkesini bir Sevr haritasına dönüştürmek isteyenler, bu doğrultuda devletin küçültülmesi için sürekli olarak baskı yapmaktadırlar. Avrupa Birliği'ne paralel olarak IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşlar da Türk devletinin küçültülmesi için devletin yetkili organlarını baskı altında tutmaktadırlar.

Kabuk devlet suçlamaları ile medyadaki papağanlarını Türk devletinin üzerine süren emperyal merkezler kendi devletlerini daha da büyütmenin arayışı içindedirler. Bu doğrultuda dünyanın her bölgesini sömürge durumuna düşürürlerken, Türkiye'yi de iyice küçülterek çeşitli eyaletlere bölebilmenin çabası içindedirler. 


Büyük Avrupa, Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail gibi dünyanın merkezini içine alacak bölgesel federasyon planlarına Türkiye'nin ülkesini merkez yapmak isterlerken, bu ülkenin üzerinde kurulu bulunan Türk devletinin ortadan kaldırılmasına giden yolu açmak istemektedirler.

Demokrasi, küreselleşme, değişim gibi sihirli sözcüklerle Türk Devleti yavaş yavaş ortadan kaldırılmakta, gelecekte bir dış destekli federasyona giden yol açılmaya çalışılmaktadır. Batılı merkezlerin hepsi bu doğrultuda çalışırken, Yugoslavya'dan sonra dünyanın merkezinde kurulmuş olan Türk devleti de tasfiye edilmek istenmektedir


Son yıllarda reform adı altında gündeme getirilen bütün yasal düzenlemelerinin devletin merkezi gücünü ortadan kaldırdığı, parçalı bir yapıyı ortay a çıkarabilmek üzere merkezin yetkilerinin sürekli olarak yerel yönetimlere devredildiği artık iyice görülmektedir. 


Tablo kesin hatları ile belli olduğuna göre, Türk devletinin geleceğine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vermiş olan Türk milleti karar verecektir. Türk milleti ulusal ve üniter cumhuriyet devleti tasfiye edilirken, bu gidişe bir dur diyecek, ulusal egemenliğine sahip çıkarak yeni yüzyılda da bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'nin çatısı altında yaşamını sürdürecektir. 


Artık devleti ve cumhuriyeti ortadan kaldırmakta olan bu reform görünümlü deforme sürecine Türk Milleti acilen "dur" demelidir.


Not: Bu yazı bir kamu hukuku profesörünün Türk kamuoyuna uyarısıdır.


10 Ekim 2010 Pazar

BU ÜLKE NE ÇEKİYORSA CAHİLLİKTEN, CAHİLLERDEN Mİ ÇEKİYOR?

