Sayfalar

29 Mayıs 2007 Salı

CANLI TARİH: MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ


Muazzez İlmiye Çığ (Sümerolog)

Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a, Adana'dan
“Meslek Hizmet Ödülü”


Türkiye’de, “canlı tarih” olarak anılan 93 yaşındaki Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a, Adana Tepebağ Rotary Kulübü “Meslek Hizmet Ödülü” verdi. Sümerolog Çığ, Adana’da düzenlenen törende, kürsüye davet edildikten sonra öz geçmişinin okunacağı anons edilince, bunun çok uzun süreceğini belirterek, sandalye istedi.

Doğumundan, eğitimine, yazdığı kitaplara ve aldığı ödüllere kadar tüm yaşantısı satır başlarıyla anlatılan Çığ, ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllardan günümüze yaşadığı değişimlere dikkati çekti.

Türkiye’nin geçirdiği evreleri anlatırken, bunun kıymetini bilmek, Atatürk’ü çok iyi tanımak ve anlamak gerektiğini belirten Çığ, şunları söyledi: “1933 yılında ilkokul öğretmenliği yapıyordum. O yıllarda devrimlerimiz bitmişti. Yazımız değişmiş, takvimimiz, ölçülerimiz değişmişti. Amerikalı bir gazeteci bana ‘Siz çok büyük bir milletsiniz. Biz 20 yıldır ölçülerimizi bile değiştiremiyoruz, ama siz çok kısa sürede birçok şeyi değiştirdiniz’ demişti.” Geçmişte heykel yapmak bile suç sayılırken, çalgı nedir bilinmezken, bugün ünlü heykeltıraşlar, yurtdışında Türkiye’yi başarıyla temsil eden müzisyenler ve sanatçılar bulunduğunu ifade eden Çığ, “Bu memleket için herkes elinden geleni yapmalı. Ben de elimden geleni yapmaya çalışıyorum,” dedi.

Kaynak: Birgün Gazetesi






Sumerli Ludingirra'nın ağzından, Sumer kültürünü anlatıyor. Her sözcüğü 56 yıllık birikimin içinden süzülerek gelen bu çalışmayı, konuyla ilgili Sumer tabletleri, Nippur şehri haritası ve öteki belgelerin fotoğraflarıyla birlikte okuyabilirsiniz.

Sumerli Ludingirra, Sumerolog Muazzez ilmiye Çığ'ın bir ömür verdiği çalışmalarının özüdür. İstanbul Arkeoloji Müzelerinde bulunan ve Sumer, Akad, Hitit dillerinde yazılmış 74 000 çiviyazılı belge üzerinde 33 yıl çalışan, araştırmalarını bugün de sürdüren Çığ'ı, Sumerliler üzerine yayımlanmış çok sayıda kitap, makale ve çeviri eserinden tanıyoruz.

Anlatılanların tümü, çiviyazılı belgelerdeki bilgilerdir. Eser, bir "kurgu" değil; konuya 56 yılını vermiş bir uzmanın ulaştığı bilimsel düzeyin ve olgunluğun ürünüdür.

Sumer şairlerine göre Tanrıça İnanna, toplumun süsü, Sumer'in neşesidir. Ay Tanrısı Nanna'nın kızıdır.

Sumer şairlerine, ozanlarına bitmez, tükenmez bir ilham kaynağı olan İnanna için yazılan öyküler, çivi yazısıyla kilden tabletler üzerine yazılarak zamanımıza kadar ulaşmıştır.

Akad'larda İştar, Musevilerde Astarte, Yunan'da Afrodit,
Roma'da Venüs adını taşıyarak yüzyıllar boyu çeşitli toplumların efsanelerinde yaşamıştır. Venüs yıldızını temsil etmektedir. Güzelliğin, cinselliğin, çekiciliğin, şefkatin, kavganın, önderliğin, hırsın, kurnazlığın ve en önemlisi bereketin ve çoğalmanın sembolü olmuştur.





Aziz Atamız, dilleri dilimize benzediğinden Türklerin atası olabileceğini varsaydığı Sumerlilerin dil ve kültürlerinin ülkemizde araştırılmasını istiyordu.

Bugünkü kültürümüzün temelini oluşturan Sumer kültürünün halkımıza, aydınlarımıza da tanıtılması gerekti. Bunun için çeşitli dergilerde yazdım ve yazıyorum.

S.N. Kramer'in 15 dilde yayımlanıp "Best seller" olan Tarih Sumer'de Başlar kitabını Türkçeye çevirdim ve Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı, halkımız tarafından da çok ilgi gördü.

Atatürk Düşünüyor

"... Evlerde henüz radyo yoktu. Bu marşın herkes tarafından öğrenilmesi isteniyordu. Ben elimde keman, arkamda öğrenciler marşı çalarak söyleyerek sokak sokak dolaştım. Bizi duyanlar kapılara çıkıyor, alkışlarla marşa katılıyorlardı. 19 yaşında bir kızdım. Ne utanıp sıkılmak, ne kınamak, ne alay etmek vardı. Çünkü vatan görevi yapıyordum."

Değerli Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ, Atatürk Düşünüyor kitabını yazmayı da bir vatan görevi bilmiş. Yakın tarihimizin öyküsünü içeren bu kitapta, Atatürk'ün insani yönü belki de ilk kez bu kadar açık bir dille anlatılıyor. Cumhuriyetin kurucusunun büyük başarılara ulaşırken karşılaştığı güçlükler, kendisine karşı olanların da varlığı ve bunların yarattığı engeller, ilk kez böylesine içten bir anlatımla, anlattıklarını yürekten yaşamış gerçek bir aydının sözleriyle dile geliyor.

"Muazzez İlmiye Çığ'ın söyleyecek sözü var.
Bize düşen bu sözleri duymak, duyurmaktır."

Bu küçük kitap ve diğer kitaplarım, İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Sumer belgeleri üzerinde uzun yıllar yaptığım çalışmalarımın çocuklarımıza ve halkımıza sunduğum birer küçük ürünüdür. Bunlarla, ölümsüz Ata'mızın isteğini geç de olsa biraz yerine getirebiliyorsam ne mutlu bana. Bize bu yolu açan, ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü yine şükranla anıyorum.



Kaynak:www.mature.com.tr






BİZİM GEZİDEN GÖRÜNÜMLER

OKULUMUZ ÖĞRETMENLERİ VE YAKINLARIYLA YAPTIĞIMIZ "YER KÖPRÜ" GEZİSİNDEN GÖRÜNTÜLER


"Alman Köprüsü" veya "Hacıkırı"
diye bilinen tren köprüsü

25 Mayıs 2007 Cuma

Time Dergisi Yılın Adamını Seçti: Sen


Ne harika bir seçim. Evet, Time Dergisi 2006 yılının en önemli kişisini seçti. İnternette içerik yaratan, katılan, paylaşan herkes… Yılın adamı “sen”sin.


Blog’lar, YouTube, Wikipedia, Bildirgeç, Sosyomat, Ekşi Sözlük, Flickr, Limk… ve daha nicelerini henüz kullanmıyorsanız, beklemeyin. Duyurun siz de sesinizi.

Üretkenlik ve inovasyonda çığır açacak yepyeni bir dönem bu. Kişiden kişiye, toplumdan topluma… Kullanıcıların içerik yarattığı yeni nesil internette artık ortak iyelik; yani ortaklaşalık ve iş birliği yapmak var.

Time güzel ifade etmiş;


İçimizdeki gücü açığa çıkarıp birbirimize çok da karşılık beklemeden yardım etmek… Bu sadece dünyayı değiştirmekle kalmayacak, dünyanın nasıl değişeceğini de değiştirecek.

Kim bu insanlar? Gerçekten… Uzun ve yorucu bir iş gününden sonra; ‘hayır bu akşam televizyonu açmayacağım’ deyip bilgisayarın karşısına geçen? Az önce yemek yediği restaurantta yaşadığı deneyimi bloguna yazan, YouTube’a göndereceği video’sunu edit’leyen, Last FM’de beğendiği şarkıların listesi yapıp arkadaşlarıyla paylaşan, Flickr’da gördüğü bir resime yorum ekleyen…

Kimde var bu kadar zaman, enerji ve tutku.


Cevap; sizde. Başı boş kalmış global medyada dizginleri ele almaya başlayan; yeni digital demokrasiyi kurup, kurallarını yazan; birşey beklemeden oyunu kendi lehine çevirebilen sizde var.

Bilgisayarın monitörüne bakıp da, karşıdan kimlerin size baktığını tüm samimiyetiyle gerçekten merak edenlerin dönemi bu. Siz hiç mi merak etmiyorsunuz?

Artık bilgi çağını kontrol eden sizsiniz. Kendi dünyanıza hoşgeldiniz.

Daha önceki yıllarda yaptığı gülünç ve tuhaf seçimlerden sonra bu kez doğruyu yapıp yılın adamı olarak sizi, yani hepimizi seçtiği için biz de Time Dergisi’ni tebrik ediyoruz.

22 Mayıs 2007 Salı

AY-YILDIZ VE GÖKTÜRKLER


Göktürk Paralarında Ay Yıldız

Orta Asya’da yapılan kazılarda Göktürkler’e ait sikkeler bulundu. Sikkelerdeki ay-yıldız motofi, Türkler’in ay yıldızı İslamiyetten önce de kullandığının en somut kanıtı olarak gösteriliyor.

Arkeologlar tarafından Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan toplam 104 sikke, ilk olarak geçen yıl Kırgızistan’da yapılan uluslararası bir konferansta kamuoyuna duyuruldu.

Altıncı ve yedinci yüzyılda basıldığı tahmin edilen ay yıldız motifli sikkelerin, Türk tarihindeki en eski paralar olduğu bildirildi.

Sikkelerdeki ay yıldız motifleri ise, Türkler’in ay yıldızı İslamiyetten önce de kullandığının somut kanıtı olarak gösteriliyor.

9 Eylül Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yardımcı Doçent Doktor Yavuz Daloğlu şunları söyledi:
“Bunlar Türk tarihi açısından ilk paralar ve bu paraların bizim tarihimiz açısından çok önemli bir özelliği olduğu gibi bizim uygarlık tarihimiz açısından çok önemli özellikleri var. Nedeni de Türkler’in gelişmiş bir uygarlıkları olduğunu, Türkler’in devletlerinin her türlü gereklerini yerine getiren unsurları içerdiğini görüyoruz.

Kaynak: http://www.trt.net.tr/wwwtrt/hdevam.aspx?hid=117531&k=6

Orkun Anıtlarından Sonra En Önemli Keşif



Eski Türk devletlerinde kağanlığın (sonrakilerde hükümdârlığın) sembolü “tuğ” (bayrak, sancak ve davul) ve “sikke”dir. Sikke ekonomik, tuğ da siyasi bağımsızlığın göstergesi olan bayrağı ve bağımsızlık marşını (millî marşı) temsil etmektedir. Gök-Türkler tuğ’u ve sikke’siyle, bir başka söyleyişle, bayrağı, marşı ve parası ile bağımsız, başı dik bir devlet kurmuş ve büyük bir uygarlık oluşturmuştur.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nce 4-6 Ekim 2004 tarihlerinde Bişkek’te düzenlenen II. Uluslararası Türk Uygarlığı Kongresi’ne Türkiye adına gittim ve kongrede bir bildiri sundum.
Bişkek’te geçirdiğim günler oldukça yoğun geçti. Bir yandan akademisyen olarak II. Türk Uygarlığı Kongresi’ni ve kongre programındaki bütün etkinlikleri hiç sektirmeden izledim, “Atatürk ve Türk Uygarlığı” başlıklı bir bildiri sundum ve oturum aralarında çok değerli meslektaşlarla tanışma ve sohbet olanağı buldum. Diğer yandan da Kırgızistan ve Bişkek’teki tarihi yerleri (Balasagun, Issık Göl, Alato dağları), müzeleri (başta Devlet Tarih Müzesi ile Devlet Resim Galerisi) gezdim ve çok sayıda fotoğraf çektim. Ayrıca Kırgız Filarmoni Orkestrası’nın bir dinletisiyle, Kırgız Devlet Opera ve Balesi’nin sahnelediği bir ulusal Kırgız operasını (Ay Çürek=Ay Yüzlü) seyrettim.
II. Uluslararası Türk Uygarlığı Kongresi’ne Kırgızistan dışından katılan bütün Türkologlar, hepimiz Issık Göl Oteli’nde kaldık ve meslektaşlarımızla her gece koyu sohbetler yapıp Türk tarihini, uygarlığını irdeledik, tartıştık.

GÖK-TÜRK SİKKELERİ İLE TANIŞMA



Türk Uygarlığı Kongresi’nin ikinci akşamıydı. Otelde Özbek tarihçi Dr. Gaybullah Babayar ile sohbet ediyordum. Bu sırada Dr. Babayar çantasından bazı notlar ve fotoğraflar çıkarıp göstermeye başladı. O anda gözbebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Fotoğraflarda Büyük Türk İmparatorluğu kurmuş Gök-Türklerin, Gök-Türk kağanlarının darp ettirdiği sikkeler vardı karşımda. Bizans, Selçuklu, Osmanlı sikkelerini biliyordum, ama Gök-Türk kağanlarının sikke darb ettirdiklerini o ana dek hiç duymamış ve hiçbir yerde de okumamıştım. Fotoğrafları tek tek ve hayranlıkla incelediğimde, sikkelerden birinin üstünde ortada kağan kabartması ve kenarlarda üç tane ay-yıldızı görünce o anda ne kerte önemli bir olayla karşılaştığımı, bunun ne kerte önemli toplumsal, tarihsel, iktisadi ve siyasi bir olay olduğunu düşündüm. Bu konuyu mutlaka Türkiye’ye taşımalıydım. Çünkü bu, tarihi altüst edecek önemde bir buluştu. Dr. Babayar’a o anda bütün bu fotoğraflardan bir kopya istediğimi ve konuyla ilgili bir yazı hazırlamasını rica ettim. Sağ olsun! Bu cin gibi genç, kanı kaynayan Özbek Türkü değerli tarihçi de seve seve bu ricâmı yerine getirdi ve Gök-Türk sikkeleriyle ilgili yazısını bana ulaştırdı.

