Sayfalar

2 Kasım 2021 Salı

Saz Kopuz'dan Türemiş Olamaz

 





Türkiye’de yaygın olan bir görüşe göre, saz kopuzdan türemiş bir çalgıdır ve bu nedenle kopuz sazın atası sayılır. Bu söylemler bir araştırmanın sonunda ortaya çıkan verilere dayanmaz. Bazı kaynaklar sazın kopuzdan türemediğini, Orta Asya’da kopuz ve sazın çok uzun süre aynı zamanda ve yan yana varolduğunu gösteriyor. Örneğin; Moğolistan’da 2008 yılında N.Dandar adlı bir çoban bir mağarada 1500 yıllık, yani beşinci yüzyıldan kalan bir saz bulmuştur. Moğollar bunun “devekopuzu” dedikleri bir Moğol çalgısı olduğunu sanmışlarsada Gumilev Avrasya Üniversitesi Türkoloji ve Altayoloji Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Karjavbay Sartkojauli bu çalgının sapındaki “Hoş bir ezginin sesleri insanı mest eder” runik Türk yazılarını görünce bunun Moğolların değil, Türk halklarının sazı olduğunu anlamıştır. Bulunan çalgının karnında bir geyik resmi vardır ve sapının ucu da bir geyiğin başını andırmaktadır. 


Mağara duvarlarında, Orta Asya ve Sibirya’daki Türk halklarının şaman davullarında da geyik resimleri görülür (Erdener 2006: 313-328). 1500 yıllık saz, kopuz gibi zaman zaman belki de şaman ayinlerinde de kullanılıyordu. Nitekim, Abdülkadir İnan Tarihte ve Bugün Şamanizm adlı kitabında bazı Türk kavimlerinin tüngür [şaman davulu] yerine saz ya da kopuz kullanıldığını yazıyor. Onbirinci yüzyıl başlarında yaşayan İranlı tarihçi Mahmud Gardizi de Yenisey'deki Kırgızların şaman ayinlerinde davul yerine saz kullandıklarını belirtiyor (İnan 1972: 93). Görülüyor ki saz ve kopuz aynı coğrafyada ve aynı yıllarda benzer ortamlarda kullanılmaktaydı.


Günümüzde Anadolu’da yaygın olan sazın Orta Asya’da birçok türleri vardır. Buna örnek olarak Özbek ve Türkmenlerin öteden beri kullandıkları ‘dutar’; Kırgızlar’ın ‘komuz’; Kazak, Karakalpak, Nogay ve Türkistan halklarının çaldıkları ‘dombıra’ sayılabilir. Türkler Anadolu’ya gelirken kuşkusuz ki hem kopuz, hem de saz benzeri çalgılardan bazılarını beraberlerinde getirmişlerdir. Fakat Türklerin gelişinden yaklaşık 1000 yıl önce iki telli, tezene ile çalınan, orta uzunluktaki kolu üzerinde perdeleri olan, sapından püskülüne kadar bugünkü saza çok benzeyen bir çalgının Mezopotamya ve Anadolu’da yaygın olduğu biliniyor. Millattan 1300-1400 yıl önce Alaca Höyük’te taş kabartmalar üzerinde bu çalgıyı çalan kişinin sazı kemerine taktığı görülür (Layard 1984: 516).


Yabancı kaynaklarda “lute” diye sözü edilen bu çalgının büyük bir olasılıkla ilk kez Mezopotamya’daki tapınaklarda kullanıldığı daha sonra etrafa yayıldığı ve müzisyenler tarafından kralları ve insanları eğlendirmek için çalındığı öne sürülüyor (Layard 1984). Friedrich Ellermeier ve Wilhelm Stauder de bu çalgının milattan 2000 yıl önce ilk kez Mezopotamya’da görüldüğünü belirtiyor. Ellermeier ise saza çok benzeyen çalgının göçebe Sami’ler tarafından geliştirildiğini ve kolayca taşınabildiği için bir açık hava çalgısı olduğunu ileri sürüyor (Turnbull 1972: 58-66).


Taş kabartmalar üzerindeki saza benzeyen çalgılar aşağıdaki müzelerde ve Louvre müzesi kataloğunda görülebilir: 1- Louvre müzesinde Larsa’da bulunan taş kabartmada iki kişi yuvarlak bir davul ve saz tutmakta; 2- Bağdat’taki müzede Mari’den iki figür üç telli saz çalmakta; 3- Philadelpia’da Nippur’dan alınan taş kabartmada bir çoban saz çalmakta; 4- yine Nippur’da bulunan başka bir taş kabartmada bir figür sağ eliyle saz tutmakta, sol elinde ise kısa bir çubuk görülmektede; 5- Berlin’deki Önasya Müzesinde bir kabartmada iki kişiden biri saz diğeri ise dağda yaşayan insanların kullandığı bir lir çalmakta; 6- Paris’te Louvre Müzesindeki bir katalogda (Catalogue des cylindres orientaux du Musee du Louvre) bir saz ve bir de dağ insanlarının çaldığı lir görülmektedir (Turnbull: 61-62). Özetle, saz benzeri bu çalgının Türkler Anadolu’ya gelmeden çok önce Mezopotamya ve Ön Asya’da uzun bir süreden beri bilinmekte ve çalınmakta olduğunu söyleyebiliriz (Yıldırım ve Sipahi 2006: 106).