Posted: 09 Oct 2010 12:31 PM PDT

Uzun sayılabilecek bir dönem yazılarıma ara verdim. Çünkü bir kentten bir başka kente taşınma işim vardı. Bu kısa zaman aralığında bile telefonla, iletilerle bana ulaşan, hatırımı soran tüm dostlarıma teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu arada köyleri dolaşma, köylülerle konuşma olanağını buldum. Çok zengin deneyimler, bilgiler edindim.
Gözlemler yaptım. Bir köy kahvesinde söyleşi sırasında, konu dönüp dolaşıp, son referandum oylamasına gelmişti. Oradakiler “Evet” oyu kullandıklarını açıkladılar. Niçin “evet” verdiğini sordum bir köylü kardeşimize. Şöyle yanıtladı:“AKP’liler geldi, yanlarında köy imamı ve köyün ileri gelenleri de vardı. Güvenilir kimselerdi. Anayasaya “evet” oyu vermemizi, bu değişikliğin hayrımıza olacağını söylediler, biz de inandık, verdik…” “Peki, bu Anayasa değişikliğinin neler içerdiğini biliyor muydunuz? Bu konuda kimse sizi bilgilendirmedi mi? Başka partilerden gelenler olmadı mı? “Hayır, kimse gelmedi, kimse bizi bilgilendirmedi. Partiler birbirleriyle yaka paça oldular ama bu konuda bize bir şey söylemediler…” Haklı söze Hacı Ağa ne desin, tam da gerçek dedikleri gibiydi. CHP, AKP kendi aralarında yaptıkları gereksiz atışmalar, ağız dalaşı nedeniyle asıl konuya girememişti bile. Bir villa edebiyatı, bir villa hikâyesi sürüp gitmişti.
Şimdi sevgili dostlarım, popülizme, halk dalkavukluğuna başvurmadan, suçlanma korkusuna kapılmadan gerçekleri ortaya dökelim. Eğri oturup doğru konuşalım.
Elbette bu ülke bu güne değin ne çektiyse cahillerden, cahillikten, aymazlıktan çekti. Elbette “evet” oyu çıkan yerler Türkiye’nin en eğitimsiz, en yoksul, en geri bıraktırılmış kesimleridir.
1950’lerde Menderes, halkımızın bu bilinçsizliğine ve cahilliğine vurgu yaparak,“Ben istesem, odunu bile milletvekili seçtiririm…” demişti. Daha sonraları Evren’ler, Özal’lar, Çiller’ler halkın bu saflığından, bilgisizliğinden yararlanarak, iktidarlarını sürdürdüler.
Şu tartışılmayacak bir gerçek ki, ihalelere fesat karıştıran, hayali ihracat yapan bakanlar, ormanları yağmalayan orman bakanları, bir gecede zengin olan oğullar, kızlar, damatlar, çeşit çeşit, boy boy villalı havuzlar bu halkın oylarıyla seçilen AKP döneminde ortaya çıktı. Bu yağma ortamında birisi sesini yükseltip, “Ben niye işsizim ve açım, sen niye toksun ve parmaklarında milyarlık yüzüklerle dolaşıp, havuzlu villalarda yaşıyorsun” diye sormadı.
Paşalar, müdürler, gazeteciler, sendikacılar, politikacılar dört duvar arasına hiç nedensiz, ilk kez AKP döneminde atıldılar. Birisi başını kaldırıp da, “Yahu arkadaş, yıllarca bu vatana hizmet etmiş, çalmamış, çırpmamış, pis bir işe karışmamış bu koca koca paşaları, bu bilim adamlarını, gazetecileri, polis müdürlerini bir katil gibi boynundan tutup, neden arabalara dolduruyorsunuz? Orhan Kemal’in “Bekçi Murtaza”larını neden onların üzerine salıyorsunuz? Neden iki yıldan bu yana, hatta bazılarını üç yıldan bu yana içeride tutuyorsunuz? Suçları, günahları ne” diye sormadı.
Yığınları açlığa, sefalete, işsizliğe mahkûm eden bu hükümeti onlar seçip, önce işbaşına getirdiler sonra da ellerini açıp, kendilerini açlığa, sefilliğe mahkûm eden bu politikacılardan sadaka dilendiler. İktidarın perişan ettiği bu kitleler bir gün olsun, bir kez olsun, “Biz 5 kilo pirinç, 10 kilo makarna istemiyoruz. Biz 50 lira, 100 lira para da istemiyoruz. Biz her uygar vatandaş gibi iş, aş, ekmek istiyoruz, insanca yaşamak istiyoruz…“ Bizi sadaka ekonomisine muhtaç edemezsiniz, biz dilenci değiliz, bizi kandıramazsınız. Bizim alnımızda ‘enayi’ yazmıyor, …” demedi.
Ne yazık ki demedi, diyemedi. Açlığı, yoksulluğu, işsizliği sineye çekip, referandumda yine “evet” oyu kullandı. AKP’yi destekledi. Desteklemek zorunda bırakıldı.
Peki, bu cahil insanlar yalnızca bizim ülkemizde mi var? Bu gerçekler yalnızca bize özgü mü? Bazı aydınlarımızın ileri sürdüğü gibi “Adam olmaz, olamaz mı bu halk? Türkiye bu alanda yeryüzünde tek midir, eşi, menendi yok mudur?