GÖK-TÜRKLERİN UYGARLIK BİRİKİMİ



Bir uygarlığın gelişmişlik düzeyini, o uygarlığı oluşturan toplumun üretim ve paylaşım biçimi ile ona bağlı toplumsal kurumlar: dil, aile, gelenekler, din, hukuk, askerlik, sanat, vb. belirler. Bütün bu unsurlar yüzyıllar içerisinde şekillenir ve kimlik kazanır. Ayrıca, bir toplum ya da bir ulusun, uygarlığa eriştiği veya uygarlığı yaşattığını belirten başlıca unsurlardan biri de, onların dünya tarihinde tuttuğu yer ve çeşitli halkların kültürüne kattığı etkilerdir.
“Peki, Türk toplulukları tarih boyunca bir uygarlık yaratabilmişler mi? Kesin olarak ilk Türk uygarlığı denebilecek bir uygarlık var mı? Varsa ne zaman, nerede ortaya çıkmıştı ve nasıl örnekleri var ve insanlığa ne gibi etkide bulunmuş?” sorularını cevaplamak gerekir.

İKİ BÜYÜK TÜRK DEVRİMİ

Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nce 4-6 Ekim 2004’te yapılan “II. Türk Uygarlığı Kongresi”nde “Atatürk ve Türk Uygarlığı” başlıklı bir bildiri sunmuştum. Bildirimde dünya uygarlığı içinde Türklerin yerini belirlerken çok önemli gördüğüm iki konuyu vurgulamıştım. Özetle: birincisi, Türk adı tarihte ilk kez bir devrimle; Türk kavramı, Türkçe konuşan Orta Asya kavimlerinin diğer kavimleri de yönetimlerine alarak devletleşme sürecinde, dolayısıyla hukuka ve siyasal kurumlara kavuştukları aşamada ortaya çıkmıştı. Bayrağıyla, hukukuyla, askeri gücüyle, devlet hiyerarşisiyle, paranın geçerli olduğu ticaret yaşamıyla, iktisadi yapısıyla, maliyesiyle, kısacası bugün devlet dediğimiz örgütlenmeyi başaran Gök-Türkler tarihte ilk kez Türk adı taşıyan bir devlet kurarak devrim yapmıştı. İkinci olarak ise, Türk adı tarihin gündemine gene bir devrimle geldi. Gök-Türklerle birlikte siyasal bağı ifade eden bir içerikle tarih sahnesine çıkan Türk adının, bu kez Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla yeniden tarihsel kökenindeki anlamını öne çıkaran bir içerik kazanması çok anlamlıdır. İşte bu iki devrim, Türklerin dünya uygarlığı içindeki yerini belirler. Kırgızistan’da sunduğum bildiride, XX. yüzyılın başında emperyalizme ve feodalizme karşı verilen ve kazanılan savaşta, bir başka söyleyişle ikinci büyük Türk devrimiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık hedefini incelemiş ve yorumlamıştım. Bu yazımda da, birinci büyük Türk devrimini gerçekleştiren Gök-Türklerin dünya uygarlığı içindeki yerini ve bu uygarlıkla ilgili bilimsel çalışmaları sergilemeye çalıştım.
Günümüzde hem Batı, hem de Doğu’daki tarihçilerin çeşitli yöndeki araştırmaları sayesinde İran, Çin, Hint, Yunan, Bizans ve Arap Müslüman uygarlıkları ile karşılıklı etkileşim içerisinde olan ve hattâ bunların merkezinde yer alan Türk uygarlığının temel unsurlarının geniş Orta Asya topraklarında ortaya çıktığı ve şekillendiği bir gerçektir.

İLK BÜYÜK TÜRK UYGARLIĞI

Türkoloji alanında tanınmış bilginlerin vardıkları sonuca göre, Türk uygarlığının ilk belirtisi zaman bakımından Orta Asya tarihi sahnesine Gök-Türk Devleti’nin çıkmasıyla meydana gelmiştir. Gerçi, milâttan önceki binyılın son çeyreğinde Hun Konfederasyonu’nun vücuda gelmesinden Gök-Türk Devleti’ne dek geçen zaman içinde Avrupa Hunları, Akhunlar (Eftalitler) gibi Türk konfederasyonları ortaya çıkmış olsa bile onlardan günümüze tam anlamda bir uygarlık mirâsı ulaşmamıştır.
Bugün bazılarının Gök-Türk Kağanlığı veya Gök-Türk Devleti diye adlandırdığı, gerçekte bir imparatorluk kuran Gök-Türkler kuvvetli olduğu dönemlerde doğuda Kore, güneyde Çin ve Tibet, güney-batıda Hindistan ve İran, batıda ise Bizans ve Doğu Avrupa ile sınır komşusu olmuştur. Gök-Türkler kendine özgü yönetimleri, toplumsal-kültürel yaşamları, yazıtları ve başka değerlere sahip olmakla beraber adını saydığımız komşu toplulukların kültür ve uygarlıklarıyla sıkı temaslar kurmuş ve onlar aracılığıyla kendi uygarlığının yükselmesine zemin hazırlamıştır. Ayrıca Gök-Türkler söz konusu bölgelerin hem iktisadi, hem de kültürel yönlerden gelişmesinde öncülük yapmıştır. Yani, birbirlerinden epey uzak mesafede yar alan Batı ve Doğu ülkelerinin değerleri (kültürleri) onların komşusu olan Gök-Türkler yoluyla tanışmış ve etkileşmiştir. Bazı bilginlere göre Sasanlı, Bizans, Tang (Çin) gibi o dönemin en büyük dünya imparatorlukları, Gök-Türk İmparatorluğu var oldukça yükselmiş, onun zayıflamasıyla da çökmeye başlamıştır ki, bunun nedeni de Gök-Türklerin kontrolündeki bu büyük coğrafyada, güvenle yaptıkları ve yaptırdıkları ticaretin duraklaması olmuştur.
Gök-Türk Devleti’nin kurulması hemen-hemen tüm Türk ve Orta Asya bodunlarının bir araya getirilmesi yanında, Türk uygarlığını oluşturan unsurların o dönemin anayasası diyebileceğimiz Türk Töresi, Eski Türk-Runik yazılarına dayanan ortak edebi dil, bölgesel yönetim merkezlerinin yanı sıra zanaat ve ticaretin var olduğu yerleşik tarım ve şehir kültürü, bütün Türklerin ortak mânevî kültürünün temelini oluşturan ve aynı zamanda ortak dini olan Gök-Tanrıcılığın gelişiminde de önemli rol oynamıştır. Ayrıca kağanlıkta biçimlendirilen verâset yönetim sistemi, kendi döneminin en etkin askeri-siyasi yönetim sistemlerinden biriydi. İşte bu yönetim sistemi sayesinde, devletin iç güvenliğinin yanı sıra yeni toprakların fethedilmesi ve ele geçirilmesi de sağlanırdı. Böylece Türk halkları, kendi tarihinin gelişim zirvesinde yeni kuvvetli bir askeri-siyasi örgütün yanı sıra Çin, Hint, İran (Sogd, Tohar, Pers) ve Bizans uygarlıklarının en güzel taraflarını benimseyen örnek bir uygarlığı meydana getirmiştir. Bu uygarlık sonuçta, doğuda Büyük Okyanus’tan, batıda Adriyatik Denizi’ne kadar uzanan Avrasya’nın uçsuz bucaksız topraklarını yurt kılan tüm Türk boyları ve halklarının kültürel kimliğinin başlıca işareti olmuştur.

GÖK-TÜRK TARİHİ ÜZERİNE ÇALIŞMALAR

İlk Türk uygarlığını oluşturan Gök-Türk İmparatorluğu tarihimizin en parlak dönemlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, yaklaşık son 150 yıldır bilim insanları tarafından araştırılmakta olan Gök-Türk İmparatorluğu tarihi şimdiye dek tüm yönleriyle aydınlatılmamıştır. Fransız, Çin bilimcileri ve tarihçileri S. Julien (1864, 1877), E. Chavannes (1903), R. Grousset (1949), Çinli Liu Mau*tsai (1958), Rus bilginleri A. Bernştam (1946), S. Klyaştorniy (1964), L. Gumilev (1967), Macar J. Harmatta (1996) ve daha pek çok bilim insanı Gök-Türkler üzerine araştırma yapmıştır.
Gök-Türklerin tarihiyle ilgili araştırmaların en çok sürdürüldüğü Türkiye’de de A. N. Kurat (1952), B. Ögel (1945, 1957), A. Taşağıl (1995, 1999, 2004), S. Gömeç (1997) gibi tarihçiler çalışmalarıyla Kağanlık tarihini önemli ölçüde aydınlatmıştır.

GÖK-TÜRK TARİHİYLE İLGİLİ YAPILMASI GEREKENLER

Geçen yüzyılda Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan’da sürdürülen arkeolojik kazılar sonucunda elde edilen çeşitli buluntular ve kültür eşyaları, Gök-Türk tarihinin karanlık sayfalarını aydınlatmada büyük önem taşımaktadır. Bunların başında Gök-Türk kültürü ve sanatı için değerli bilgileri içeren duvar resimleri; Afrasiyab (Semerkant), Varahşa (Buhara), Acinetepe, Tavkatepe (Güney Özbekistan), Pencikent, Şehristan (Tacikistan), Bamian (Afganistan) buluntuları (sarayların kalıntıları) gelmektedir. VII-VIII.yüzyıllara ait olan bu duvar resimlerinde görülen betimlemeler; prensler ve onun çevresi, elçiler, muhafızlar ve onlarla ilgili çeşitli törenler, o dönem yaşamını canlandırmakla birlikte Gök-Türklerin kültürü hakkında önemli sonuçlar vermektedir. Daha da önemlisi söz konusu duvar resimlerindeki insan figürlerinin çoğu fiziksel olarak Türk tipinde (hafif çekik gözlü, elmacık yanak, gür olmayan sakal, arkaya uzatılmış örülmüş ya da omuza bırakılmış saç, vb.) olup, giysiler ve silâh takımlarının da eski Türklere özgü olduğu bilinmektedir. Söz konusu duvar resimlerini inceleyen araştırmacılara (L. Albaum, V. Raspopova) göre, o dönem Çin yıllıklarında betimlenen eski Türk giysileri ve saç şekilleri hakkındaki bilgiler ve Altaylar, Moğolistan gibi Gök-Türklerin yoğun merkezlerinde yer alan taş babalar, balballar, yine bu bölgelerde bulunan arkeoloji buluntular arasında çok yakınlık görülmektedir. Bu gibi arkeolojik buluntular Gök-Türk dönemi sanatı, mimarisi, toplumsal ve kültürel yaşamı konusunda önemli bilgiler içermektedir ki, bunları tüm yönleriyle araştırmak ve incelemek gerekmektedir. Ne yazık ki, söz konusu duvar resimleri bir araya getirilerek derin bir çalışma yapılmamıştır. Hattâ, birkaç çalışma dışında, onların Gök-Türklerle ilişkili olduğu bile düşünülmemiştir.

GÖK-TÜRK SİKKELERİ

Sadece Gök-Türk tarihi için değil, tüm kadim Türk tarihi için başlıca kaynak oluşturabilecek malzemeler arasında, söz konusu ülkelerde bulunan sikkeler de yer almaktadır. Gök-Türk dönemi kültürel-ekonomik yaşamı hakkında ipucu olabilecek sikkeler son yıllarda gerçekleştirilen kazılar sonucunda bulunmuş ve onların Sogd, Baktri, Pehlevi yazılarında Kağan, Hatun, Yabgu, Tegin, Tudun, Tarhan, Elteber gibi Gök-Türklere özgü unvanlarla darb olunduğu görülmüştür. Gerçi bu sikkeler üzerine O. Smirnova, E. Rtveladze ve L. Baratova’nın çalışmaları vardır, ancak toplu olarak bir çalışma şimdiye dek yapılmamış ve de bu sikkelerin Gök-Türk tarihi, genelde de Türk tarihi için değeri tam olarak ortaya konmamıştır. Bütün bu gelişmeleri şu başlık altında Türk kamuoyuna ilk kez açıklıyorum.