Mahmut Ragıp Kösemihal İstanbul Sultanahmet’te yapılan kazıda bulunan Bizansa ait çini resimlerinden birinde sakallı bir insanın kopuza benzer bir çalgı çaldığını görmüş ve kopuzun İstanbul’un fethinden önce Bizans’a geldiğini ileri sürmüştür (1939: 264) Oysa ki milattan 2000 yıl önce saz görünümündeki bu çalgıların bazılarının göğüs kapağı kopuz gibi deri ile kaplanırdı (Turnbull: 62). Bu nedenle Sultanahmet’teki çini üzerindeki çalgının kopuz olması düşük bir olasılıktır.


Türkler’in kopuzu çeşitli ortamlarda çaldığı biliniyor ama nedense kaynaklar Anadolu’nun geri kalmış kırsal kesimlerinde yaşayan ozanların kopuz çaldıklarından hiç söz etmiyor. Eğer bu ozanlar kopuz çalsalardı kentlere göçerken beraberlerinde kopuzu da götürmüş olmaları gerekirdi. Onüç ve ondördüncü yüzyıllarda tekkelerde yatıp kalkan bu yeni tip kent ozanları mistisizmden, tasavvufi fikirlerden büyük ölçüde etkilenirler ve tarikat şairlerinin Tanrı’ya olan aşkından esinlenerek kendilerine “aşık” derler. Kalem şairleri ve Anadolu’da yaşayan eski meslekdaşlarından (ozan) uzak durmaya çalışan bu aşıklar deyişlerini kopuzla değil, sazla çalıp söyledikleri için onlara “Saz Şairleri” adı verilmiştir. (Köprülü 1962: 28-38)


Sazın kopuzdan türemediğini, kopuzla aynı ortamlarda kullanıldığını aşağıdaki örneklerden de anlıyoruz. Alevi-Bektaşi edebiyatının kurucusu sayılan ve Ondördüncü yüzyılın ikinci yarısı ile Onbeşinci yüzyılın ilk yarısında yaşadığı sanılan Kaygusuz Abdal’dan sazın iki telli bir çalgı olduğunu öğreniyoruz:


Otuz kopuz, kırk çeşte, elli ıklığı rebab


              Hub çalınsın odada iki telli saz ile.


Kaygusuz Abdal, bir başka deyişinde de “tanbura” çaldığını söyler:


             Ben çalarım tanbura


             Giyinirim tenure.


            (Özdemir 1993:16)


“Tanbura” günümüzdeki tanbur’a benzeyen bir çalgıdır ve Hindistan’dan Balkan’lara kadar olan geniş bir coğrafi alanda çeşitli adlarla anılır. Tanbura perdeli ya da perdesiz olabilir, saza çok benzer ve tezene ile çalınır. Kaygusuz Abdal’dan yaklaşık bir asır sonra yaşayan ve Alevilerin yedi büyük şairlerinden Pir Sultan Abdal da deyişlerinden birinde tanburası ile konuşur:


             Gel benim sarı tanburam


             Sen ne için inilersin?


(Gölpınarlı 1969: 63)


Yukarıda sözü edilen ve ondört ve onbeşinci yüzyıllarda yaşayan Alevi-Bektaşi edebiyatının önemli temsilcileri kopuzdan değil, saz ailesinden olan ve saza çok benzeyen tanburdan söz etmektedirler. Belli ki kopuz giderek ortadan yok olmaya başlamıştır çünkü Türk insanı duygu ve coşkunluklarını “tanbur”, “şeştar”, “saz” ve “tanbur” gibi çalgılarla daha iyi ifade edebileceğini anlamıştır. Müzik tarihinde çöğür, çığırtma, miskal, ıklığ, ladres gibi daha birçok çalgı kopuz gibi ortadan kaybolmuşlardır. Kopuzun ortadan yok olmaya başladığını Onaltıncı yüzyılda yaşamış kimi şairlerin dizelerinde de görmek mümkündür. Örneğin; Ziyai, kopuzun meclisten götürülmesini ister:


         Eşk mey nalelarüm bezm-i gama saz yeter


         Mest-i cam-ı ezelem Zühre götürsün kopuzu.


Mesihi kopuzun yerini tanbura, Nev’i ise şeştara bıraktığını söyler:


Bozılup sohbeti götürdi ayağı saki


Üzilüp gerdem götürdi kopuzı tanbur. (Mesihi)


 


Götürüp mihr-i felek bezm-i cihandan kopuzı


Başladı çalmağa şeşta yine halk-ı alem. (Nev-i)


(Keskin 2008: 85-87)


Saz ve kopuz görünüşte, çalınışta, çıkardıkları seste ve gerekse yapılışlarında birbirine çok benzemeyen iki ayrı çalgıdır. Biri kabak kemane (rebab) ya da viyolonsel gibi dikine tutulur ve yayla çalınır, göğüs kapağı deri ile kaplanır. Diğeri ise yatay olarak ve tezene ile ya da parmakla çalınır. Moğolistan’da 5.ci yüzyıldan kalan saz ve Orta Asya’da Türk halkları tarafından kullanılan dutar, komuz, ve dombira gibi çalgılar da sazın kopuzla yanyana varolduğunu açıkça göstermektedir. Türkler Anadolu’ya gelmeden bin yıl önce yaygın olan saza çok benzer çalgılar da kopuzdan türememiştir. Türk halkının coşkusunu, göz yaşını ve tüm duygularını daha iyi ifade eden saz ve diğer çalgılar giderek kopuzun yerini almışlardır.