Tek diyemeyiz elbette. Eşi, menendi yok da diyemeyiz. Çünkü dünyanın birçok ülkesinde de aynı sorunlar bizdeki gibi tüm canlılığı ile yaşanmaktadır günümüzde. Afrika, Asya, Balkanlar, Ortadoğu, sömürü bataklığında çırpınmaktadır.
Hatta demokrasinin doğum yeri, beşiği Avrupa’da bile bir ara halk yanılmış yazılmış, gidip Mussolini’ye, Hitler’e oy vermişti. Onların yüzünden Avrupa, yıllarca faşizme kol kanat germiş, yataklık yapmıştı.
Ama asıl cahillikler, cahiller, aklın yerini inancın, bilimin yerini hurafelerin aldığı, şeriat yasaları ile yönetilen geri bıraktırılmış toplumlarda görülmektedir. Türkiye cumhuriyetini bu ülkelerden ayıran en büyük özellik ise, 1923 Cumhuriyet Devrimini yaşamış olmasıdır.
Öyleyse şimdi yeniden soralım: Peki, bütün bu geri, az gelişmiş düzenin tek yaratıcısı “cahil” diye nitelendirdiğimiz bu insanlar mıdır? Nasrettin Hoca’nın deyişi ile yani “Bütün suç ev sahibinde midir? Hırsızın, çalanın çırpanın, vatanına ihanet içinde olanların hiç mi suçu yoktur? ” Tüm kötülüklerin temelinde onlar mı vardır? Onlar mıdır tüm kötülüklerin anası? Bu soruya yanıtımız çok kısa ve net olacaktır:
Hayır! Tek sorumlu onlar değildir. Geri kalmışlığın oluşumunda onlar elbette önemli bir etkendir ama tek neden değildir. Asıl neden 1950’lerden bu yana bu ülkenin başına bela olan emperyalizm ve onun yerli ortaklarıdır. Yani ihanet içinde olan işbirlikçilerdir. İhanet çeteleridir.
1938’lerden sonra 1923 Devriminden koparak, Köy Enstitülerini, Halkevlerini kapatanlardır. İktidar olur olmaz TDK ve Tarih Kurumlarının köküne kibrit suyu döküp, el bombası ve silahlarla kitapları aynı masada terör aletleri diye sergileyenlerdir. Meydanlarda Hitler örneği kitap yakan Evren’lerdir. Sait Nursi’ler, Fethullah Gülen’ler, Tayyip’lerdir…
Egemen güçlerin ve sömürgecilerin kulu kölesi olup, 24 saat kültür emperyalizminin ve çağ dışı şeriatçı ideolojinin borazancı başılığını yapan, 24 saat beyin yıkayan medyadır. Bir avuç siyasal İslamcının avukatlığına soyunup, her çeşit uyutma yöntemini kullanarak yığınları “kör inanca” mahkûm edenlerdir. Ulusal düşünceleri savunan, halkının çıkarlarına hizmet eden kaç TV, kaç gazete kalmıştır bugün? Sayabilir misiniz?
Yıllarca avazımız çıktığı kadar bağırdık, “Yaklaşan Siyasal İslamcı faşizmin Ayak Seslerin”den söz ettik. Yavaş yavaş, gizlice ısıtılan kurbağaların, farkına bile varmadan, nasıl ölüme gönderildiklerini anlattık. Faşist Hitler döneminde suçsuz günahsız aydınların, politikacıların, yazarların toplatılıp, dört duvar arasına atılmaları karşısında duyarsız, ilgisiz duran insanların sıra kendilerine geldiğinde, nasıl çaresiz kaldıklarını yazdık. İran’a mollaların nasıl egemen olduklarını somut kanıtlarla ortaya koymaya çalıştık. Ben ve yazar dostlarım, bıkmadan, usanmadan, birçok kez makalelerimizde bu öykülerden örnekler verdik.
Peki, kimin kılı kıpırdadı. Hangi aydın halkın arasına karışıp, aydınlatma, bilinçlendirme görevini yerine getirdi? Hangi parti, hangi sendika, hangi dernek haksız, dayanaksız tutuklamalar, özelleştirmeler, vurgunlar karşısında sesini çıkardı, eylemlere girişti? Kısaca hangi parti adam gibi muhalefet yaptı?
Genç teğmenler, yurtsever paşalar ordunun, Cumhuriyetin, Kemalizm’in onurunu korumaya çalışırken en yakın silah arkadaşları, devekuşu gibi başlarını kumlara gömdüler.
Sadece halkı suçlayarak, tüm geri kalmışlığımızı onların üzerine yıkarak, sorumluluktan kaçamayız. Kurtaramayız kendimizi… Bu iş bu kadar kolay değil, bu kadar basit değil…
Ne diyordu yurtsever, yüce şair FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA:
“Siz Ali Bey, Veli Beyefendi busunuz, / Gelecekler önünde suçlusunuz… / Ön karanlık, art karanlık, /Sağ karanlık, sol karanlık… Ne olmuşuz, ne yapmışlar bize, / Nasıl bağlanmış, elimiz kolumuz. / Böyle giderse biline hep, / Mustafa Kemal’e bile yokuz. / De yüreğin nice yanarsa yansın, /Efendilerin yüreği buz…”