Türk Ulusu’na büyük açıklama:
“Gök-Türk sikkelerinin bulunuşunun kuşkusuz ki, günümüz açısından çok önemli tarihsel ve siyasal sonuçları vardır. Bunlardan en önemlisi bu sikkelerin toplumumuza dayatılan ‘Türkler barbardı, Türklerin uygarlığı yoktu, Türkler yağmacıydı, Türkler kaç-göçlü bir toplumdu, vb.’ gibi Avrupa merkezli tarih ve kültür anlayışı ile bunun siyasal sonuçlarını bir kez daha yerle bir etmesidir.
Avrupa merkezli tarih dayatmasını alt-üst eden, Türk ve dünya tarihinin yeniden yazılmasını gerektirecek bu çok önemli buluşu Türk Ulusu’na açıklamaktan kıvanç duyuyorum!”
Kuşkusuz ki bilim insanlarımız, Avrupa merkezli bu iddiaları çürüten pek çok bilimsel çalışma ve kanıt ortaya koymuştur. Şimdi ben de bunlara çok önemli bir katkı koyarak, Gök-Türk sikkelerini gündeme taşıyarak, Türklerin büyük uygarlık birikimini ve bunun günümüze ulaşan kanıtlarını bir kez daha Türk kamuoyuna ve dünyaya sunuyorum.
Gök-Türk sikkelerinin bulunuşu, Orhun Yazıtları’nın bulunuşu kadar önemlidir.
Türkler (Gök-Türkler ve diğer Türk kavimleri ve devletleri) tarihin derinliklerinde, dünya uygarlığına büyük katkı sunmuştur. Askeri örgütlenme, büyük ordular meydana getirme, Avrasya’nın büyük coğrafyasında bağımsız, başı dik devletler kurma, paranın geçerli olduğu ekonomik ve toplumsal bir ticaret yaşamı, şehirleşme ve yerleşik yaşam biçimi, hiçbir dönemde köleci toplumsal yapının egemen olmaması, güzel sanatları yaratma ve yaşatma ve daha pek çok unsur Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyetini göstermektedir.
Eski Türk devletlerinde kağanlığın (sonrakilerde hükümdârlığın) sembolü “tuğ” (bayrak, sancak ve davul) ve “sikke”dir. Sikke ekonomik, tuğ da siyasi bağımsızlığın göstergesi olan bayrağı ve bağımsızlık marşını (milli marşını) temsil etmektedir. Gök-Türkler tuğ’u ve sikke’siyle, yani bayrağı, marşı ve parası ile bağımsız, başı dik bir devlet kurmuş ve büyük bir uygarlık oluşturmuştur.

GÖK-TÜRK KAYNAKLARI

Uzun yıllardır Gök-Türk tarihini araştırmada temel kaynaklar olarak kullanılmakta olan Çin yıllıkları, Orhun Yazıtları, Bizans ve diğer dillerdeki kaynakların yanısıra, kazılar sonucu elde edilen Sogd ve Baktri dilinde yazılmış VI-VIII.yüzyıllara ilişkin belgelerin de değerlendirilmesi gereklidir. Sogdça belgeler arasında en başta “Mug dağı Sogd belgeleri” gelmektedir. “Mug dağı Sogd arşivi” olarak da yürütülen söz konusu belgeler 1932 yılında Tacikistan’ın Pencikent ilçesinde (Semerkant şehrinin 90 km doğusu) yer alan Mug dağı dolaylarında eski kale harabelerinde bulunmuştur. Araştırmacılar burada bir yıl kadar sürdürülen kazılar sırasında, yaklaşık 80 kadar belgeye rastlamıştır. Belgelerin 70’i Sogdça, dördü Çince, biri Arapça ve bir adedi de Türkçe (Runik) olduğu belirtilmiştir. Sogdça olanlar A. Freyman, V. A. Livşits, O. İ. Smirnova, M. N. Bogolyubov gibi Sogd dili uzmanları tarafından çözülmüş ve belgelerin Sogd bölgesinde birer hükümdarlık olan Penç (Pencikent) prensi Divaştiç (709-722) sarayı arşivi olduğu anlaşılmıştır. Bu belgelerden birinde kendisini Hun (Doğu Gök-Türk) kağanının bir naibi olarak gösteren Divaştiç aslında 709 yılında, kendisinden önce 693-*708 yılları arasında Penç vilâyetinin prensi olan Türk asıllı Çakin Çor Bilge yerine yönetime gelmiştir. Adı geçen arşiv belgeleri arasında Çakin Çor Bilge zamanında yazılmış belgelere de rastlanmaktadır. Bununla beraber, belgelerde Gök-Türk Kağanlığı tarihi için önemli bilgiler verebilecek kayıtlar da bulunmaktadır. Belgelerde Türkçe Kağan, Tudun, Elteber, Tutuk, Tarhan unvanları geçmektedir. Ancak bu belgeler hâlâ Türkçeye çevrilmemiştir. Baktri dilinde yazılmış belgeler ise son yıllarda bulunmuş ve N. Simms-Williams tarafından çözülerek İngilizce’ye çevrilmiş ve yayımlanmıştır (New-York, 2000). Çoğunluğu hukuksal belgeler olan Baktrice belgelerden de Gök-Türk tarihinin bilinmeyen yönleri aydınlanacaktır kuşkusuz. Bu belgelerde de görülen Kağan, Tegin, Tarhan, Tudun, Elteber unvanları ve Türkçe isimler, Kağanlık döneminde Afganistan, Horasan ve Kuzey Hindistan’da kurulan Gök-Türk asıllı sülâlelerin tarihi aydınlanacaktır. Zaten, adı geçen belgelerde vurgulandığına göre, bu belgelerin pek çoğu Türk asıllı vâlilerin himâyesinde düzenlenmiştir. Bu belgeler de vakit geçirilmeksizin Türkçeye çevrilmeli ve Türk tarihinin bazı karanlık noktaları da aydınlatılmalıdır.
Demek ki bugün, Gök-Türk tarihinin çalışılacak temel sorunları arasında Kağanlık-Sasanlı, Kağanlık-Bizans, Kağanlık-Çin ilişkileri, Kağanlığın Kuzey Hindistan, Afganistan, Horasan, Ceyhun ve Seyhun (Amuderya ve Siriderya) aralığı ve buraya bitişik bölgeler, Doğu Türkistan, İdil-Ural havzaları, Kafkasya, Kuzey Karadeniz kıyıları ve Uzak Doğu ülkelerindeki etkinlikleri, buraların pek çoğunda kurulan Gök-Türk asıllı sülâleler tarihi yer almaktadır.

Yrd.Doç.Dr.Yavuz DALOĞLU
(Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı)

Yavuz Daloğlu (1961)
Türk müzik ve tarih araştırmacısı. 1985 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Çeşitli dergilerde müzik ve tarih konularında yazılar yazdı. Müzikbilim ve tarihle ilgili ulusal ve uluslararası pek çok bilimsel toplantıda bildiri sundu. Radyo ve televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı. Türk müzik yaşamı, tarihi ve Türk tarihi konularında konferanslar verdi. Hâlen Dokuz Eylül Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.

Bu keşfin üzerinden biraz zaman geçti ama fikir meydanında tüm aramalarıma rağmen bu konuyu bulamadım ve üzüldüm. Hemen sizleri Türk Tarihindeki bu muhteşem keşifle başbaşa bırakmak isterim. Bu keşif özetle üç şeyi kanıtlıyor. Avrupalıların iddia ettiğinin aksine Gök Türklerin para bastırmasıyla, tuğuyla tam bir devlet olduğunu, Ay Yıldız'ın sanılanın aksine İslamiyet öncesinden de köklü bir Türk simgesi olduğunu ve tarihimizin kim bilir daha ne kadarının yerler altında olduğunu...

1500 Yıllık Ay Yıldızlı Türk Parası

Türklere ait ilk parayı Göktürkler bastırmış. Kazılarda ortaya çıkan ay-yıldızlı Göktürk paralarının bulunuşu ‘Orhun yazıtları kadar değerli’ diye yorumlandı

Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’da yapılan arkeolojik kazılarda ilk büyük Türk uygarlığı olan Göktürklere ait paralar bulunduğu ortaya çıktı. Paralar, ‘Türk uygarlığında önemli keşif’ olarak değerlendirildi.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin 4-6 Ekim 2004′te Bişkek’te düzenlediği İkinci Uluslararası Türk Uygarlığı Kongresi’ne katılan Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Yavuz Daloğlu, burada tanıştığı Özbek tarihçi Gaybullah Dr. Babayar’ın eski Türk devletleri paraları üzerinde yaptığı çalışmayı inceledi. Daloğlu, bu paralar arasında daha önce hiç duymadığı, görmediği Göktürk paralarıyla karşılaştı. Dr. Daloğlu, Dr. Babayar’la yaptığı çalışma sonunda, Göktürk paralarının bulunuşunu ‘Türk uygarlığında önemli bir keşif’ olarak açıkladı.
Sikkelerden birinde ortada kağan kabartması ve kenarlarda üç tane ay-yıldız olduğunu söyleyen Daloğlu, bu sikkenin Türk uygarlığı açısından çok büyük önemi olduğunu belirtti. Daloğlu, şöyle dedi:
“Göktürklerden sonra 8′inci yüzyılda Türgişlere ait paralar bulunmuştu. Ancak Göktürklere ait paralar onlardan 150-200 sene daha önceye, 576-600 yıllarına ait. En önemlisi, bu sikkelerin Türk toplumuna dayatılan ‘Türkler barbardı, Türklerin uygarlığı yoktu, göçerlerdi’ gibi Avrupa merkezli anlayışı çürütmesi. Göktürk sikkelerinin bulunuşu, Orhun Yazıtları’nın bulunuşu kadar önemlidir. Ayrıca ay-yıldızın bize İslam’da Semavi anlayıştan miras kaldığını biliyorduk. Ancak, yeni bulunan Göktürk paralarında da ay-yıldızlı figürler var.”

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=145903

17 Mayıs 2007 Perşembe

YENİ BİR KEŞİF

Kara madde ispatlandı

17 Mayıs 2007 BUGÜN GAZETESİ


Amerikalı astronomlar, kainatın yaklaşık dörtte birini oluşturan kara maddeden oluşan bir halka tespit etti.

Bu keşif, bu esrarengiz maddenin varlığını gösteren en çarpıcı kanıt. Bilim insanlarına göre, kainatın yüzde 70'i kara enerji, yüzde 25'i kara madde, kalan yüzde 5'i de bildiğimiz sıradan maddeden oluşuyor. Uzman James Lee, "Karanlık maddeyi, galaksiler ve gazlardan ayrı bir yapı olarak ilk kez tespit ettik" dedi. Keşfedilen karanlık madde halkasının çapı 2.6 milyon ışık yılı olarak hesaplandı. Kuşak, Yer'den 5 milyar ışık yılı ötede bulunuyor. Işık, bir yılda yaklaşık 9.5 trilyon km yol alıyor.

EVRENDEKİ SIR GÜÇ: KARA ENERJİ


EVREN NEDEN HIZLA GENİSLİYOR? BUNUN SEBEBİNİN HAYAL BİLE EDEMEYECEĞİMİZ BÜYÜKLÜKTE BENZERSİZ BİR ENERJİ ŞEKLİ OLDUĞU İLERİ SÜRÜLÜYOR

Büyük bir hızla genişleyen evrenin Big Bang denilen büyük bir patlamanın sonucu ortaya çıktığı anlaşılmış bulunuyor. Evreni oluşturan yüzmilyarlarca galaksi ve herbirini oluşturan yüzmilyarlarca yıldız bir ivmeyle birbirlerinden uzaklaşmakta ve evren daha da genişlemekte. Yıldızları birbirinden artan bir hızla uzaklaştıran bir enerjinin olduğunu saptayan bilimadamları bu devamlı var olan gücü "kara enerji" diye adlandırıyorlar. "Kara" diye tabir ediliyor çünkü tam olarak ortaya koymak imkansız. Aynı zamanda bir "enerji", çünkü madde olarak tanımlanamıyor.

Yapılan "mikro dalga fon" ölçümleri uzayın yassı şekilde olduğunu gösterdi. Ancak bu veriler uzaydaki madde miktarı ölçümleri ile uyuşmamakta.Yani uzayın yassı olması için gerekli olan madde uzayda mevcut değil. Gerekli olanın sadece üçte biri var. Weinberg ve diğer bilim adamları, madde oranı ve mikrodalga bulguları arasındaki uyumsuzluğu, bilinmeyen itici bir kuvvetin varlığı ile açıklayabileceklerini düşünüyorlar. İşte bu kuvvete kara enerji adını veriyorlar. Bu yeni bulguyu Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg "astronominin en temel keşfi" olarak adlandırıyor. Bu devamlı güç, evrenin artan bir hızla genişlemesine sebep olan ivmeyi sağlıyor.

Ancak bilim adamlarını yaptıkları hesaplar hayret verici büyüklükte bir güç tanımlamakta. Nitekim buldukları kuvvetin değeri 10120 yani 1 sayısının yanına 120 tane sıfır gerektiren akıllara durgunluk veren bir sayı. Turner bu durumu "doğru olamaz" diye nitelendiriyor ve ilave ediyor "çünkü eğer doğru olsa idi bu kadar hızlı genişleyen bir evrenden dolayı burnumuzun ucunu bile göremezdik."


Açıkça evrende hakim olan muazzam gücün varlığına şahit olan bilim adamları hayretlerini gizlememekteler. tanımlanabilen belli bir amaca yönelik böyle büyük bir gücün sahipsiz olduğunu iddia edecek kimse bulunmuyor. Çünkü tüm evrene hakim olan bu kuvvet beraberinde yıldızları ve galaksileri de bir düzen içinde tutuyor, dengeyi sağlıyor. Kuşkusuz böyle olağanüstü bir kuvvetin kontrolü, herşeye hakim, sınırsız güce sahip Yüce bir Varlık sayesinde mümkün olabilir. Elbette ki, Dünyayı ve tüm evreni yaratan, azim olan Allah, bize kendini yeni keşiflerle tanıtıyor.

- Çok Karanlık Enerji(Very Dark Energy), Karen Wright, DISCOVER Vol. 22 No. 3 (Mart 2001).