YILDIRAY ERDENER

Etnomüzikoloji ve Halk Bilimi


 


Kaynakça:


Erdener, Yıldıray. “Sibirya’daki Türk Halkları Arasında Şaman Davulunun Simgesel Anlamı,” Türkiye’de Müzik Kültürü, Editörler: Oğuz Elbaş, Dr. M. Kalpaklı, O. Murat Öztürk, F. Tansuğ. İstanbul: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.


Gölpınarlı, Abdülbaki. Pir Sultan Abdal. İstanbul: Varlık Yayınevi.


İnan, Abdülkadir. Şamanizm. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.


Keskin, K. Neslihan. “Dede Korkud’un Kopuzundan Osmanlı şiirindeki Aşkın Kopuzuna” Turkish Studies, International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic. Vol.3/1 Winter.


Köprülü, Fuat. Türk şaz Şairleri, Ankara: Güven Basımevi.


Kösemihal, Ragıp. “Kopuza Dair” Oluş, Ankara, Nisan 1939, Cilt I sayı 17.


Layard, L “Laute” Music and Civiization: Essays in Honor of Paul Henry Lang. New York: Norton, c 1984.


Özdemir, Ahmet. Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, İstanbul: Veli Yayınları.


Turnbull, Harvey “The Origin of the Long-necked Lute” The Galvin Society Journal, Oxford, England.


Yıldırım Tayfun ve Tunç Sipahi. “Kabartma Vazolarında Müzik Tasvirleri” Türkiye’de Müzik Kültürü. Editörler: O.Elbaş, M. Kalpaklı, O.M. Öztürk, İstanbul: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2006, sayfa 106.

14 Ağustos 2021 Cumartesi

İNSANIN ETNİK KÖKENİ

İNSANIN ETNİK KÖKENİ: Türklerin etnik kökenleri incelenirken "ırk" değil; Türk kültürü, Türk ahlakı ve Türklük hissi en önemli faktörler olarak ele alınmalıdır.İNSANIN ETNİK KÖKENİ | IRK MI, ORTAK DEĞERLER Mİ?
www.kenanyelken.com
(Alıntıdır. Çok Tşk.Ederim)