ALİ ERALP

ANLAM SAPTIRMASI AHLAKSIZLIKTIR!... SAPKINLIKTIR!...

Posted: 09 Oct 2010 12:56 PM PDT
Dil iletişim aracıdır. Bireylerin birarda yaşamların sağlayan en etkin araçtır dil.
Sevgimizi de onunla ifade ederiz, öfkemizi de küfrümüzü de.. Amacımıza göre, dile anlam veren sözcükleri seçeriz.. Her ses bir anlam ifade etmez. Her anlamlı söz de, tek başına meram anlatmaz.. Merama göre doğru sözcük seçimi, iletişimi anlamlı kılan en etkin faktördür. Yoksa, anlamlı sözcükleri rasgele kullanmakla da, cümle anlam kazanmış olmaz!.. Bu meramın anlatımı değil, s a ç m a l a m a k t ı r!...
Doğru ve dürüst iletişim, doğru sözü doğru yerde kullanıp, doğru sıralamayla yapılır.
Ya, peki; sözcükleri, gerçek anlamları dışına çekerek, kasıtlı olarak çarpıtmak nedir!? Sadece bir e r d e m s i z l i k mi!?
Hele bu çarpıtma, bireylerin duyguları istismar edilerek, halkın, aldatılıp kandırılması, kurulan ve kurgulanan karanlık sömürü düzeninin sürdürülmesi için ardniyetle yapılıyorsa!..
Bilerek ve isteyerek yapılan, bu istismarcı, bu yalancı, bu soysuz eylemin karşılığını, sadece a h l a k yoksunluğuyla ve ‘s a p k ı n l ı k’la ifade etmek yeterlimidir acaba!?..
Üzücü olanı şudur ki; toplumsal erdemi, siyasal olgunluğu, vicdani kanaatleri rahatsız eden, her tekrarında insanın içini acıtan, anlam saptırmaları, songünlerde toplumumuzda iyice yaygınlaştı.. Tek elden yönetilen bir merkezin eseri gibi!..
Seçilen sözcükler ayni, savunma gerekçeleri aynı, suçlama gerekçeleri aynı!.. Ellerine tutuşturulmuş bir yazılı metinden okur gibi...
Kuyruktan kumandalılar sanki!.. Kuyruklarına basıldıkça ayni sözcüklerle benzer yaygarayı koparmaktalar!..
Ö z g ü r l ü k!..; v e s a y e t!..; s t a t ü k o!..
Kanal kanal koşturanlar, köşe köşe dizilip köşe kapmaca oynayanlar, buldukları postu vicdanlarına kalkan yapanlar, güneşi balçıkla sıvamayı asli görev bilenler, tarihin kara sayfalarında yerleri şimdiden ayrılmış olanlar, ülkenin geçmişi ile hesapları olanlar, mütareke basınından arta kalanlar, onlarında önünde yer alma yarışına girenler, mahkemeleri, kendilerine mülk edinmek için kadılığa soyunanlar, yağma hasanın böreğinden pay kapmak için akbabalar gibi tepede, süzüm süzüm süzülenler, Geçmişin faşizminden, hesap sormak dümeniyle duyguları istismardan çekinmeyenler, gittikleri heryerde, sahte gözyaşları ile tarihi bile istismar edip, keyiflerince çadır kuranlar, yandaşlar, paydaşlar, liboşlar... ve bilcümle çanakçılar, yıkama, yağlama ve yalamacılar.. has elemanlar olarak koroda almışlar yerlerini!..
Çığlık çığlığa yek avaz!... ö z g ü r l ü k!... v e s a y e t!... s t a t ü k o!...
Dillerden düşürülmeyen, o yoluna kurbanlar olunası terim, ö z g ü r l ü k ; Atatürkün, “karakterimdir” dediği ö z g ü r l ü k... Hür olma, başkasının kulu kölesi olmama anlamındaki özgürlük!.. küçüldü, küçüldü... de ne hallere düştü!..
Biada tabi olmama da vardı bu kavramının içinde... Zorlama ve dayatma nereden gelirse gelsin, bireysel hür iradenin ve aklın komutu dışındaki emirlerle hareket etmemekte!...
Hepsi unutuldu!.. Aslında unutulmadı, çarpıtıldı!.. Ey siyaset sen ne kirlisin!..
Ey özgürlük!.. Sen utanma!.. Zorla ırzına geçilen kirlenmiş olmaz!.. Senin safiyetin adında, gerçek anlamında gizli!.Ülke çapında büyüdüğünde senin adın tam bağımsızlık!.
Elbette; özgürlük haktır!.. insanlık hakkıdır, özgürlüklerin çiğnenmesi ise insanlık suçudur!.. Özgürlükleri kısıtlayan, yok sayan rejimlerin adı da faşizmdir.
Her ne kadar, özgürlük kavramı özünde bireyselliği ifade etse de, toplumsal yönünün de gözardı edilemiyeceği kesindir.. Haklar gibi özgürlükler de sınırlıdır. Hakların da, özgürlüklerin de sınırlarını toplumsal yasalar koyar. Her sistem, her rejim, kendisini ve diğer toplum bireylerini koruma adına yapar bu sınırlandırmayı..