21. YÜZYIL TÜRK YÜZYILI OLACAKTIR


Türkler Edison'a alternatif ışık kaynağı üretti



16.05.2007
SABAH GAZETESİ





Türk araştırmacılar, Edison'un icat ettiği ampule alternatif nanoteknoloji ürünü ışık kaynağı üretti.

Bilkent Üniversitesinden araştırmacılar, geliştirdikleri ''ayarlanabilir beyaz ışık'' teknolojisiyle Edison'un ürettiği ampulleri yüzyıl sonra değişime uğrattı.

Edison'un ürettiği ampuller ısıyı ışığa dönüştürürken, nanotekonoloji ile
üretilen nanokristalli ledler ise elektrik enerjisini direkt ışığa çeviriyor. LED
(Light Emitting Diode, Işık Yayan Diyot) tabanlı ışık kaynaklarının ömrü 23 yıl sürecek ve otomobillerin aydınlatma sistemlerinde köklü değişiklere gidilecek.

Yüzde 90 oranında enerji tasarrufu sağlayan LED bazlı ışık kaynaklarının
küresel ısınma sorununa alternatif çözüm getireceği belirtiliyor.

Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü ve Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Hilmi Volkan Demir ile öğrencileri Sedat Nizamoğlu, Tuncay Özel ve Emre Sarı'nın bu çalışmaları, dünyanın en prestijli dergileri arasında bulunan ''NANOTECHNOLOGY'' dergisinin 14 Şubat 2007 baskısında da kapak konusu oldu.

DÜNYADA BİR İLK



Demir, başkanlığını yaptığı araştırma grubunun, nanokristal kullanarak beyaz ışık üretimini dünyada ilk kez ayarlanabilir renk özellikleri ile başardıklarını kaydetti.

Demir, beyaz LED ışık kaynaklarının, geleceğin aydınlatma sistemlerinde
geniş kullanım alanı bulacağını belirterek, çalışmalarındaki tasarım, modelleme, fabrikasyon, deneysel karakterizasyon ve kurumsal analizlerin tamamının Bilkent Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma Merkezinde ve İleri Araştırma Laboratuvarında gerçekleştirildiğini kaydetti.

LED'lerin günümüzde ampulsüz trafik ışıkları, kamera, mikroskop ışık
kaynakları gibi kullanım alanları olduğunu ifade eden Demir, şunları belirtti:


''LED'ler, evlerimizde kullandığımız ampuller ve florasan lambalarının
yerine geçecek. Edison'un ürettiği ampuller ısıyı ışığa dönüştürürken,
nanotekonoloji ile üretilen LED'ler ise elektrik enerjisini direkt ışığa
çeviriyor. Keşif, geleceğin iç mekan ve otomotiv aydınlatma fonksiyonlarını tamamen değiştirecek nitelikler taşıyor. Önümüzdeki 5 yılda arabaların dış aydınlatma işlevlerinin tamamının yeni üretilen
'beyaz LED'lerle gerçekleşeceği öngörülüyor. Kısaca Edison'un ampulleri ile aynı prensiple çalışan günümüz ampulleri, ilk üretildiklerinden yüzyıl sonra yerini nanoteknoji ile üretilen 'beyaz LED' ışık kaynakları sayesinde değişime uğrattı.''

ORTALAMA İNSAN ÖMRÜNDE 4 IŞIK KAYNAĞI




Yeni teknoloji ürünü ışık kaynaklarının çok uzun yıllar dayanabildiğini ve
elektrik enerjisini bire on oranında az kullandığını belirten Demir, şöyle devam etti:


''Ampullerin dayanaksızlığını evimizde ne sıklıkta ampul değiştirdiğimizi
düşünerek kolayca anlayabiliriz. Bir LED'i günde 12 saatten 23 yıl süreyle
kullanabilmemiz mümkündür, bu da ortalama yaşamda sadece 4 defa ışık kaynağını yenilemek anlamına geliyor. Elektrik enerjisi tüketimi konusunda
söylenebilecekler ise çok daha etkileyicidir. Bilim çevreleri, bir binanın
stratejik noktalarına LED'ler konularak aydınlatma yapıldığı zaman günümüzde kullanılan sistemlere göre elektrik tüketiminde yüzde 90'lık enerji tasarrufu sağlanacağını öngörüyorlar. LED'lerle tüm dünya elektrik harcamasının yüzde 50 miktarında azaltması öngörülüyor. Dünyada üretilen tüm elektriğin yüzde 20'si aydınlatmada kullanılıyor. Küresel ısınmanın nedenleri arasında yer alan enerji üretimi böylece aza indirilmiş olacak. Böylece bu tür ışık kaynaklarının enerji tasarrufu ile küresel ısınma sorununa alternatif çözüm olacağı düşünülüyor. Tüm
bu nedenlerden dolayı nanokristal katkılı beyaz ışık kaynakları hem bilim
dünyasında hem de endüstride büyük ilgi çekti.''

Beyaz ışık için ampul ve florasan gibi ışık kaynaklarının günümüzde yaygın
olarak kullanıldığını anlatan Demir, bu tür ışık kaynaklarının şu anki kullanım sorununun verimliliklerinin düşük olmasından ve raf ömründen kaynaklandığını vurguladı.

Çalışmanın tasarımı, modellemesi, fabrikasyonu, deneysel karakterizasyonu ve kuramsal analizi de dahil olmak üzere tüm basamaklarının Bilkent Üniversitesi'nde gerçekleştirildiğini anlatan Demir, öğrencileri Sedat Nizamoğlu, Tuncay Özel, Emre Sarı'nın da yer aldığı grubunun ortaya çıkardığı LED'lerle ilgili çalışmalarının, dünyanın en prestijli dergileri arasındaki ''NANOTECHNOLOGY'' dergisinin 14 Şubat 2007 baskısında da kapak konusu olduğunu söyledi.

Dünyanın ''öldürücü uygulama'' denilen aydınlatma sistemlerine çok önem
verdiğini anlatan Demir, ''Gelecekteki tüm aydınlatmalar bu tür LED bazlı olacak ve onların önemli bir kısmı da nanokristalli olacak'' dedi.

AA
Son günlerde Türkiye'de hızla artan icat, yenilik ve buluşlar 21. Yüzyılın "TÜRK YÜZYILI" olacağının işaretlerini vermektedir.
DÜŞÜNEN, ÜRETEN VE GELİŞEN TÜRKİYE!

ISI VE IŞIK ÜRETEN ELDİVEN

Aydın Nazilli'deki Özel Aydınlık İlköğretim Okulu öğrencileri, ''Bu Benim Eserim'' proje yarışmasında ısı ve ışık üreten eldivenle Türkiye finaline kaldılar. Okul Müdürü Adil Özçetin, projenin, 22 Mayıs’ta yapılacak Türkiye finallerinde Fen Bilimleri alanında Ege Bölgesi'ni temsil edecek 7 projeden biri seçildiğini belirtti. Isı ve ışık üreten eldiveni Sibirya gibi çok soğuk yerlerde yaşayanların kullanabileceğini vurgulayan Silinmez, şunları kaydetti: ''Eldivenin arka kısmında bir boru var, borunun etrafını bobin tellerle çevirdik. İçine ise neodyum mıknatısı koyduk. Elimiz sallandığı zaman, borunun içindeki mıknatıs da sallandığı için tellerin etrafında bir akım oluşuyor. Eldivenin içerisine devre yerleştirdik. Devrede kondansatör var. Buradaki akım kondansatörde depolanıyor ve biz istediğimiz zaman, eldivenin anahtarı açıp kapayarak ışığı yakmış oluyoruz.''

ELİF ATIKSU SİFONU GELİŞTİRDİ

Ülkemizi bekleyen kuraklık sorununa karşı belediyeler vatandaşları su tasarrufu konusunda uyarırken Türkiye'nin geleceği gençler somut çözüm önerileri üretiyor. Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Elif Merve Barış da çözüme katkı sağlamak amacıyla sifonlardaki su israfını azaltan "ekosifon"u geliştirdi. Sistemin ev veya işyerlerine kurulmasının 40-50 lira arasında olacağını belirten Elif şunları söyledi:

YÜZDE 100 TASARRUF

"Sifonlarda içme suyu kullanıyoruz. Oysa lavabo ve duşta kullanılan sular boşa akıyor. Sistem depo ve borulardan oluşuyor. Atık su borularla depolara aktarılıyor. Yağmur suları da aynı şekilde... Depoda koku ve bakteri oluşumuna engel olacak bir filtre var. Gereğinden fazla depolanan su sifondan atılacak. Ekosifon sayesinde Türkiye'de yüzde 100 tasarruf sağlanabilir."

İrfan DUMLU/İSTANBUL

KURAN MUCİZELERİ: Ağaç ve Ateş

KURAN MUCİZELERİ
SUNİ OLARAK ELDE EDİLEMEYEN AĞAÇ VE ATEŞ MUCİZESİ
İlmi Araştırma s.34/Nisan 2007



"Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz? Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu), hem ihtiyacı olanlara bir meta kıldık. Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et."
(Vakıa Suresi, 71-74)
Ağacın yapısını meydana getiren temel kimyasal maddelerden biri "lignoselüloz"dur. Bu madde, oduna sağlamlığını kazandıran "lignin" ve "selüloz" denilen maddelerin karışımından oluşur.
Ağacın kimyasal yapısı incelendiğinde %50 selüloz, %25 hemiselüloz ve %25 lignin maddelerinden meydana geldiği görülür.1 Bu maddelerin kimyasal formüllerine bakıldığında ise, oluşumlarında üç hayati kimyasal elemente rastlanır: Hidrojen, oksijen ve karbon.
Hidrojen, oksijen ve karbon elementleri, doğadaki milyonlarca maddenin yapı taşlarıdır. Ancak bu üç temel element biraraya gelerek, Allah'ın bir mucizesi olarak bitkilerin yapısındaki "lignoselüloz"u meydana getirirler. Bilim adamları bu malzemelere sahip oldukları halde, bitkinin yapısındaki bu özel maddeyi üretemezler. Doğada bolca bulunan bu elementleri kolaylıkla temin edebilmelerine rağmen, üstelik önlerinde ağaç örneği olmasına karşın, yapay yollarla bir parça odun dahi oluşturamazlar. Oysa ki etrafımızda gördüğümüz tüm ağaçlar, havada bulunan oksijen, karbon, su ve güneş ışığını birleştirerek, bu bileşimi yeryüzünde var oldukları ilk andan bu yana milyonlarca yıldır sürekli hazırlamaktadırlar.
Diğer taraftan lignoselüloz maddesinin bileşenlerin biri H2O formulüyle ifade edilen sudur. Tahtanın içeriğinde oldukça fazla miktarda su olmasına rağmen, en kolay yanan malzemelerden olması çok özel bir durumdur. Yukarıdaki ayette ağacın insan tarafından yapılamayacağına, ateş örneğiyle birlikte dikkat çekilmesi de son derece hikmetlidir. Suyla birlikte sahip olduğu diğer bileşenler sayesinde ağaç, ateşin en önemli yakıtlarından biridir.
Bilim dünyasının önemli bir araştırma sahası olan ağaçlar, bilim adamlarına pek çok konuda ilham kaynağı olmakta ve yaratılışlarındaki detaylar halen anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ağacı meydana getiren hücrelerin karmaşık yapıları, gelişen teknolojiye ve yoğun araştırmalara rağmen henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Dünyanın önde gelen ormancılık araştırma merkezlerinden Büyük Britanya Ormancılık Komisyonu, "Lack of Information on the Chemistry and Structure of Wood Fibres" (Odun Liflerinin Kimyası ve Yapısı Hakkındaki Bilgilerin Eksikliği) başlığı altında şu ifadelere yer vermektedir:
Önceki ve halen devam eden araştırmalarla sonuçlanan bilgilere rağmen, hala odun liflerinin kimyası ve yapısı hakkındaki bilgilerimiz eksiktir. Tek bir ağaçta - dalın içindeki özden ağaçkabuğuna, ağacın tabanından tepesine- çok geniş çeşitlilik mevcuttur. Bir odun hücresinin yapısı ve kimyası çoğunlukla son derece farklıdır ve her zamanki tekniklerle araştırılması güçtür.2
Plant Physiology (Bitki Fizyolojisi) adlı bir bilimsel yayında ise "Our Understanding of How Wood Develops is not Complete" (Odunun Nasıl Geliştiği Hakkındaki Anlayışımız Tam Değil) başlığı altında, bilim adamlarının konu hakkındaki sınırlı bilgisi şöyle ifade edilmektedir:
Odunun, yakın geleceğimizde daha fazla önem taşıdığı düşünülürse, bu malzemenin oluşumuyla ilgili mevcut anlayışımızın çok eksik olduğunu söyleyebiliriz. Birkaç istisna dışında odun oluşumunun ardındaki, hücre seviyesinde moleküler ve gelişim süreçleri hakkında çok az şey bilinmektedir. Xylogenesis diye adlandırılan süreç, hücre farklılaşmasının inanılmaz bir komplekslikte gerçekleştiği bir örnektir... Hücre oluşumu, farklılaşması, programlanmış hücre ölümü ve sert kısmın oluşumuyla bağlantılı birçok yapısal genin birbiriyle koordineli olarak çalışmasını gerektirir ve son derece planlı bu gelişim, neredeyse hiç bilinmeyen düzenleyici genler tarafından yönetilir. Bu süreçte gen ailelerinin yer alması ve metabolizmanın aşırı derecede esnek olması, ağaç oluşumu sürecinin anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.3
Annals of Botany (Botanik Yıllığı) adlı bir başka bilimsel yayında da odunun yaratılışındaki olağanüstülük şöyle vurgulanmaktadır:
Odunun oluşumu -köklerde, gövdede, ağaçların ve çalıların tepelerinde- inanılmaz çeşitlilikte metabolik aşamalar içeren, oldukça karmaşık bir süreçtir... Ağacın farklı amaçlar için kullanılabilecek bir hammadde olmasını sağlayan temel özellikler, büyük ölçüde hücre duvarlarının özel mimarisi ile belirlenir.4
Ağacın yaratılışındaki bu detaylar, Allahın Vakıa Suresinde bildirdiği gibi, ağacın insan yapımı olamayacağını hatırlatmaktadır. İnsanlar tarafından suni olarak üretilmesi mümkün olmayan ağacın taklit edilemez yönlerinden birkaçı şöyledir:

Dayanıklı Bir Malzeme Olarak Tahta

Yapısındaki selüloz lifler sayesinde ağacın sert ve dayanıklı yapısı oluşur. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Tahtanın inşaatlarda kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. "Gerilebilen ve örneği bulunmayan" bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, tahta binaların asırlarca ayakta durmasında, binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.
Tahta, uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlardan oluşmuştur. Çevrelerinde ise spiraller halinde "selüloz" lifler sarılıdır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıdaki reçineden yapılmış bir madde olan "lignin" içindedir. Spiral olarak sarılmış bu tabakalar hücre duvarının toplam kalınlığının %80'ini oluşturur ve ana yükü çeken kısımdır. Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çöküntüler lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde, tahta bozulmadan kalır. Böylece tahta, kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçte olur.
Düşük hızdaki darbelerin enerjisini emerek, oluşacak hasarı azaltması bakımından da, tahta önemli bir malzeme olarak görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı'nın "Mosquito" olarak bilinen uçaklarının malzemesinde tahtanın kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasıyla, o döneme kadarki en çok hasar tolere edebilen uçaklar yapılmıştır. Tahtanın sertliği ve dayanıklılığı ona güvenli bir malzeme olma niteliği de kazandırmaktadır. Çünkü tahta kırılırken, çatlamanın gelişimi dışarıdan gözlenebilecek kadar yavaş bir kırılma sürecinde gerçekleşir ve bu özellik tedbir alınması için insanlara vakit kazandırmış olur.5
Tahtanın yapısı örnek alınarak yapılan bir malzeme, günümüzde kullanılan diğer sentetik malzemelerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermektedir.6 Tahtanın bu özel yapısı günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir. Ancak hiçbir zaman bilim adamlarının tüm özellikleri ile bir odun parçasını taklit etmeleri mümkün değildir. Ağacın yaratılışındaki her detay katmanların inceliği, sıklığı, damarların sayısı, dizilimi, içeriğindeki maddeler bu dayanıklılığı sağlamak üzere özel olarak yaratılmıştır.

Yerçekimine Karşı Suyu Metrelerce Yukarı Taşıyan Hidrofor Sistemi

Ağacın odun kısmında "ksilem" (xylem) adı verilen kanallar bulunur. Odun boruları da denilen ksilem dokusu, cansız hücrelerin üst üste gelmesi ve bunların zamanla çekirdek ve sitoplazmalarını kaybetmeleriyle oluşur. Hücreler arasındaki enine zarlar eriyerek kaybolduğunda, ince bir boru şeklindeki odun boruları oluşur.
Toprağın derinliklerine dağılmış olan kökler, bitkinin ihtiyacı olan su ve mineralleri bu dokular vasıtasıyla yukarı doğru taşır ve yapraklara kadar ulaştırırlar. Köklerin topraktaki suyu emmesi adeta bir sondajlama tekniğini andırır. Köklerin suyu çekme işlemini başlatacak gücü sağlayan bir motorları yoktur. Suyu ve mineralleri metrelerce uzunluktaki gövdeye pompalayacak bir teknik donanımları da mevcut değildir. Ama kökler çok geniş bir alana yayılarak toprağın derinliklerindeki suyu çekebilirler.
Bitkinin kusursuz bir şekilde yerine getirdiği bu taşıma, aslında son derece karmaşık bir işlemdir. Öyle ki bu sistem, teknoloji ve uzay çağına eriştiğimiz günümüzde bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Ağaçlardaki bu bir nevi "hidrofor sistemi"nin varlığı yaklaşık iki yüzyıl önce keşfedilmiştir. Ancak suyun yer çekimine aykırı olan bu hareketinin nasıl gerçekleştiğine kesin bir açıklama getirilebilmiş değildir. Böylesine küçük bir alana sığdırılmış olan üstün teknoloji, bu sistemi yaratan Rabbimiz'in benzersiz ilmini sergileyen örneklerden sadece biridir. Ağaçlardaki taşıma sistemlerini de evrendeki her şey gibi Allah yaratmıştır.

ODUN
X = Çapraz kısım, r = ışın
R = Merkezden çıkan kısım
V = Damar
T = Teğet kısım


Yukaridaki resimde görüldüğü gibi odun, tüp ya da kamış biçimli hücrelerden oluşur. Bitkilerin kök ve gövdelerini oluşturan bu hücreler, üst üste gelerek, su ve minerallerin ağaç boyunca taşınmasını sağlayan kanallar olarak görev alır. "Ksilem (xylem)" denilen bu doku, aynı zamanda ağacın dik durmasını sağlayacak şekilde kuvvetlidir. Hemen sağındaki resimde ise kurumuş bir ağacın kesiti görülmektedir. Tüp şeklindeki kanallar, kuruduklarında resimdeki gibi içi boş bir görünüm alırlar.
Topraktan Mineralleri Seçebilen Kökler:

Bitkiler ihtiyaçları olan potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sülfür gibi tüm mineral besinlerini topraktan alırlar. Bu maddeler toprakta tek olarak bulunmadığı için, bitki bunları iyon (artı/eksi yüklü atom) olarak emer. Toprak çözeltisinde bulunan çok sayıdaki inorganik iyon arasından, bitkiler sadece ihtiyaçları olan 14 tanesini alırlar.
Bitki hücrelerinin kendi içlerindeki iyonların yoğunluğu, topraktaki iyonların yoğunluğundan 1.000 kez daha fazladır.8 Normal şartlar altında yüksek yoğunluktaki bir bölgeden, yoğunluğu daha az olan bölgeye doğru madde akışı gerçekleşir. Fakat köklerde görülen tam ters duruma rağmen, topraktaki iyonlar kök hücrelerinden kolaylıkla geçerler.9
Basınç sisteminin tersine işleyen bu durum dolayısıyla, pompalama işleminde bitki yüksek enerji harcar. Üstelik bitki köklerinin topraktan iyon alımında, sadece istenilen iyonları çeken ve istenmeyenleri geri iten bir tanıyıcı sisteme de ihtiyaç vardır. Bu da kök hücrelerindeki iyon pompalarının sadece basit birer pompa olmadıklarını, iyonları seçme özelliğine de sahip olduklarını göstermektedir. Bitki kökünde yer alan hücrelerin, akıl ve şuurdan yoksun atom yığınları olduğu düşünülürse, iyon seçme işleminin ne denli olağanüstü bir olay olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Minyatür Fabrikadaki Üstün Teknoloji: Fotosentez

Ağacın sadece odun ya da kök kısmı değil, yaprakları da günümüz teknolojisiyle dahi suni olarak elde edilememektedir. Yaprağı taklit edilemez kılan özelliklerinin başında hiç şüphesiz fotosentez yapabilme özelliği gelir. Bilim adamlarının halen tam olarak anlayamadıkları sistemlerden biri olan fotosentez olayı, bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretmesi olarak da özetlenebilir. Bitki hücreleri Güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapılar sayesinde, Güneş'ten gelen enerjiyi, karmaşık işlemler sonucunda insan ve hayvanların besin olarak kullanabileceği enerji halinde depolar. Ayrıca ağaçta depolanmış olan fotosentetik enerji, yanma esnasında açığa çıkar. Örneğin evinizi ısıtmak için yanan ağaçtan çıkan enerji, aslında ağacın oluşumu sırasındaki Güneş'ten gelen enerjidir.10
Minyatür bir fabrika gibi işlev gören fotosentez sistemi, bitki hücresinde yer alan ve bitkiye yeşil rengini veren "kloroplast" adı verilen organelde gerçekleştirilir. Kloroplastlar, milimetrenin binde biri kadar büyüklüktedir, bu yüzden yalnızca mikroskopla gözlemlenebilirler. Güneş ışığı yaprağın üzerine düştüğünde yapraktaki tabakalar boyunca ilerler. Yaprak hücrelerindeki kloroplast organellerinin içindeki klorofiller bu ışığın enerjisini kimyasal enerjiye çevirir. Bu kimyasal enerjiyi elde eden bitki ise bunu hemen besin elde etmekte kullanır. Ancak birkaç cümlede özetlenen bu bilgiyi bilim adamlarının elde etmeleri 20. yüzyılın ortalarını bulmuştur. Fotosentez işlemini anlatmak için sayfalarca reaksiyon zincirleri yazılmaktadır. Fakat hala bu zincirlerde bilinmeyen halkalar mevcuttur. Oysa bitkiler yüz milyonlarca yıldır bu işlemleri hiç şaşmadan gerçekleştirip dünyaya oksijen ve besin sağlamaktadır.


Kabuk zarı
Epidermis
Fotosentez yapan hücreleri içeren doku
Yaprağın ince
Kabuk zarı
Epidermis
Fotosentez yapan hücreleri içeren doku
Yaprağın ince kesiti
Ağızcık
Kloroplast
Thylakoidler
Fotosentez
yapan hücre
Dış zar
İç zar
Stroma (ana doku)
İnce pul
Grana
Grana kesiti
Ağızcık
Kloroplast
Thylakoidler
Fotosentez
yapan hücre
Dış zar
İç zar
Stroma (ana doku)
İnce pul
Grana
Grana



Yukarıda büyütülmüş resmi görülen kloroplast, gerçekte milimetrenin binde biri kadar bir büyüklüğe sahiptir. İçinde fotosentez işlemini yürüten pek çok yardımcı organel vardır. Çok aşamalı olarak gerçekleşen ve bazı aşamaları henüz çözülememiş olan fotosentez işlemi bu mikroskobik fabrikalarda büyük bir hızda gerçekleşmektedir.
Ağacı oluşturan tek bir hücrenin dahi suni yollarla yapılamaması, insanın ağacın ölü hücreleri karşısında elindeki tüm imkanlara rağmen aciz kalması, üstün bir Yaratıcı'nın varlığını gösterir. Ağaçların, üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek kadar çok olan özellikleri ağacın yaratılışındaki üstün ilmi ve aklı sergilemektedir. Ağaçta tecelli eden bu ilim ve akıl, herşeyi yaratan ve herşeyin tek hakimi olan Yüce Allah'a aittir.
Kaynaklar:
1 http://www.forestpathology.org/wood.html
2 http://www.forestresearch.gov.uk/fr/INFD-6FMCUS; The Research Agency of the Forestry Commission, 2007.
3 Christophe Plomion, Gregoire Leprovost, Alexia Stokes, "Wood Formation in Trees", Plant Physiology, Aralık 2001, cilt 127, ss. 15131523.
4 Uwe Schmitt, "Chaffey, N.J. ed. Wood formation in treescell and molecular biology techniques", Annals of Botany, 2002, cilt 90, no. 4, ss. 545-546.
5 Julian Vincent, "Tricks of Nature", New Scientist, 17 Ağustos 1996, cilt 151, no. 2043, s. 39.
6 Julian Vincent, "Tricks of Nature", New Scientist, 17 Ağustos 1996, cilt 151, no. 2043, s. 40.
7 http://www.smddrums.com/woodcell.htm
8 Malcolm Wilkins, Plantwatching, Facts on File Publications, New York, 1988, s. 119.
9 William K. Purves, Gordon H. Orions, H. Craig Heller, Life, The Science of Biology, 4. baskı, W.H. Freeman and Company, s. 724.
10 http://www.montana.edu/wwwpb/pubs/mt8405.html; Michael Vogel, "Heating with Wood: Principles of Combustion", 2003.
 