Merhabalar,
Yazılarımı başından itibaren takip eden okuyucularımdan bazıları şunu soruyor; Göbekli Tepe ile başladın konuyu nerelere getirdin?
Doğrusu konuyu ben getirmiyorum, kendi kendine başka mecralar gidiyor. Ve ayrıca tarih ışığında yazdığım yazılarda yer alan bilgiler de Göbekli Tepe’yi besliyor. Sadece hepsini aynı platformda bir araya getirmek gerekiyor.
Çünkü mitoloji, tarih, destanlar, arkeoloji, piktogramlar, çivi yazıları, mezar buluntuları.. hep birbirini besleyen ve tamamlayan olgular. Gerçeğe veya “kendi doğrumuz”a ulaşabilmek için hepsini incelemek gerekiyor.
Gelelim bugünkü konumuza..
Türk Tarihini, bu tarihin herhangi bir bölümünü ya da Türk kültürünü incelemek için yola çıkarsanız, karşınıza çıkan ilk soru şu olacaktır; Türklük bir ırk mıdır, soy mudur?
Konuya size bir soru sorarak başlamak istiyorum.
Ben diyorum ki, şu anda dünya üzerinde yaşayan yaklaşık 8 milyar insan aynı ırka mensuptur.
SORU : Siz bu düşünceme katılıyor musunuz? (şimdi bu soru üzerinde 30 saniye düşünün ve okumaya öyle devam edin lütfen)
Tahmin ediyorum ki, birçoğunuz bu soruya “Tabii ki katılmıyorum.. bir çok ülke, halk, dil, kültür, inanç, millet, benlik, gelenek, adet, görenek vb. var. Hepsi aynı ırktan gelmiş olamaz” dediniz.
Peki o zaman ikinci soru; Adem ile Havva’dan türediğimize inanıyor musunuz?
Eminim (biraz da dinsel öğretiler dolayısı ile) bir çoğunuz buna “evet” yanıtı verdiniz.
Peki o zaman soru üç; birinci ve ikinci soru arasında fark var mı?
BİR MİLLETİ BİR ARADA TUTAN OLGU NEDİR?
¤ Irk, genellikle kendine özgü kalıtımsal özellikleri olan, biyolojik olarak diğerlerinden ayrılan grup olarak düşünülebilir.
¤ Soy ise kan bağı ile birbirine bağlı olan veya aynı kan bağından gelen insanları ifade etmek için kullanılır.
¤ Bilim adamlarına göre; her ne kadar iki kavram birbirinin aynısı gibi görünse de, ırk daha geniş anlam ifade eden ve “soy”u da içine alan bir tanımlamadır.
¤ Fakat günümüzde tam olarak saf bir ırk bulmak imkansız gibidir. Belirli alanlarda benzer fiziksel özellikler taşıyan halklardan bahsedebiliriz ve bunu da “ırk” olarak tanımlayabiliriz.
¤ Bu nedenle son yıllarda toplumların etnik kökenleri ile ilgili araştırmalar “ırk” ve “soydaşlık” kavramları üzerine yoğunlaşmıştır.
¤ Günümüzde milletleri bir arada tutan olgunun ırktan ziyade “ortak kültür” olarak algılanmaya başlanması, “biyolojik anlamdaki ırk” kavramının sorgulanmasına neden olmuştur.
¤ Ancak son 20 yıldır genetik bilimindeki inanılmaz gelişmeler, olaya bambaşka bir boyut getirmiştir. Artık insan genomunun daha yakından incelenmesi ile bilim adamlarının birçoğu, biyolojik açıdan insanlar arasında ırksal farklılıklar olmadığına inanmaktadırlar.
* Orhan ATALAY “Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama” isimli eserinde şöyle der; “Irk, tarihe geçmiş olaylarla şartlandırılmış algılarımızın ürünü olan sosyal bir kurgudur. Hiçbir biyolojik geçerliliği yoktur.”
* İnsan Genomu Projesi’ni yürüten Celera Genomica Şirketi’nin başkanı J.Craig VENETR ve National Institues of Health’de çalışan bilim adamları, insan genomunun tüm dizisinin taslağını bir araya getirdiklerini ve sadece tek bir insan ırkı olduğu sonucuna vardıklarını belirtmektedirler.
* Washington Üniversitesinden Biyoloji Profesörü Alan TEMPLETON ise, farklı halklardan insanların DNA’larını analiz ettiklerini ve “bu sonuçlara göre insanlığın birbirinden gerçekten farklı alt gruplara bölünmesi gibi bir şey söz konusu değildir” sonucuna ulaştıklarını dile ifade etmektedir.
* Genetikçi Luca SFORZA, Paolo MENETTI ve Alberto PIAZZA “İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası” adını verdikleri kitaplarında “boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden sorumlu genler hariç tutulursa, insan ırkları derilerinin altında olağanüstü benzerlerdir” demektedirler.
TÜRKLERİN TİPİ (DIŞ GÖRÜNÜŞÜ) :
¤ Tarih boyunca Türk ırkını tanımlamak için çok farklı tasvirler yapılmıştır. Çin, Yunan ve Latin kaynaklarında daha çok Moğol tipinde yani sarı renkli ve dolikisefal (mongoloid tipinde) tasvir edilmişlerdir.
¤ Bunun nedeni tarih boyunca Türklerin en çok Moğollarla yakın temasta olmasının etkisi olduğu açıktır. Ancak Türkler ile Moğollar arasında dil birliği olmadığı gibi, arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulara göre bir soy bağı da bulunmamaktadır.
¤ Ancak son 50 yılda yapılan araştırmalar Türklerin sarı değil beyaz ırka mensup olduklarını ve dolikisefal değil brekisefal olduklarını bilimsel olarak ortaya koymuştur. ¤ Dolayısı ile Türklerin en belirgin özellikleri beyaz ten, düz burun, yuvarlak çehre, hafif dalgalı saç ve orta gürlükte sakal-bıyıktır.
¤ Meydan Larousse’ta “Türk ırkı” şu şekilde tarif edilmektedir:
Kafatası biçimi bakımından “brekisefal” nitelik gösterirler. Yüz genellikle geniş ve düz görünümdedir. Kaş kemerini meydana getiren kemik düz olarak gelişmiştir. Göz çukuru nispeten dar ve küçük olmakla birlikte, mongoloid ırkta olduğu gibi göz kapağı gergin ve çekik değildir.
Türkler badem gözlüdür. Göz rengi çeşitlidir. Elmacık kemiği gelişmiş olmakla birlikte çıkık değildir. Kulaklar yatıktır. Sakal ve bıyık ne gür ne de seyrektir. Saç, sakal ve bıyık renkleri açık kumraldan siyaha kadar çeşitlilik gösterir.
GENETİK KALITIM MI ÖNEMLİDİR, KÜLTÜREL ORTAKLIK MI?
¤ Türkler tarih boyunca en fazla “etnik karışım”a uğrayan millet olmuşlardır, çünkü “etnik saflıklarını” kaybetme gibi bir kaygıları olmamıştır. Türkler için önemli olan töreleri, gelenekleri kültürleri ve ahlaki değerleridir.
¤ Dolayısı ile Türklerin etnik kökenleri incelenirken biyolojik bir incelemeden ziyade kültürel birlik ve benzerlik esas alınmalı, “Türk kültürü”, “Türk ahlakı” ve Türklük hissi” en önemli faktörler olarak değerlendirilmelidir.
¤ Çünkü Türklük, birkaç özellikle sınırlanan bir ırk tarifinden çok daha zengin bir kültürel birikimdir.
¤ Ömrünü Türklük üzerine araştırmalara vermiş, ancak esas mesleği İnşaat Mühendisliği olduğu için araştırma sonuçları Tarihçi ve Arkeologlar tarafından kabul görmeyen ve hatta yazdığı kitaplarını bastıracak yayınevi bile bulamayan rahmetli Kazım MİRŞAN’a göre Türk Tarihi MÖ 35.000’lere dayanır.
* Kızılderililerin ataları olan Ön Türklerin (MÖ 20.000-12.000 arasına tarihlenen son buzul çağının sona ermesinden ve eriyen buzul sularının Bering Boğazını yaratmadan önce yani halen kara iken) Amerika kıt’asına geçtiği kabul edildiğine göre, Kazım MİRŞAN’ın iddia ettiği tarih kabul edilebilir.
* Amerikan Kızılderililerinin hala Türk Şamanlığı’na ait uygulamaları sürdürmekte oldukları gerçeğinden hareket edecek olursak, bu tarihlemenin doğru olduğu görülür. Türklerle ilgili bağını rahatlıkla görebiliriz.
* Dildeki benzerlikle bu bağlantıyı daha da güçlendirir; iki dil arasında 400’den fazla ortak ve aynı anlama gelen kelime bulunmaktadır (bu da başka bir yazının konusu olabilir)
¤ İşte bu tarihten itibaren Ön Tükler adını verdiğimiz topluluklar ve müteakiben Türk devletleri tüm dünyaya yayılmış, farklı halk ve kültürlerle kaynaşmış; hem kültürleri, hem inançları, hem de medeniyetleri ile tüm dünyayı etkilemişlerdir.
¤ Ancak bugün ari bir ırktan söz etmek hemen hemen imkansızdır. Çünkü toplumlar ve halklar binlerce yıldır birbirine karışmıştır ve hala da karışmaktadır.
¤ Ancak arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular göre; Amerika, İspanya, İtalya, Çin, Orta Asya, Mısır, İran gibi hemen tüm devlet ve medeniyette Türklerin hem tarihi, hem kültürel, hem de kalıtımsal izleri vardır.