Yasal sınırlamalara rağmen, yasaların arkasından dolanıp, ucuz kahramanlık puanları toplamaya çalışanlar, er-geç bu yasa tanımazlığın hesabını vermelidirler!..
Tarih, bunun acı örnekleriyle doludur. İbret bunun için vardır!. Kurallarını toplum koyar, kişiler uyar!.. ‘Uymak’la, ‘biad etmek’ arasındaki en önemli fark da budur işte.
Kavramı çarpıtarak, ülkenin laik sistemine, ulusal bütünlüğüne ve devleti devlet yapan temel kurumlarına saldırmayı, özgürlük saymak gafletin ötesinde ahlaksızlıktır, sapkınlıktır!.
Hele, “özgürlürleşme” yalanıyla özgürlükleri, saltanat heveslisi cemaat cellatlarına teslim etmek, sapkınlığın da ötesinde hainliktir!..
V e s a y e t kavramına gelince;aklını kullanamayan, veya kullanamadığı varsayılan birinin karar vermesini engelleyip, onun yerine karar vermektir vesayet. Vesayet öncelikle iradeyi ortadan kaldırır. İradenin olmadığı yerde, vesayetin kullanımı, insafa terkedilmiş demektir!.. İşte tam da bu noktada, başta siyaset olmak üzere istismara açıktır vesayetin kullanımı!.. Başta, emir komuta gereği inip kalkan pamaklar neyin ve kimin vesayeti altında olduklarının bilincine varmadan ve bundan kurtulmadan halkın ve hür iradenin temsilcisi olduklarına kimseyi inandıramazlar!.. Önce vesayetin gerçek anlamını öğrenmeleri şarttır!..
Zaten”özgürlük” korosu görevde..emre amade!..Yek avaz!.”Özgürlük, vesayet, statüko!”
V e s a y e t rejimine son!..” Yetmez!.. Bas yaygarayı, devam ettir sloganı...
Vurun mührü, v e s a y e t i n beline beline!...”
Beli kırılmak istenen ilk “vasi”; ülkenin temel kurucu gücü TSK!..
İktidar destekli irade beyanı ile, vesayeti yıkma adına, orduyu, iktidardaki siyasetin tahakkümü altına alıp, yeni “vasi” yaratma amaçlanıyorsa, amaç sahipleri ahlaklı mıdır?
Beli kırılmak istenen diğer vesayet ile,“üstünlerin hukuku yerine, hukukun üstünlüğünü hakim kılma”söylemiyle, hukuku siyasetin vesayetine sokma amaçlanıyorsa bu ahlaki midir?
Hele, o siyast kurumu, cumhuriyetin kuruluş felsefesini kabullenme konusunda toplumda azımsanmıyacak kuşkuların odağı olmuş ve bu durumu yüce mahkemece tescillenmişse!..
Gelelim Statüko ve statükoculuk saptırmasına!.. Statüko, süregelen bir durumu, olduğu gibi kabul etmek ve bunu korumak anlamına gelir. Statükonun özünde, çağdaşlıktan uzaklık, gelişmelere ve değişimlere kapalılık, tutuculuk yani muhafazakarlık vardır...
Siyasette dini ön planda tutan, ve bu durumu yüce mahkemece tescillenmiş muhafazakar kimlikli partilere tam yakışan sıfattır bu!..
Ne var ki; siyasette, itibarsızlaştırma amaçlı kullanılan bu terim de tıpkı diğerleri gibi anlamca saptırılmakta... Özellikle de, kendilerini dindar ve muhafazakar ilan edenler tarafından!.. Garip ve şaşırtıcı olanı da budur işin.
Devletin temel ilkelerini, ulusal bütünlüğünü, laik yapısını, cumhuriyetini, anayasanın değiştirilemez ilkelerini canı pahasına savundukları için statükocu ilan edilen parti, kurum ve kişilerin, toplum nazarındaki saygınlıklarını kırmak için yapılan bu çirkin saptırma, ahlaki midir!.. Akıl, izan ve vicdan sahibi birisinin “yek avaz” korosunda yer alması mümkün mü!?
Cumhuriyeti ve ülkenin bekasını tehlikeye sokacak düşünce ve eylemler, değişimcilik ve ilericilik ise, hainlik nedir!?
Ne yazık ki; bazı aydın(!)lar, ekranlarda sürekli boy gösterip, terimlerin gerçek anlamlarını saptırmayı ve halkı da buna göre şartlandırmayı görev olarak üstlenmişler!.. Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluş felsefesinin hedef alındığını görmeyecek kadar aymazlık içinde olmak... kabul edilebilir mi!? Böyle aydın olabilir mi!?
İnsana kıyan katil; ülkeye kıyan haindir!.. Herikisi de büyük suçtur.
İkisi de, demokratik bir hukuk devletinde en büyük cezayı görür.. Ancak, hangisi daha büyük suçtur, kararı vicdanlar versin!..