14 Mayıs 2007 Pazartesi

SAKIZ AĞACI GİZLİ HAZİNE


Sakız Ağacı
Pistacia lentiscus
Familyası
Antepfıstığıgiller (Anacardiaceae)
Türkiye'de yetiştiği yerler
Batı ve Güney Anadolu.
Özet
Nisan-Mayıs ayları arasında, yeşilimsi renkte çiçekler açan 1-8 m yüksekliğinde, sık dallı, çalı ve ağaç görünüşünde ve kışın yapraklarını döken ağaçlar. Sakız ağacı olarak da bilinir. Gövdeleri dik ve silindir biçiminde olup, sağlamdır. Kabukları esmer renkli ve reçine kanalları ihtiva eder. Meyveleri ufak, yuvarlak ve kırmızımsı siyah renklidir.
Kullanıldığı yerler:
Bitkinin dal ve gövdesinden, mastix adı verilen sakız elde edilir. Ağacın gövdelerine yapılan yaralamalardan bir usare akar.  İlaç, gıda, kozmetik, alkollü içecekler ve boya sanayisinde ham madde olarakkullanılmaktadır.Ağaç gövdesine açılan çiziklerden toplanan sıvı haldeki yapışkan reçine (usare) 2-4 haftada katılaşır. Soluk sarı renkli, kolaylıkla kırılabilen parça ve damlalar halindedir. Özel bir kokusu ve tadı vardır. Eter ve etonolde çözünür. Sakız içinde uçucu yağ, mastisik asit, mastisin ve acı maddeler bulunmaktadır. Eskiden balgam söktürücü olarak kullanılmıştır. Diş etlerini kuvvetlendirmek ve ağız kokusunu gidermek için kullanılır. Sanayide yapıştırıcı ve cila olarak istifade edilir.
Kaynak:
Rehber Ansiklopedisi

ETRAFIMIZDAKİ GİZLİ HAZİNE: SAKIZ AĞACI
Dünyada; ilaç, gıda, kozmetik, alkollü içecekler ve boya sanayisinde ham madde olarak kullanılan sakız reçinesi üretimin yeterince yapılamaması nedeniyle, Türkiye'nin büyük bir gelirden mahrum kaldığı ifade edildi. Çeşme Sakız Birliği Üyesi ve sakız üreticisi Coşkun Vural, 25 bin nüfuslu Yunanistan'ın Sakız Adası'nda; ada gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan ve milyar dolarlarla ifade edilen sakız reçinesine karşılık, Ege ve Akdeniz kıyıları sakız ağacı ile dolu olan Türkiye'nin ciddi bir gelir elde edemediğini söyledi.
Sakız Adası'nda yaşayan insanların büyük bir refah düzeyine ulaştıklarını dile 
getiren Vural şunları söyledi: "Sakız Adası'nın, sakız ağacından başka geliri yok. 
Sadece sakız reçinesi ihracatından hatırı sayılır para kazanıyorlar."

AĞAÇ(YAŞIL), DAĞ VE SU KÜLTÜ

"SERSEM" VE AĞAÇ KÜLTÜ

Ağaç, İslam öncesi Türk ve Anadolu topluluklarında kutsaldır. Ağaç, toprağın derinliklerine varan kökleriyle, gök kubbeye doğru uzanan gövdesi ve dallarıyla, yapraklarıyla ve çiçekleriyle, meyva ve tohumlarıyla, her mevsimde kendini yenileyen özelliğiyle ve don değiştirmesiyle; insanlarda dini duyguların kabul edinmesine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da ağaç, yaşamın devamlılığının sembolü olarak benimsenmiştir.

Avrupalı ve bazı Türk araştırmacılar “Tahtacılar”ın Likyalıların torunları olduklarını öne sürmektedirler.Yine bazı araştırmacılar Hozat’ta konuşulan lehçenin “Hurri'ce” olduğunu ileri sürmektedirler. Her iki yöredeki insanlar Alevi inancına sahip olduklarından ağaca bakış açıları da aynıdır. K. Maraş, Adana, İçel, Antalya, Muğla, İsparta, Burdur, Denizli, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale illerinde yaşayan Tahtacılar orman işçiliğiyle uğraşırlar.

Tahtacılar gün doğmadan ormana varırlar. Güneşin ilk ışıklarıyla kesilecek ağaca önce niyaz ederler, af dilerler ve kesimine başlarlar. Daha sonra kestikleri ağaca tekrar “niyaz” ve “takdis” ederler. Yaşlı kadınlar kesmek zorunda kaldıklar ağaçlar için “ağıt” yakmaya başlarlar. Ağacı boylu-boslu, güçlü-kuvvetli, dürüst, yiğit ve erdemli, meziyetli bir insana benzeterek ağlarlar...

Aleviler; meşe, ardıç, sakız gibi ulu ağaçları kutsayarak ve onların etraflarını taşlarla çevirerek ziyaret haline dönüştürmüşlerdir. Erzincan, Malatya, Elazığ, Tunceli yörelerinde; Sakız Baba, Ardıç Dede, Çitlenbik Dede, Çınar Dede, Buğday Dede, Nohutlu Baba,  Çam Baba gibi bitki ve ağaçlarla anılan Veli sayılan kimliklere sıkça rastlamak mümkündür. Genç ağaçlar ve fideleri kesmek bir insan öldürmek kadar günahtır. Ağaç kültü; dağ ve su unsurlarıyla birlikte telakki edilerek “üçlü kutsallık” izafe edilir.

Pir Sultan Abdal:

“Öt benim sarı tanburam /
Senin aslın ağaçtandır

Ağaç dersem gönüllenme/
Kırmızı gül ağaçtandır.”



Deyişinde ağaca verilen önemi vurgulamaktadır.

Hz.Muhammed’in biat aldığı ve Müslümanlarında ikrâr verdiği “Ridvan Ağacı”nı Halife Ömer kestirir. Aleviler bu ağaçın kutsiyetinden dolayı dallarını Ayn-i Cem’lerde dedeler “Tarık” (asa/sopa) olarak kullanmaktadırlar. “Üzerlik otu” kutsal kabul edildiğinden Cemevi meydanı açılmadan önce, ateşe (ocağa/küre üstüne) atılarak tütsülenir ve afsunlanır. Bu cins otlara veya boyalarının renklerine ilahi bir güç yüklenmiştir.

Hoca Ahmet Yesevi Tarikatının en önemli sembolü olan," Tahta Kılıç Kuşanma" ;  gönüllülük temelinde Aleviliğe girişin ve ikna metodunun bir sembolü olmuş; tüm Alperenler bu tip bir kılıç taşımışlardır.

Cemevi’nin tahta kapısı Hz.Muhammed’i, eşik Hz.Ali’yi yanlar Hasan ile Hüseyin’i tahta kasanın üst atkısı da Hz. Fatıma’yı temsil eder. Yani Ahşap kapı beşleri “Ehl-i Beyt”i senbolize ettiği için, Cemevine giriş bir seromoni gerektirmektedir.

Gaybi Baba; varoluşculuğu ağaçta şöyle tanımlamaktadır:


“Bir ağaçtır bu alem

Meyvası olmuş adam

Meyvadır maksut olan

Sanmaki ağaç ola”


Ozan, Adil Ali Atalay ise ağaçlar için :

“Hem ısıtan hem ışıtan

Bir güneşe benzer ağaç

Hem yeşerten hem yaşatan

Bir kaynağa benzer ağaç”


Sersem, Hubyar Köyünün tam karşısında dik bir yamaçta bulunan ve Kutsal bir çam ağacı ile su gözelerinin bulunduğu bir yerdir. Sersem’de bulunan çam ağacı yanık bir vaziyettedir. Gelen ziyaretçiler bu ağacın ayakta kalmış yanık dallarına ve etrafına dikilen yeni çam ağacına yapma beşikler asmakta ve dilekler tutup çocuk istemektedirler. Bu çam ağacı eski dönemlerde (tarihi tam olarak bilinmemektedir) birileri tarafından “Kızılbaşlar buraya tapıyor” gerekçesiyle yakılmıştır. Çamın yanık kalıntılarından çok kalın , yaşlı ve görkemli bir çam ağacı olduğu anlaşılmaktadır. Burayı Alevi-Sünni tüm çevre köylerden insanlar ziyaret etmekte ve çocuk istemiyle adaklar adamaktadır. Hatta Sünni inançlı insanlar burayı ziyaret sonrasında doğan çocuklarına Sersem ve Hubyar isimlerini koymaktadırlar. Halen de bu isimde hayatta olanlar bulunmaktadır. Hubyar – Sıraç topluluklarında ise kutsallığı bakımından kesinlikle bu isimler konulmaz.

Sersem, Sersem Baba olarak da adlandırılmaktadır. Sersem Baba olarak adlandırıldığı zaman sanki burada bir yatır olduğu düşünülmektedir. Fakat burada böyle bir yatır mevcut olmadığı gibi bu konuda Hubyarlılar içerisinde hiçbir söylencede yoktur. Sersem’in yıkımında Hubyar Dedelerinden Karabeğ (Kara Hasan) ismiyle yaşayan kişi şu deyişi söylemiştir.

Hızır Sersem

Hubyar kendini çekti penana

Sersem kayıt oldu On iki imama

Kerbela da yatan Hüseyin gibi

Filcan kast eyledi değdi sineme


Az muratlar hep sağdılar balını

Düşünmedi Hubyar’ ın yolunu

Kafire de bildirmedi halını

Şehitlik mi geldi Hızır Serseme


Hizmetini gören bir yeşil gelin

Horasan erenleri yetişin gelin

Ha Hasan elleri yetişin gelin

Alim seni çağırıyorum bugün dar günüm


Arşeleye çıkar sersemin önü

Açılsın zülfikar sallasın kını

Alim seni çağırıyorum bugün dar günüm

Şehitlik mi geldi hızır serseme







TEKELİ DAĞI (DOKUZLAR) KÜLTÜ




Dağ kültü, eski çağlardan buyana çeşitli kavimler ve halklarda olan bir
inançtir. Bu inanç nereden gelmektedir ve her topluluğu neden bu kadar etkisi altına almıştır? Bu
sorunun cevabı biraz zor çünkü Batılılar tarafından beyinleri yıkanarak şartlandırılmış kişileri inandırmak zor. Tanrının/Allah'ın bir sürü dini yoktur Hak din tektir. Yani Hz. Adem'den bu yana devam edegelen bir tek din vardır. Zaman zaman bu din insanlar tarafından bozulmuş, zaman zaman ise peygamberler tarafından tekrar düzene sokulmuştur. İşte bu Kadim Dinin adı; TUR DİNİ idi. Bu dinin inançlarından bir tanesi de ağaçların kutsanmasıdır. Tarihin ilk insanlarından olan ve ismini bu Kadim Din olan TUR DİNİ'nden alan TUR-K'ler  de de dağlar, ağaçlar, sular ve gök yüzü kutsanmıştır. Onun için Türkler'de Tanrı Dağı ve Ötüken Dağı, Yahudiler’de Sina Dağı’nı, Yunanlılar’da Olympos dağı, Hintliler Himalaya Dağları, Kürtler ve Ermeniler’de Ararat Dağı, Araplar’da Arafat dağı, Moğollar’da Burhan Kaldun dağları kutsal kabul edilmiştir. Türklerde her boyun ve her oymağın kendine özgü kutsal kabul ettiği bir dağı olduğu gibi, boylar konfederasyonunda kutsal kabul ettikleri ortak dağları vardı. İşte aynı kült geleneğini Anadolu’da da görmekteyiz. Beğdili Sıraç toplulukları da Tekeli Dağı’nı; Tahtacılar Kaz dağlarını, Dersim Alevileri Munzur Dağlarını kutsal kabul ederler. Yer-Su kültünün en önemli kaynağı dağlar olarak kabul edilmektedir. Çünkü suyun ana kaynağı dağlar olarak görülür. İslam öncesi Türklerde dağ kültü Gök Tanrı kültüyle özdeşleşerek bir inanç halini almıştır. Türkler her yıl Gök Tanrı’ya kurbanların yüksek dağların tepelerinde sunulduğu kaynaklarından öğrenmekteyiz. Eski Türkler, ulu dağların tepelerini Gök-Tanrı makamı olduğuna inanmakta idiler. Türkler dağlara kutsiyet ifade eden; mübarek, mukaddes, ata, hakan anlamlarına gelen isimler verirlerdi.

Sıraç topluluklarının yoğun olduğu bölgenin en yüksek dağı “2643 m.”lik Tekeli dağıdır. Tekeli Dağı, Hubyarlılar tarafından “Dokuzlar” diye de isimlendirilmektedir. Bunun sebebi ise kimine göre başında dokuz adet evliya olduğu, kimine göre de dokuz ayrı ocağın yeri olmasındandır. Ay Ali, Gün Muhammet diye inanmış olan sıraç toplulukları, bu nedenle de güneşe dualarını sunmak için ve inanışlarına göre onun binbir güçlükle doğuşunu izlemek için Dokuzlar dağına geceden çıkmaya başlarlar. Uzunca süren yolculuktan (yaklaşık 4-5 saat) sonra dokuzlar dağının zirvesine varılır ve güneşin doğuşu beklenir. Bu esnada hemen karşıda bulunan Pir Sultan’ ın mekanı Yıldız Dağına ve bölgenin yüce dağlarından olan Asmalı Dağa niyazlar edilir. Aha niyazın Asmalı Dağ, aha niyazın Yıldız dağı denilerek işaret veya baş parmak öpülür. Dokuzlar Dağının zirvesinde sesli bir şekilde edilen dualarla ziyaretler yapılır ve güneşin doğuşu beklenir. Ve bu doğuşun kolay olması için dualar edilir. İnanışa göre güneş binbir güçlükte doğmaktadır veya güneşin doğuşunu engellemek isteyen kötü güçler bulunmaktadır. Güneşin doğmaya başlamasıyla birlikte pür dikkat gözlerini güneşe diken sıraçlar bir taraftan da ellerini açarak güneşe karşı dualarını ederler. Güneşin doğuşu gerçekleşip belirli bir süre geçtikten sonra ateşler yakılıp kazanlar kurulur. Yanlarında getirdikleri kurbanlar kesilir, sazlar – kemaniler çalınır, semahlar dönülür, türküler söylenir kutsal dokuzlar dağının doruğunda yani 2643 m yükseklikte. Adeta şenlik ortamında pişirilen lokmalar yenilip dualar edilir. Bu ziyaretler eskilerden yayladan köye göç esnasında tüm köylülerin topluca katılımı ile yapılmakta imiş. Dokuzlar dağının hemen altında bulunan yaylalarında yazlarını geçiren Hubyarlılar. Dokuzlar dağının binbir çeşit çiçekleri ve otlarıyla besledikleri hayvanlarından aldıkları bereketli ürünlerinin karşılığı olarak ve bir dahaki yıla tekrar bereketli ürünler alabilmek için Dokuzlar dağına şükranlarını sunar kurbanlarını keserlermiş. Şimdilerde ise yazın hemen hemen iki üç günde bir kalabalık guruplar halinde hiç değişmeyen aynı inançla ve aynı heyecanla dokuzlar dağı ziyaret edilmekte, kurbanlar kesilmekte güneşin doğuşu izlenip güneşe ve yüce dağlara dualar edilmektedir.