¤ Bunları yaratan Türk halkları ise;
* Küçük Asya’da (Anadolu’da) kurulmuş Türk Devletleri ve toplulukları; Pelasglar, Etrüskler (Turskalar), Aslar (Alanlar), Karlar (Kayralılar), Mysialılar (Misyalar), Likyalılar (Lukkalar), Galatlar (Keltler veya Kelatlar), Hattiler, Hurriler (Subarlar), Sümerler, Mittaniler, Urartular, Lidyalılar (Lidler), Gaşgalar (Kaskalar), Troyalılar, Frigyalılar, Amazonlar ve Pontuslular’dır.
* Ön Asya’da kurulanlar ise; Hiksoslar, Kaslar (Kassitler), İsinler (Esenler), Lulubiler, Gutiler, Elamlılar, Medler (Kayaniler) ve Partlar’dır.
¤ Bu Türk devlet ve toplulukları, haritalarda görüldüğü şekilde tüm dünyaya yayılmışlardır.
¤ Şu da bir gerçektir ki; Türkler yüksek medeniyete sahip devletler inşa ederken ve hayat sürdürürken, çağdaşları olan diğer toplumlar hala mağaralarda ve ağaç kovuklarında yaşamlarını sürdürmekteydi.
¤ Bugün dünya üzerindeki hemen tüm medeniyet, kültür ve inançlarda Türklerin izi vardır. Örneğin Kızılderililer ile Orta Asya halklarının DNA’larının benzerlik oranı % 99,2’dir.
¤ Başka bir önemli örnek olarak Etrüskler verilebilir. Tüm Batılı bilim adamları kabul etmektedir ki, Avrupa medeniyetini Etrüskler kurmuştur. Bundan kimsenin şüphesi yoktur. Asıl sorunsal Etrüsklerin kim olduğu ve nereden geldiğidir.
* Batılı bilim adamları Etrüskleri Yunanlılara bağlamaya ve bu noktadan hareketle Avrupa Medeniyetinin Yunan kökenli olduğunu iddia etmeye çalışırlar. Ancak bu, yazımın başlangıcında belirttiğim gibi çarpıtılmış bir gerçektir.
* Gerçek olan, tarihi ve arkeolojik bulgularla ve hatta DNA örnekleri ile kanıtlanmış bir gerçek vardır ki; o da Etrüsklerin bir Türk kolu olduğudur.
¤ Türklerin Amerika’daki izlerinden bir nebze bahsettim, Avrupa’ya da baktık. Hadi gelin bir de Asya’yı inceleyelim. Ve işte Sümerler.. onlardan bahsetmeden olmaz.
* Neyse, Sümerleri bu yazıya sıkıştırmak doğru olmaz.. bunu başka bir yanını konusu yapmak gerekir. Tabi öncesinde Etrüskler de var. Yani yaz yaz yaz… daha çok şey var yazılacak.
SONUÇ :
¤ İster evrim teorisine inanın, isterseniz Adem ile Havva’dan türediğimize… Genetik ile uğraşan bilim adamlarının da “bilimsel” olarak kanıtladıkları gibi, başlangıç noktası tektir. Ve belki de dünyada yaşayan tüm insanlar “Türk ırkı”ndandır.
¤ Türk tarihinin günümüzden on binlerce yıl öncesine kadar uzandığını, Avrupa medeniyetini Türklerin kurduğunu, Türk dilinin dünya dillerinin oluşumundaki rolünü, Türk kültürünün Batı kültürünü nasıl etkilediğini, dünya üzerinde çok geniş bir coğrafyada bugün 200 milyon civarında “Türk” nüfusun bulunduğunu, Oğuzları, Göktürkleri, Hunları, Sümerleri bir arada tutan değerleri bilmek ve buna sahip çıkmak ırkçılık değildir.
¤ İnsanın tarihini, kültürünü, dilini, etnik kökenlerini bilmesi “kimliğini” bilmesi demektir.
¤ Orta Asya’daki, Afrika’daki, Anadolu’daki, Avrupa’daki ve hatta Amerika’daki farklı kültürlerde, bu bölgelerde konuşulan dillerde ya da çıkarılan arkeolojik bulgularda Türk kimliği ile karşılaşmamak neredeyse imkansızdır.
¤ Ancak Türkiye’de yaşayan Türklerin (yıllardır bilinçli olarak sürdürülen niteliksiz eğitim politikaları nedeniyle) araştırmaya pek yatkın olmaması, Türk Tarih ile ilgili yazılı kaynakların başka devletler tarafından geliştirilmiş olması, bizleri ister istemez bu kaynaklara başvurmak zorunda bırakmaktadır.
¤ Bugünün Türkiye’sinde üniversite sınav sonuçlarına göre tarih ve arkeoloji, gençlerimiz tarafından en az tercih edilen “son şeçenek” olarak değerlendirilen bölümlerdir.
¤ Oysa ki araştırmaya meraklı, yüksek puan alan ve zeki gençlerimizi çeşitli teşviklerle bu alanlara yönlendirmeli, özgün araştırma ve yayınlarımız ile Türk ve Türklük Tarihi’ni yeniden yazmalı ve (gerçekleri bilen ancak inkar eden) dünyaya kabul ettirmeliyiz.
¤ ATATÜRK tarafından kurulan ve fakat bugün amacından sapmış olan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunu, gerçek kuruluş amaçlarına uygun olarak yapılandırmalı, çalıştırmalı ve üretken kılmalıyız.
¤ 
Türklük, ırkça nereden geldiğini bilmekten ziyade, kişinin kendisini nereye ait olduğu ile ilgilidir.
¤ Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ulaştığı benzer sonuç nedeni ile özetlediği gibi
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE !


20 Mayıs 2021 Perşembe

ATATÜRK'E BİR GÜN SORARLAR...

 



Paşam her zaman Türklük üstüne birşeyler söylüyorsunuz ancak Türk kimdir? Derler.

Ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK bana bir kağıt kalem verin der ve yazmaya başlar.


TÜRK KİMDİR?


BU MEMLEKET DÜNYANIN BEKLEMEDİĞİ ASLA ÜMİT ETMEDİĞİ BİR MÜSTESNA MEVCUDİYETİN YÜKSEK TECELLİSİNE, YÜKSEK BİR SAHNE OLDU.

BU SAHNE EN AŞAĞI YEDİBİN SENELİK BİR TÜRK BEŞİĞİDİR.

BEŞİK TABİATIN RÜZGARLARIYLA SALLANDI.

BEŞİĞİN İÇİNDEKİ ÇOCUK TABİATIN YAĞMURLARIYLA YIKANDI.

O ÇOCUK TABİATIN ŞİMŞEKLERİNDEN, YILDIRIMLARINDAN, KASIRGALARINDAN KORKAR GİBİ OLDU SONRA ONLARA ALIŞTI.

ONLARI TABİATIN BABASI TANIDI, ONLARIN OĞLU OLDU.

BİRGÜN O TABİATIN ÇOCUĞU TABİAT OLDU, ŞİMŞEK, YILDIRIM, GÜNEŞ OLDU, 

TÜRK OLDU.

TÜRK BUDUR

YILDIRIMDIR, 

KASIRGADIR, 

DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİR.


NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE !


Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK


"Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: 

"Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemişti, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz. Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir". 

Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milleti'nin nefesinin sönmeyeceğini onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur! (1935).'' 

GAZİ MAREŞAL MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

21 Nisan 2021 Çarşamba

İNKA, MAYA, AZTEK VE TÜRK ORTAK KÜLTÜRÜ

 



Asya’da uygarlık yaratan Türkler ile Amerika kıtasında yaşayan eski uygarlıklar Maya- Aztek- Olmek uygarlıkları arasında sembollerle başlayan benzerlik, bir sürü konuda şaşırtıcı noktalara ulaştı.


Asya’da Hitit Güneşi olarak bilinen semboldeki TENGRİ (yani evrenin her yerindeki tanrı) ile Maya ve Aztek tanrısı Quetzalcoatl ‘ın sembolü arasındaki benzerlik karşılaştırmaya değer. Hele bu tanrının adını “kutsal katlı” olarak okuduğumuzu düşünürsek anlamsal ve sembolik benzerlik iyice artar. (Kutsal katlı, Tengri ile aynı anlamdadır)


Maya ve Aztek tanrı isimlerinde Türkçe ile başka hoş benzerlikler de mevcuttur.