Mehmet Halil ArıkEmekli eğitimci – DENİZLİ

Et’liye süt’lüye karışmayın... Türbanı kaşıyın

Posted: 09 Oct 2010 01:21 PM PDT
Kapıları cart diye açtılar.
Kesi hayvanı getirildi.
Besi hayvanı getirildi.
Yetmedi, et ithal edildi.
Şimdi?
Süt ithalatına izin verildi.
*
ABD ve İngiltere’de ilkokul çocuklarına okutulan, Rus kökenli halk masalı var...
*
Kırmızı ibikli küçük tavuk, buğday tanesi bulur, buğdayı ekmek için çiftlikteki öbür hayvanlardan yardım ister, hiçbiri yardım etmez, “İş başa düştü” der, kendi eker, büyütür, öğütür, ekmek yapar, “Beraber yiyelim mi?” diye sorunca, ekimine yardım etmeyen öbür hayvanlar sofraya oturmaya kalkar... Gülümser,“Yok öyle yağma” der, lokma bile vermez.
*
Bu masalı okuyan Amerikalı, İngiliz ve Rus çocuklar, ders alır, çalışmayana ekmek mekmek olmadığını kavrar.
*
E herkes çocuk değil tabii... Küreselleşme karşıtı oldukları için ha bire sopalanan aktivistler, bu masalı revize edip, UNICEF’in sitesinde yayınladılar.
Ki, öbür ülkelerin büyükleri okusun!
*
Kırmızı ibikli küçük tavuk, buğday tanesi bulur, yardım ister... Ördek “Boş ver buğdayı, kahve tohumu satayım, acayip para kazanır istediğin kadar buğday alırsın” der. Domuz “Kahve ek, ben pazarlarım” diye seslenir. Fare ise, “Kahve ekmen için istediğin kadar borç verebilirim” diye akıl verir.
*
Kırmızı ibikli küçük tavuğun aklına yatar, “Kahve ekmem için kim yardım edecek” diye sorar... Ördek “Gübre satayım, çabuk büyür” der. Domuz“Böceklerden korumak için ilaç satayım” diye seslenir. Fare ise, “Gübre ve ilaç alman için istediğin kadar borç verebilirim” diye akıl verir.
*
Neticede hasat vakti gelir, kırmızı ibikli küçük tavuk “N’apacağım ben şimdi bu kahveyi” diye sorar... Ördek “Paketlemek için fabrikama getirebilirsin”diye akıl verir. Domuz “Herkes kahve ekti, fiyatlar düştü, beş para etmez maalesef” diye seslenir. Fare ise, “Borcunu öde artık” der!
*
Kırmızı ibikli küçük tavuk ibiği kaptırdığını fark edince, “Aç kaldım, ekmek verecek yok mu” diye ağlar... Ördek “Ekmek var da, paran var mı” diye sorar. Domuz “Herkes kahve ekti, buğday kalmadı, kusura bakma” der. Fare ise, “Borcuna karşılık tarlanı haczetmek zorundayım, uslu tavuk olursan, artık benim olan tarlamda yevmiyeyle çalışıp buğday yetiştirmene izin verebilirim” diye akıl verir.
*
Şimdilerde, bizim kırmızı ibikli küçük tavuk, eskiden kendisinin olan tarlada ırgat olarak çalışıyormuş... Yevmiyeyi almaya gittiğinde, ördek’le domuz’un fare’yle ortak olduğunu öğrenmiş!
*
Böyle bu işler.
*
“Masal çok uzun, okuyamam” diyenler için, bi de kısacık fıkrası var...
*
Elmayla elmaşekeri yolda karşılaşmışlar. Elma jest olsun diye “Elbisen ne güzel”demiş. Elmaşekeri havaya girmiş, “Armani” demiş. Elma gülümsemiş:“Kıçındaki kazıktan belli!”


Yılmaz Özdil
Hürriyet

7 Ekim 2010 Perşembe

TÜRKLERİ YOK ETME STRATEJİSİ !

Emin Işık’ın “Aşkı Meşk Etmek” isimli yeni bir kitabı çıktı. Emin hocanın bu kitabındaki bir tespiti çok dikkat çekici.
Hoca; Hz. İsa’nın doğduğu yıllarda Çin nüfusunun 35 milyon Türk nüfusunun ise toplam 15 milyon olduğunu söylüyor. Aradan geçen iki bin sene zarfında Çinlilerin nüfusu 1.5 milyarı aştı, Türkler’in nüfusunun da bunun yarısına yakın ya da hiç olmazsa en az beşte ikisi kadar olması lazım diye devam ediyor.
Ancak Emin Işık’ın ifadesine göre Çin Seddi’nden Adriyatik kıyılarına kadar sayabileceğimiz Türk nüfusu 180 milyon çıkıyor. Peki bu Türklere ne olmuş?
Türkler ya asimile olmuşlar ya da soykırıma uğramışlar.
Burada Allah uzun ömür versin, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfının Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan’ın söylediklerini hatırlamamak mümkün değil.
Yazgan’a göre son iki yüz yılda 150 milyon Türk katledilmiştir ve bunun adı soykırımdır. Bunu bir anlayabilsek, yeryüzünden soyu silinmek istenilen birinci milletin Türkler olduğununda farkına varacağız.
Yine Emin Işık, Türk nüfusunun günümüzde en az  1 milyar civarında olması gerektiğini ve eğer böyle olsaydı, bu sayıda bir nüfusun küresel güçler için büyük tehlike oluşturacağını söylüyor ve ekliyor “bugün Türkiye’yi bile çok görüyorlar”.
Bu asimilasyon ve soykırım kendiliğinden zuhur etmemiştir. Türk Milletine hasım olanlar bunu bir plan ve strateji içinde gerçekleştirmiştir. Bunların son hedefi de Türkiye ve Türkiye toprakları üzerinde yaşayan Türk Milletidir.
Unutmayalım ki; dünya sürekli akan,hareket eden bir enerjik alandır. Dünyamız üzerindeki koşullar değişken olduğu için,fiziksel ve psikolojik çevrenin değişmesiyle uygulanan stratejilerde zamanla değişimler göstermektedir.
Tarihin derinliklerine dalıp gittiğimizde ve önyargısız bir şekilde tarihle yüzleştiğimizde,başımıza gelenleri doğru algılayabilir ve bu gün karşılaştığımız olayları analiz edebiliriz.
Stratejinin dehası olarak kabul edilen Sun Tzu ve Çinliler “savaşmadan kazanmayı” en arzulanan zafer yolu olarak görürler. Onlara göre savaş kazanmak başarı değildir. Başarı, düşman askerlerinin savaşmadan teslim olmasını sağlamaktır. Şimdi Türkiye’ye karşı öz yurdumuzda uygulanan strateji bu temel hususa  dayanmaktadır.
Türk Milletinin karşısındaki güçler, 1919’dan itibaren karşılarında Mustafa Kemal’le bayraklaşan bir direnç ve onun en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini bulmuştur. Bundan dolayı doğrudan savaş açıp sonucunun ne olacağı meçhul bir mücadeleye girip askerlerini öldürmek yerine Şeyh Sait,Dersim,PKK isyanlarını ,12 Eylül öncesi olaylarını çıkartıp,Türk Milletine karşı bölücü kürtleri, kripto Ermenileri, Balat’taki patrik namlı papazı kullanma yolunu seçmişlerdir.