Ulu dağlar birbirine yaslanmış

Ne güzel kurulmuş yerin Tekeli

Bozdumanlar pare pare bölünmüş

Bitmiyor dumanın karın Tekeli


Bizden önce nice beyler varımış

Yücesini bozdumanlar bürümüş

Kırcı vurmuş çiçeklerin kurumuş




Tükenmez feryadın zarın Tekeli


Otağ kursam yaylasına düzüne

Yüzüm sürsem Erenlerin izine

Hazan vurmuş çiçeklerin özüne

Kurumuş yaprağın harın Tekeli


Hubyar Sultan buralardan geçti mi?

Asapınarı’ndan bir dem içti mi?

Tozanlı’da obasına göçtü mü?

Ondan da bir haber verin Tekeli


Çetirez den esen seher yelleri

Dolaşayım sahraları çölleri

Açtı m’ola epsile’ nin gülleri

Gelenden geçenden sorun Tekeli


Aşık olan deryaları boylasın

Varsın alem ne söylerse söylesin

Kümbet Baba bize himmet eylesin

Yaralar derindir sarın Tekeli


Esti deli poyraz eyyam güz oldu

Dertlerim bir idi şimdi yüz oldu

KARAOĞLAN’ım ateş oldu köz oldu

Ozanın halini görün Tekeli

9 Mayıs 2007 Çarşamba

Hilal Ay ve Yıldız


Hilal Ay ve Yıldız

Batı kaynaklarının bir kısmı hilalin ilk olarak Bizans kentinin bayrağında görüldüğünü, yıldızın ise Hıristiyan dininin kabulünün ardından Meryem Ana'ya ithafen Konstantin tarafından şehrin bayrağına eklendiğini belirtmektedir. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinin ardından 1000 yılı aşkın süredir kullanılmakta olan bu bayrağı benimsediği; aynı motifin bu tarihten itibaren de İslam dininin bir sembolü haline geldiği belirtilmektedir. Araştırmamızın ölçeğini biraz genişlettiğimizde, Türkiye'deki dağlık arazilerden Nil Vadisine kadar pek çok yerde "Ay tanrısı" tapınaklarının bulunduğu ve "Ay tanrısına" tapınmanın bir zamanlar, bugün Orta Doğu olarak tanımlanan bu yörede en yaygın din olduğunun kaynaklarda ifade edildiğini görüyoruz. Ay tanrısı hilal formunda bir sembol ile temsil edilmekteydi. Bugün İslam'ın baz aldığı ay ve yıl hesaplaması da bildiğimiz gibi Ay'ın evrelerine dayanmaktadır. Bu bölgede yaşamış en önemli uygarlık Sümerlerdir. Ural-Altay dillerinin Sümer dili ile ilgisi bilimsel olarak saptanmış olup, Türkçe ve Macarca'nın sözcüklerinin benzeşmesinde %50'nin üzerinde bir orana rastlanmaktadır. Örneğin Sümer dilinde "dingir", Türkçe'de "tengri" yani "tanrı"dır. Kültürel benzeşmelerin de çokluğu Sümerlerin orjininin de Orta Asya-Altay Dağları-Üç Sümer Tepesi  olup, Mezopotamya'ya sonradan göçler vasıtasıyla geldiklerini işaret etmektedir. Bu bakış açısı altında, hilal, yıldız motiflerini yoğun olarak kullanmış olan Sümerlerin, bu sembolleri Orta Asya'daki köklerinden taşımış olması ihtimali kuvvetlidir. Zira, Sümerlerin dini inanışlarında, Altay kökenli TUR Dini'nin önemli etkisi göze çarpmaktadır. Göktürk'lerin paralarında, Ege adaları, Batı Anadolu ve Trakya'da arkeolojik kazılarda ele geçen sikkelerde ayyıldız motifinin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bu durum bölgede yaşayan halkların inanışlarında bu motiflerin yer ettiğini işaret etmektedir. Milattan önce 1200 ve 100 yılları arasında Orta Asya Türk dilini konuşan Saka adı verilen halkın Avrasya'da yaşadığı da saptanmıştır. Birlikte kullanıldığı durumlarda hilal, ayı simgelerken, yıldızın güneş veya venüs'ü ifade ettiği belirtilmektedir. Tarihi ve arkeolojik çalışmalar, hilal ve yıldız sembolünün kullanımını bir tarafta Sümerlerin inanışları vasıtasıyla Orta Asya TUR Dini'ne ve Türklerin atalarına, diğer tarafta ise Amerika yerlilerinin inançlarına  dayandırmaktadır. Bugün Türk Bayrağında yer alan hilal ve yıldız motiflerinin binlerce yıllık bir yolculukla bugüne kadar geldiğini ve orijininin Türk'lerinde ataları olan kadim dönemlerde yaşamış uygarlıklara dayandığını görüyoruz. Sonuç olarak, tüm dünyanın bugün İslam dininin sembolleri olarak kabul ettiği hilal ve yıldızı; aslında biz Türklerin İslama bir sembol olarak kazandırdığını görüyoruz. Bayrağımızın al renginin tanrısal kutsal bir renk; üzerindeki hilal ve yıldızın da binlerce yılın gizeminden gelen astrolojik objeler olduğu kesin. Binlerce yıl bayrağında bu sembolleri taşımış böyle bir millete de elbette özgün bir görev verilmiş olmalıdır diye de düşünmemiz gerekir. Saygılarımla,
Osman Günsel Topbaş
Not: Osman Günsel Topbaş beyefendinin görüş ve düşüncelerine saygılarımı sunuyorum ancak bazı açıdan yetersiz gördüğümü belirtmeliyim. İleride bu konudaki yorumlarımı Tarih Felsefesi açısından ele alarak daha da geniş bir şekilde açıklayacağım.  Osman beyin yazısının orijinalinde "Şaman-Şamanizm" geçen yerleri Tur Dini olarak ben değiştirdim. Çünkü Türklerin dinlerinin ismi ŞAMANİZM olamaz. Şaman bir din adamı değildir. Sonu "İzm"le biten bir kelime de din adı olamaz. "izm" ler ne zaman başladı.  Sonu "izm"le biten,  Komünizm, Faşizm, Emperyalizm, Kapitalizm, Maoizm, Kemalizm v.s. birer din olabilir mi? Saygılarımla.......İsmet Çabuk

Türk Bayrağını Oluşturan Öğelerin Anlamı

Türk Bayrağını Oluşturan Öğelerin Anlamı
[Osman Günsel Topbaş]
Pazar, Mayıs 15, 2005
Al Rengin Anlam ve ÖnemiTürk mitolojisinde, Türklerin renklerle ilgisi önemli bir yer tutar; mavi (Gök mavisi/Turkuaz), beyaz/ak ve al/kızıl renkleri başta gelir. Al renk kırmızıdan farklıdır, kutsal, Tanrısal renktir. Kırmızı renk adı Türkçe'de 12. asırdan önce pek görülmemektedir. Kırmızı, Türkçe'ye sonradan, Sogdca'dan veya Farsça'dan geçmiştir. Oğuz/Türkmen boylarının çok eskiden beri al renkli börkler giydiği bilinmektedir. Börklerin bütününde al ya da bir diğer deyişle kızıl renk görülmekle beraber, başka renklere de tesadüf ediliyor ki, esas olan gelenek, bütün börklerde, tepe kısmının yani Tanrıya yüz tutan kısmın, Tanrısal renk saydıkları al renkten olmasıdır. Bu tarz bugün efelerin, zeybeklerin, seymenlerin v.s. folklorik başlıklarında da muhafaza edilmektedir. Al renk adı kutsallık içerdiği içindir ki, Türkler, "kırmızı bayrak" değil "al bayrak," "kırmızı kan" değil "al kan," demişlerdir. Yermek, aşağılamak anlamında "karalamak" derken, yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, "allamak" sözünü kullanırlar. Bugün dilimizde kullandığımız "allamak pullamak" sözü de aynı maksatla kullanılır.
Türkler, al yahut kızıl rengi, Tanrısal renk, kutsal renk kabul ettikleri için, eski Türk inancına göre, Tek Tanrı veya Gök Tanrı'nın gökte olduğunun tasavvuru ile başlarına giydikleri börkün, Tanrıya karşı olan, yani tepe kısmında genellikle kızıl yahut al renk kullanmışlardır. Bir başka söyleyişle, başlıklarında, Tanrısal kutsallık verdikleri Kızıl rengi kullanarak Tanrıya tazimlerini bildirmiş oluyorlardı.
Kızıl yahut al renk, güneşin doğmak üzere iken (şafak vakti) ve yine battıktan hemen sonra gökyüzüne yansıttığı kırmızımsı renktir. Türkler eskiden, genellikle, şafak sökerken, ve akşam vakitlerinde, gökteki, "göyün kızıllığı" dedikleri bu görüntü anında dua ederlerdi. Türkler bu şekilde dua ile, sabah vakti onu karşılıyor, akşam vakti de onu yine dua ile uğurluyorlardı. Kırmızı (al/Kızıl), mitolojik Türk kosmik anlayışında da, göğün zirvesini ve ateşi ifade eder. "Al", Türk lehçelerinde "yüksek", "yüce" ve "kudret" anlamlarına da gelir. Altay dağının adı aynı maksatla söylenmiş olup, Al=yüce-yüksek, tay=tağ/dağ demek olup Al-tay=yüce-ulu dağ, yüksek dağ anlamındadır. "Al" terkibindeki ilahi anlamlarla kutsiyet kazandırılmış olan Altay dağı, Şamanlarda, bir ruh ve tanrısal bir kutsiyetle yadedilir. Ayin ve dualarında da kutsal Altay dağına hitap edilir.
Halûk Tarcan, eski Türk dili ve mitolojisini incelediği kitabında konu ile ilgili ilginç görüşler ileri sürüyor: "... güneş, gökteki ateş gibi, korkunç bir kudret ve enerjidir. Değdiği, kendisine verilen, yani al/dığı her şeyi yakar, kendi gibi alev, ateş haline getirir. Rengi al/dır, kutsal olduğu için, rengini ifade eden al kelimesi de kutsal anlamına gelir. (Prof. Dr. A. İnan) (Al/ip gökyüzüne, Tanrı'ya götürdüğü için kutsal demektir. Al-Apa, al/an=ilah, alıp Tanrı'ya eriştiren "ilah" demektir ki, alap, sonunda Alp şekline girmiştir.(125) Alp dağlarına bu adı verenler, Kamunlar adını taşıyan, İtalyan Alplerine yerleşmiş olan Ön-Türklerdir."
Eski şamani inançlara göre ateş, kötü ruhları kovar, insanın kötü ruhlardan temizler. Abdulkadir İnan'ın nakline göre, VI. Yüzyılda Göktürk Kağanına, elçi olarak gelen Bizans elçileri iki ateş arasından geçirilerek, onlarla beraber gelmesi muhtemel olan kötü ruhların kovulması sağlanıyordu. Bu adet Moğol saraylarında da var. Başkurt ve Kazak Türkleri, yağlı bir paçavrayı ateşleyip hastanın etrafında, "alaslama" dedikleri, "alas, alas" diye dolaştırarak, hastaya musallat olmuş kötü ruhları kovmuş oluyorlardı. Buna Anadolu'da "Alazlama" denilmektedir.
Kızıl sözü, renk anlamının yanında, aynı mitolojik anlayıştan kaynaklanarak, bildiğimiz altın anlamında da kullanılır. Azerbaycan ve Türkistan lehçelerinde, altına "kızıl" derler, sözü kullanılır. Çok eski devirlerde para yerine değer olarak kürk kullanırlardı. Türkler kürke "ten/tın/tın" derlerdi. En değerli kürkler de güneş kızıllığının (al) renginde olanlardı. Güneş kızıllığı renginde olan en değerli kürkler için de yine güneşin rengi olan "al" sözü ilaveli "al-tın" al kürk, kızıl kürk diyorlardı ki kıymetin değer birimi idi. Bugün, kıymet değeri olarak kullandığımız madene verilen altın (al-tın) adının anlamını kaynağı, anılan eski Türk anlayış ve kavrayışına dayanır. Türkistan Türklerinde, küçük bir gümüş sikke olup, genellikle sikkeye denilen, asrımızın ilk çeyreğine kadar Türkistan'da para birimi olarak kullanılan "tenge" sözü de aynı (al-kürk) "ten/tın" kökenlidir. Bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti'nin resmi para biriminin adı da, anılan kürk adından türemiş "tenge"dir. Rusça'da para karşılığı olarak kullanılan "dengi" sözü de, Türkçe'den Rusça'ya geçmiş olan "tenge"nin Rusça söylenişidir. Türkler için tarihsel ve mitolojik büyük önem taşıyan al rengin, Türk Bayrağının da temel rengi olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Osman Günsel Topbaş

3 Mayıs 2007 Perşembe

ÇILGIN TÜRK: NURİ DEMİRAĞ




NURİ DEMİRAĞ KİMDİR?