Chac: Yani “Çak” Mayaların yıldırım ve şimşek tanrısıdır. Çak şeklinde okunan bu sözcük halen bile dilimizde “Şimşek çaktı” şeklinde varlığını sürdürmektedir.


KinichAhau: Maya güneş tanrısıdır. Kinich veya Küniş, Türkçe “Güneş” kelimesi ile neredeyse birebir aynıdır. Eski Türk inancında “Künhan” Güneş-Han adı kutsal güneşe verilen isimlerden biridir. Ahau ile Han sözlerinin yakınlığı ise dikkat çekicidir.


Xiuhtecuhtli: ateş ve zaman tanrısıdır, çifte göreve sahiptir ve çifte kutlu olarak okunabilir.


Tezcatlipoca: Tez = hızlı, Katlı = Kat eden (hareket eden) ve B den P ye dönüşümle Bora sözü “poca” şeklini almış olabilir. Tezkatlıbora rüzgâr tanrısıdır.


Xochiquetzal: Güzellik ve çiçek tanrıçası idi. Burada “quetzal” sözünün kutsal olduğunu Xochi’nin çok olduğunu kabul edersek bu durumda “Çokkutsal” adı ortaya çıkmış olur.


Aşağıda sıralanan Kızılderili dilinde kullanılan kelimeler ile Türkçe arasındaki benzerlikler gerçekten dikkat çekici.


Yat-kı: yatılan ev

Tamazkal: Hamam, temiz kalmak

Yanunda: yanında

T- sün: uzun

Misssigi: Mısır

Tepek: tepe

Hu: selam

Türe: töre

Tete: dede

Atış-ka: ateş

Aş- köz: yemek

Yu: su

Yu-mak: yıkamak

Köç: göç

Tekun: tekin

Atağ: ata

Yaşıl: yeşil

Çakira: çakır

Kün: Gün

Atapaskan: Kızılderili kabilesinin adı

Ata-Hualpa: Son Maya kralının adı

Kalakmul, Uaxactun, Kopan: Maya şehirlerinin isimleri


Kızılderili kelimeleri ile Türkçenin karşılaştırıldığı bu birkaç örnek dışında Fransız dilbilimci Dumesnil, Kızılderililerin kullandığı 320 kelimenin Türkçe ile aynı olduğunu tespit etmiştir. Tarihçi Ord.Prof. DenisSinor’ un araştırmalarına göre, töre, kültür, inanış, din, semboller, dil ve gelenekler arasında çok ciddi benzerlikler mevcut. Bazı bilim adamı ve tarihçilere göre genetik incelemelerde de ciddi kanıtlar tespit edilmiştir. (Gen araştırmaları etiklik açısından genellikle gizli yapıldığı için kaynaklarımız sınırlı ne yazık ki.)


Tarihteki araştırmalara göre Kızılderili gelenekleri ile Türk gelenekleri arasında aşağıda listelenen benzerlikler tespit edilmiştir.


Tork isimli, hilal şeklinde kolyeyi tıpkı Torkom’lar gibi Bozok kabileleri olan sarışın Kızılderili kabilelerinden Navajo’lar, Şanı’lar, Ocibya’lar kemikten yapılmış olarak boyunlarına takmaktadırlar. Bu “Tork”ları, Çokta Kızılderilileri hilalin ortasına yıldız koyarak göğsü kaplayan geniş bir Ay yıldız kolye olarak kullanırlar.


Mayalar kendi dillerine aynı bizim ifademizle Mayanca demektedirler. Maya’ların Orta Amerika’daki önemli yerleşim yerlerinden olan “Yuka-tan” isminin Türkistan’ın Yok-Tan bölgesinden gelme olduğu anlaşılmıştır. Bu bölge Sümer Türklerinin Mezopotamya’ya göçmeden evvelki yerleşim sahası idi…


Bir diğer Maya lehçesinde BİZ için OGH sözcüğü kullanılıyordu. Bu sözcük de Ön-Türkçe’dir. Çünkü, Asya kökenli Türk boylarına On-OK , Boz-Ok, Üç-Ok dendiğini biliyoruz. Buradaki OK sözcüğü BİZ demek olup topluluk ve boy anlamını aktardığı gibi, yönetici kişinin de kendine OKH olarak hitap ettiğini görüyoruz. Kızılderili yöneticiler beyazlarla karşılaştıklarında sağ ellerini kaldırıp OGH veya UGH derlerdi. Yani “Yönetici olan ben (biz) seni (sizi) selamlıyorum”.


Tahiti adasına ayak basan Kaptan Cook Kızılderililerin başlarına taktıkları çiçekten başlığa Türk adı verdiklerini 1769 yılında tespit etmiştir.


Fiji adalarında Rotuma yerlilerinin dillerinin Altaik dil olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Endonezya adalarının dillerinin de Altay dillerinden olduğu anlaşılmıştır.


Doktor kelimesi yerine Ah-men, kırık çıkıkçıya Kak-bak, şifacı hekime Ah-bak, çocuk doğurtan ebeye ilk-alan-zah derlerdi. Bütün Altaylılar gibi Kızılderililer birbirlerine amca, baba, teyze, hala, ağabey diye hitap ederler. Maya Kızılderililerinde 1878 yılında el öpme adeti tespit edilmiştir.