Sırada daha kullanacakları bolca malzeme bulunmaktadır. Strateji dehalarının çok iyi bildiği ve bizim bir türlü farkında olmadığımız bir  diğer  hususda “düşmanınızın gücünü strateji aracılığıyla azaltın ve içten çökmesini sağlayın” prensibidir.Bu prensip içinde Türk Milletinin yaşadıklarını bir mantık çerçevesinde değerlendirdiğinizde  Türkler açısından hiçte iç açıcı olmayan sonuçlara ulaşırsınız.
Türk Milletine karşı uygulanan stratejilerin sonuç vermesi  için devamlı surette dikkatimiz dağıtılmakta ve dikkatsizlik körüklenmektedir. Böylece dikkatimizi toparlayamadığımız için kendi menfaatlerimizi korumak yönünde harekete geçme isteğimiz körelmektedir.

Türk Milletinin, başına gelenleri anlaması ve bunlardan kurtulmak için çabalaması, zihnimize saldırarak, enerjimiz kurutularak ve moralimiz bozularak engellenmek istenmektedir. Bütün bunlar, perde arkasındaki güçlerin maşaları eliyle yapılmaktadır. Maşaların kullanılmasındaki amaç ise, ola ki; Türkler bu oyunu bozarsa yarın yine müttefik olunur kapısını açık tutmaktır.

Örneğin; Yunanlıların İngilizler başta olmak üzere Haçlı zihniyetinin kışkırtması ve desteği ile Anadolu’ya çıkartılarak Türklerle savaştırılması, ABD’de karargah kurmuş cemaat eliyle Türkiye’nin sosyolojik dengelerinin bozulması, isyanların dost ve müttefik olduğunu sandığımız  devletlerin eliyle gerçekleştirilmesi, PKK’nın arkasında stratejik dostlarımızın maddi ve manevi duruşunun olması, zavallı Ermenilerin Türklere karşı  kullanılmak üzere bunların tuzağına düşmüş olmaları gibi çoğaltabilecek bir çok hususun Türk Milletine karşı strateji geliştirenlerce değerlendirildiğini görüyoruz.

Türkiye’de son zamanlarda Türk  Milletinin ve devletinin bekası üzerine söylem geliştiren buna karşılık Türk Milletinin sessizliğini garipseyen İnsanlara karşı “siz başka bir şey bilmezmisiniz” stratejisi uygulanıyor.
Elbette bizlerde başka şeyleri biliriz. Ancak bir milletin ve devletin beka sorunu ortaya çıkmışsa, milletin güvenliği ve bu sorundan ivedilikle selamete çıkarılması, öncelikle konuşulması ve çözülmesi gereken bir sorun haline gelmiş demektir. Daima bunları hatırlatmamızın başlıca nedeni budur.

Türkiye’nin ve Türk Milletinin, üzerine oynanan  ve nihai amacı Türk Milletinin varlığını yeryüzünden silmeyi hedefleyen bu stratejilerin varlığını açık etme vazifesi, bunları bilen ve anlayan insanların üzerindedir. Bu insanların ehliyet ve liyakat esasına göre, bilimin ışığında, Türkiye’ye yapabilecekleri katkı bu güne kadar yapılanların fersah fersah üzerinde olacaktır. Fakat ilk önce Türklere karşı uygulanan stratejileri anlamak kaydıyla. Onun için etrafınıza bakarken mutlaka aklınızı ve vicdanınızı uyanık tutun.

Özcan PEHLİVANOĞLU
www.trakyanethaber.com

3 Ekim 2010 Pazar

Menderes neden idam edildi?

BANU AVAR'DAN BİR OKUR MEKTUBU
Adnan Menderes İmralı Adası'nda 17 Eylül 1961'de sağlık muayenesini yapan doktor heyetinden sağlam raporu alındıktan sonra öğlen 13:21'de idam edildi.

Adnan Menderes neyle suçlanmıştı?

    1- Örtülü ödenek paralarını zimmetine geçirmek, 2- 6-7 Eylül Olayları'na önceden haberi olduğu halde müdahale etmemek, 3- Kanuna aykırı olarak üniversite basmak ve halka ateş açtırtmak, 4- Bazı muhalefet milletvekillerinin ve muhalefet liderinin seyahat özgürlüğünü kısıtlamak, 5- Devlet radyosunu siyasi çıkarları için kullanmak, 6- Halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik etmek 7- Kırşehir'in haksız olarak ilçe yapmak, 8- Yargı bağımsızlığının ihlal etmek, 9- Tahkikat Komisyonu'nun kurulup olağanüstü yetkilerle donatmak, 10- CHP'nin mallarına "haksız" yere el koydurmak,
Gibi nedenlerle.