Mühürdarzadeler’in Nuri’si 1886’da Divriği’de doğan bir vatan evladıdır. Yüreği memleket aşkıyla yanar. Düşünün daha Maliye Mektebi’nde okurken tahsilini yarıda bırakıp gelir, Divriği’nin yalınayaklı çocuklarına muallimlik yapar. Ziraat Bankası, Maliye Nezareti derken memurlukta yükselmeye başlar. Gelgelelim amirlerine yaranamaz. Dokuzuncu köyden de kovulur ama doğrudan cayamaz. Gün gelir memuriyetten sıkılır ve istifasını sunar.
Nuri Bey Mütareke yıllarında ticarete atılır ve ürettiği “Türk Zaferi” adlı sigara kağıdıyla büyük bir servet yapar. Ancak sigara kağıdı ticareti “İnhisarlar İdaresi”nin tekeline alınınca (1925) kardeşi Mühendis Abdurrahman ile birlikte taahhüt işlerine soyunurlar. Karabük Demir Çelik, İzmit Selüloz, Sivas Çimento ve Bursa Merinos gibi dev tesisleri kurar, yüklendikleri işlerden yüzlerinin akıyla çıkarlar. Ardından demiryolu ihaleleri alır mesela Sivas-Erzurum hattını (sadece bir yılda) tamamlar, ardından Afyon - Dinar, Fevzipaşa - Diyarbakır, Irmak - Filyos hatlarını (cem’an 1250 km) hizmete sunarlar. İşte bu yüzden Soyadı Kanunu çıkınca ona “Demirağ”ı uygun bulurlar. İstanbul Hali, Eceabad-Havza yolu gibi sayısız işe imza atan ikili, memleketi 50 çeşme ile donatıp (su getirmek için dağları yararlar) dua alırlar.
"İSTİKBAL GÖKLERDEDİR"
BAĞIŞLAMAKTANSA
O günlerde iktisadi gücümüz malumdur... Bütçemiz 200 milyon liraya bile varmaz. Eh bununla da ancak devlet çarkı döner, ordu filan donatılamaz. Silahlı kuvvetler tayyare ihtiyacını bağışlarla karşılar. Uçağın kuyruğuna elini cebine atan zenginin ya da para toplayan vilayetin adını yazarlar. Mesela Vehbi Koç kampanyaya 5 bin lirayla katılır, Abdurrahman Bey 120 bin lirayı çıkarıp önlerine koyar.
Neyse uzatmayalım, bizimkiler, döner dolaşır cömertliği ile tanınan Nuri Demirağ’ın kapısını çalarlar. Nuri bey “taşıma suyla değirmen dönmez” deyip noktayı koyar ve kimsenin aklına gelmeyecek bir teklif yapar. “Siz bana izin verin, memlekete hem tayyare fabrikası, hem pilot okulu, hava meydanı, havayolu ne lazımsa kurayım” der hedefini “büyük” tutar. Muhataplarının itiraz edecek halleri yoktur ya, “tamam o halde” der, el sıkışırlar.
Dost meclislerinde “Göklerine hakim olamayan milletler, değil zeminde sürünmeye, yerin dibinde çürümeye mahkumdurlar”, “Zafer kartalı süngünün ucundan kalktı, tayyare kanadının üstüne kondu” gibi parlak vecizeler söyleyen Nuri Demirağ aklını tayyare ile bozan bir mecnun değildir, o hesabını iş adamı gibi yapar.
İlk işi birkaç iş bilen mühendis ve becerikli teknisyeni peşine takıp Avrupa’daki fabrikaları gezmek olur. Almanya, Çekoslovakya ve İngiltere’ye uzanan turdan sonra kaliteli bir tayyare yapabileceklerine adları gibi inanırlar.

İLK UÇAK FABRİKASI'NI KURUYOR

Nuri Bey’e göre lisans alıp kopyacılıkla oyalanmaktansa kendi dizaynlarını ortaya koymalı ve “marka” olmalıdırlar. Zaten Batılılar teknolojik modelleri sır gibi saklar, sadece demode tiplerin montajı için işbirliğine yanaşırlar.
Halbuki bizim çocuklarımız daha iyisini de yapar, onlara fark atar. Yeter ki ellerinden tutsunlar.
Nuri Demirağ on yıllık bir program hazırlatır (1936). İlk işi Beşiktaş’ta (bugün Deniz Müzesi olarak kullanılan) merkez binayı yaptırmak olur ve burada “Ar- Ge” çalışmaları başlar. Hakiki fabrikayı Sivas Divriği’de kuracak, memleketin adını dünyaya duyuracaktırlar.
Bu teşebbüs Batılı sanayicileri telaşlandırır, Alman ve İngilizler tedbirlerini alırken, Amerikan Uçak İmalatçıları Birliği Başkanı Mr. Todd eteğini tuttuğu gibi İstanbul’a koşar..
Uzatmayalım, Nuri Bey Beşiktaş’taki araştırma binasında ilk uçağını yapmakta zorlanmaz. Ancak bunu test etmek için bir piste ihtiyaç vardır. Bu yüzden Yeşilköy’de Elmas Paşa Çiftliği’ni satın alarak, 1559 dönümlük arazi üzerine, 1000x1300 metre ebadlarında bir uçuş sahası açar. Kenarında uçak tamir atölyesi, hangarlar, filan...

GÖK MEKTEBİ
İstikbalin pilotları için hazırlanan Gök Mektebi ve 150 yataklı bir yurt binası da pistin yanında yer alırlar. Türk gençlerine havacılığı sevdirir, uçuş eğitiminin yanı sıra teknik bilgilerle de donatırlar. Eksiklerimiz var mı diye davet edilen Washington Notrdam Üniversitesi Havacılık hocası Prof. Brown “Türkler tayyarenin ne büyük bir servet ve kudret olduğunu iyi anlamışlar. Eğer bu gibi okullardan yetişen sivil tayyarecilerimiz olmasaydı, Cihan Harbinde sarf ettiğimiz gayretleri inkişafa muvaffak olamazdık” açıklamasını yapar.
Nuri Bey, bir taraftan Vecihi Hürkuş’a sponsor olurken, Selahaddin Alan’ı (Fransa’da ciddi bir eğitim almıştır) kadrosuna katar. İngilizce ve Almanca’yı da ana dili gibi bilen genç mühendis “Türk tipi” uçakların planını hazırlamak için gece gündüz masa başından kalkmaz. Ardından ustaları işçileri yönetir ve gıcır gıcır bir tayyareyi ortaya koyar.
Nuri Demirağ ellerini oğuşturup durur, içi içine sığmaz. Çelik kuşu hemen deneme uçuşuna alırlar. Pilot bizzat Selahattin Alan’dır ve rahatlıkla kalkar turunu tamamlayıp tekerlekleri meydana koyar.
Takdir edersiniz ki 30’lu yıllarda tayyare üreten bir adamın fazlaca müşterisi olmaz. Uçak bu, güllü lokum değil ki mahalle bakkalında satıla. Nitekim Nuri Demirağ’dan da mal talep edecek iki adres vardır. Biiir THK... İkiii THY.

GÖRÜNMEZ KAZA
THY, bir havayolu firması kurma hazırlığı içinde olan Demirağ’ı hasım görür, palazlanmasından hoşlanmaz. THK ise 65 planör ve 10 adet eğitim uçağı sipariş vermesine rağmen çamura yatar.
Nasıl mı? Şöyle: Selahaddin Alan’ın yaptığı eğitim uçağı Yeşilköy’deki tecrübe uçuşlarından alnının akıyla çıkar, THK idarecileri de bunun farkındadırlar. Aynı testlerin Eskişehir İnönü meydanında da yapılmasını arzularlar.
Selahaddin heyecan içindedir, bu işe de atlar, tayyareyi bizzat İnönü’ye götürmeye kalkar. Nuri Bey mani olamaz, “o işi pilotlara bıraksak” cümlesi ağzında donar. Genç mühendisin hevesini kıramaz. Halbuki o inşa tekniğinde usta olmasına rağmen iyi bir sürücü sayılmaz. Hepi topu beş on saat uçmuştur o kadar... Kaldı ki İnönü Hava meydanını bilmez, yönü yöreyi tanımaz. THK’nın meydanı da diğerleri gibi çimdir, hayvanlar piste girmesin diye dört bir yanına hendek kazarlar.
Olacak bu ya Mühendis Selahaddin İnönü’ye problemsiz ulaşır, lâkin yere “pistten önce” iner ve göz göre göre hendeğe yaklaşmaya başlar. Evsahipleri gözlerini yumarlar, nitekim olan olur bir çatırtı patırtıdır kopar. Kendisinden çok şey beklediğimiz mühendisimiz vefat eder, uçak enkaza çıkar.

ELİNDEN TUTULSA
Gönlü zaten yabancı uçaklardan yana olan THK, fırsatı kaçırmaz, siparişleri iptal eder, kapısını Türk müteşebbislere kapar. Nuri Demirağ “nerede isterseniz deneme uçuşu yapabiliriz” diye yırtınsa da muhatap bulamaz. Bilirkişi heyetinin lehte raporuna rağmen bu derin kurumla uğraşmak boyunu aşar.
Neyse mevzumuza dönelim Demirağ bu kez dış piyasayı tırmalamaya başlar, nitekim İspanya, İran, Irak ve Suriye’ye tayyare satar. Ama adamlara Türkiye’de neden satış yapamadığını bir türlü anlatamaz.
THK o hengamede bir Fransız firmasından üretimden kalkmış Henrio uçaklarını alır, bu demode külüstürler kısa sürede hurdaya ayrılırlar.
Elin oğlu müteşebbisinin önüne devletin imkanını koyarken bizde devlet, “var gücü ile” evladına çelme takar. Derken tenkidler tehdite döner, desteklerle kösteklerin oranı dayanılmaz olunca fabrikaya kilit vururlar.
Halbuki devrin önde gelen mühendislerinden Mehmet Kum “Dünyanın pek çok yerinde arkadaşlarım var ve bu uçaklarla binlerce saat uçuş yaptılar. Hiç birinin burnu dahi kanamadı. Ben bu uçaklarla 600 saatten fazla uçtum ve mesleğimi ortaya koyarak söylüyorum Dünya standartlarının üzerindedir” der ama Devletçi kafalar Fransızla anlaşır, Anadolu çocuklarına Fransız kalırlar.

TUHAF HESAPLAR
Türkiye’de üretilen ilk yolcu uçağı “Nu D.38 ilk şehirlerarası uçuşunu 26 Mayıs 1944 günü İstanbul’dan Ankara’ya yapar ve özel firma olarak sivil havacılıkta bir sayfa açar. Nu D.38 saatte 325 kilometre hız yapabilmekte ve 1000 km uçabilmektedir. Kaldı ki istendiğinde fevkalade bir bombardıman ve avcı uçağına dönüşebilir. Ancak onun da karşısına bürokratik barajlar çıkar.
Nuri Bey ister istemez bildiği işe döner yine inşaat ve teahhüd işleri kovalar. Daha o yıllarda mükemmel bir Boğaz Köprüsü projesi hazırlayıp devletlülerin önüne koyar. Bu projeye bin bahane ile karşı çıkar, köy imar planlarını ise sümen altı yaparlar. Yine onun hayallerinden olan “Mesude Demirağ Doğum Hastanesi” belediyeden “çok büyük olduğu için” (!) onay alamaz. Halbuki bu proje için devletten kuruş istemez, sadece 17 doğum yapıp vefat eden bir Türk anasının adını yaşatmaya bakar. Demirağ’ın Milli mücadeleye bizzat katılması önemli değildir o devirde CHP’li olmayanı “sakıncalı” sayarlar.

ADRES POLİTİKA’YA
Malum İsmet İnönü hırslı bir liderdir, karşısına çıkana hiç acımaz. Nuri Beyin yükselişinden de rahatsız olur ve gardını almaya bakar. Çünkü o günlerde siyaset sahnesi inişlere çıkışlara gebedir, sürpriz isimler büyük patlamalar yapabilirler ki Paşa buna katlanamaz.
Nitekim CHP’li bürokratlar işareti alır, önce Yeşilköy’ü istimlak eder, ardından Gök Okulunu kapatırlar. Yurt dışı talepleri hâlâ vardır ama ihracatı zorlaştırır, müşterileri bıktırırlar.
Nuri Demirağ “Memlekete meydan, mektep, fabrika, hastane kazandırmak bana mı kaldı, çekilir kenara, paramı yerim” demez. Benzer tıkanıklıklara son vermek için “Milli Kalkınma Partisi”ni kurar, Halkçıları halka şikayet etmeye başlar (1945).
Bu arada siyasete de renk getirir, dinleyicilere kebap ekmek dağıttığı için gazeteciler MKP’yi “Kuzu partisi” diye alaya alırlar. Haddi zatında politika onun gibi dosdoğru insanların işi değildir, hasımları bolkepçeden atıp tutarken o ütopik vaadler vermekten kaçar.
Kaldı ki siyaset ekip işidir bir Nuri Demirağ bin sandığın başında duramaz. Rey çalmaktaki engin tecrübesiyle tanınan CHP militanlarıyla aşık atamaz.
Nuri Demirağ bir sonraki seçime Demokrat Parti saflarında katılır ve Sivas mebusu olur. Ancak meclise girmenin her şeyi çözmediğini anlar. Elinde kalan uçakları kilo hesabı hurdacılara satar ve defteri kapar. Nuri Demirağ’ın başına gelenler havacıları derinden yaralar, yatırıma niyetlenenler ayaklarını denk alırlar.
İRFAN ÖZFATURA Türkiye