Peki bunlar idam cezası için yeterli mi? Bence hiçbir suçun cezası idam olamaz, idama tamamen karşıyım. Fakat Menderes de idama karşı mıydı? Elbette değil, 1951-1960 yılları arasında Menderes 43 kişinin idam kararına imza attı ve hepsi idam edildi. İdamların en dramatik olanı ise, 14 Nisan 1955'te casusluk suçundan idam edilen Hayati Karaşahin'di. İnfazı, Ankara Samanpazarı'nda halka açık olarak yapıldı. Suçu neydi? Rusya için casusluk yapmak.

Menderes'in başka suçları yok muydu? Aslında Menderes'in suçları mahkemelerde gündeme gelmeyenlerdi. ABD'nin tepkisinden çekinen Gürsel hükümeti aşağıdakileri hiç gündeme getirmedi.

    1- 1951 yılında Menderes hükümeti Kore Savaşı'na Amerika için asker gönderdi. Amerikan çıkarları için bine yakın vatan evladı Kore'de yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. 2- 1952'de NATO'nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizamı harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kurdu. 3- 1954 yılında Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi. 4- Tek parti döneminde kurulan bazı traktör ve basma fabrikaları Menderes döneminde özelleştirildi veya ekonomik olmadıkları için kapatıldı. Nuri Demirağ tarafından kurulduktan sonra İsmet İnönü tarafından devletleştirme kapsamına alınan uçak ve uçak motoru fabrikaları, Eskişehir tank fabrikası ve Kırıkkale silah fabrikası Menderes döneminde NATO standartlarına uymadıkları gerekçisiyle kapattı. 5- Cezayir kurtuluş savaşı sırasında Fransa'yı destekledi. 6- 1954-1958 yılları arasında 238 gazeteci iktidara karşı yazılar yazmak suçundan mahkûm ettirdi. 7- "Tahkikat Komisyonu"nu kurdu. 15 DP milletvekilinden oluşan komisyon hem suçlama hem de yargılama hakkına sahipti. Komisyon 5 kişiden fazla yan yana yürümeyi bile yasakladı. 8- İsmet İnönü'ye 12 oturum meclisten men cezası verildi 9- Turan Emeksiz hükümete karşı İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldü. Hüseyin Onur ise sol bacağı kesilerek kurtarıldı. 10- Hukuk'un üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri Köker, Yargıtay Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay 2. Başkanlarından Haydar Yücekök, Yargıtay Üyeleri Melehat Ruacan, Kamil Çoşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Dizdaroğlu 'görülen lüzum üzerine emekliye sevkedildiler.
Aslında Menderes hükümeti, ordu darbe yapacak gerekçesiyle daha 6 Haziran 1950'de, Genelkurmay Başkanı Nafiz Gürman olmak üzere bütün üst komuta kademesi dahil olmak üzere 15 general ve 150 albayı re'sen emekliye sevk etmişti.

1950-1960 DP hükümetinin kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalıştım.

Başbakan Erdoğan, Menderes’in ölüm yıldönümü ile ilgili olarak yaptığı konuşmayı Necip Fazıl’dan şiir okuyarak tamamladı. Ben de Nazım Hikmet’tin bir şiiri ile yazımı tamamlıyorum. O şiirde belki Menderes’in niçin idam edildiğini de bulabilirsiniz.
KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ

DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymamanız için
kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.

25 Haziran 1959
Vedat KÖLE

1 Ekim 2010 Cuma

EN KRİTİK SORU?


YAZDIĞI KİTAPLA CEMAATİN KİRLİ ÇAMAŞIRLARINI ORTAYA DÖKEN “MUHAFAZAKAR” HANEFİ AVCI’NIN “DEVRİMCİ KARARGAH ÖRGÜTÜYLE” İLİŞKİLENDİRİLEREK TUTUKLANMASI VE BUNUN BU ÜLKEDE (BAZI İSTİSNAİ ÇIKIŞLAR HARİÇ) NORMAL BİR OLAY GİBİ KARŞILANMASI, BU OLAYA TOPLUMSAL CİDDİ BİR TEPKİNİN GÖSTERİLMEMESİ, TÜRKİYE’DE “NAMUSUN”, “VİCDANIN” VE “AKLIN” TERK EDİLMEK ÜZERE OLDUĞUNUN SON KANITIDIR…

TÜRKİYE KOYU BİR KARANLIĞA DOĞRU SÜRÜKLENMEKTEDİR….

ÇOCUKLARIMIZA NASIL BİR TÜRKİYE BIRAKACAĞIMIZA BİZ Mİ, YOKSA ABD UYDUSU CEMAAT Mİ KARAR VERECEK?

HERKESİN CEVAP VERMESİ GEREKEN KRİTİK SORU BUDUR…

Sinan MEYDAN