Mohavk Kızılderilileri uzun eşek oyunu da dahil 12 Anadolu oyununun 11 tanesini bilmektedirler. Güreş ise bütün Kızılderili kabilelerinde dua ile başlanılan en önemli ata sporu olarak tatbik edilmektedir.


Anadolu Türklerinin parmaklar arasına sicim gererek oynadıkları sicim oyunu Atapaskan ve Keçuva kabilelerinde de oynanmaktadır. Üstelik figürler ve isimler de aynıdır. Eğer Anadolu’da bir figüre yıldız deniliyorsa, Kızılderililerde de yıldız denmektedir.


İnka’lar kök sülalesine “Ay-ullu” yani ulu soy demekle beraber, kendi yöneticilerine Kur-Hakan demekteydiler.


İnka’lar çocuklarına bir kahramanlık gösterene kadar ad vermezlerdi. Ad verme işlemi merasimle yapılırdı bir kişi ölene kadar bir düzine ad ve nam sahibi olabilirdi. ( Dede Korkut Hikayelerinden Boğaç Han’ın hikayesini hatırlatıyor.)


İnkalarKapaktokon Efsanesi ile birbirlerine büyük benzerlik gösteriyor. MançoKahan’ın (Kapan’ın) atası Atay (Atav) bir felaketten tek başına kurtulur. Kayalarla kapalı bir mağaraya sığınır. Bir kurt “Er- Ak- Koca” nurlu bir tas verir. Atay bununla kayaları eritir ve kavminin başına geçer. Cihangir bir devlet kurar. Bunun yanında Kırgızların Yaratılış Efsanesi ile Türk asıllı Finlerin Kalavela Efsanesi kelime kelime Kızılderililerin efsanesiyle aynı. ( Ergenekon Destanı )


Kına yakma bütün Kızılderili kabilelerinde, Anadolu ve Orta Asyalı Altaylılar gibi uygulanmaktadır. Beşik kertmesi töresi aynı şekilde yaygın bir töredir.


Loğusa kadın bütün Altaylılar gibi kutsal sayılırdı. Loğusanın kırkını yaparlardı. Ölülerini bütün Altaylılar gibi, silahları ve atı ile birlikte “Kur-gan”lara gömerler. Kan davası bir töre olarak uygulanırdı.


Mayalar ölüm yıl dönümünde Yıl aşı verirler, cenaze törenlerinde erkekler yüzlerine kara boyalar sürerlerdi.


Toltek Kızılderililerinin gebelik ve bereket tanrısı Tez Katlı Poka( Tez katlı boğa )dır. Kızılderililerde cennet ve sırat köprüsü kavramı vardır. Cennete Vakui( Akui – Altından ırmaklar akan yer ) derlerdi.


SiuKızılderilileri’nin 1870 yılı sonlarında Papıti, Muhave, Kalamat, Şoson, Irok gibi kabilelerinde “ Hu ” çekerek Bektaşi semahlarına benzeyen ayinler yaptıkları tespit edilmiştir.


İnkalarda Kopuz benzeri bir saz kullanıldığı tespit edilmiştir. Aztek ve Mayalar Ç-şıra ( şıra ) isimli içki içerler. İnkalar ise bu içkiye Çira derlerdi.


Tüm bu Asya kökenli diller Türkçe ile ilgilidirler. Hepsi de ortak bir kök dilden türemiştir. Bu kök dile Ön-Türkçe de diyebiliriz. Fakat Rus dilciler bu kök dile Nostratik demeyi uygun bulmuşlardır.


Nostratik hakkında pek çok yayın vardır. Fakat ne yazık ki, bizim yerli dilcilerimiz Ön-Türkçe üzerine asla eğilmemekte bu konuda araştırma yapmadıkları gibi, yapanları da küçümseyip alay etmektedirler.


Bu ilgiyi veya ilişkiyi bulup çıkarmak hem hoş bir uğraş olmakta, hem de dünya dilleri hakkında daha derin bir bilgi elde etmemizi sağlamaktadır. Örneğin, “Maya” sözü Türkçe “kök, asıl cevher” anlamına gelir. Bira mayası, ekmek mayası hepimizin bildiği sözlerdir. Şu halde Maya kültürü Ön-Türkçe “Kök kültür” anlamına gelmektedir.


Keza, “Aztek” adı da Az-tek şeklinde iki heceye ayrıldığında “Az fakat tek olan” yani kendine has olan bir kültür anlamını taşımaktadır. Az sözcüğü z-s dönüşümü göz önüne alındığında ASYA sözünde vardır. Asya sözü de “Az-öyü” demek olmaktadır. Öyü sözü “yerleşim bölgesi” demek olup bugün kullandığımız “köy” sözü “OK-öyü” (Ok’ların yerleşim bölgesi) olmaktadır.


OK adı Ön-Türklerin kendilerine ve kendi yöneticilerine verdikleri bir isimdi. Bu konu oldukça derin bir araştırma konusu olduğundan daha ileride söz edeceğim.


ATAPASKAN dil gurubunun adı da Ön-Türkçe olarak Ata-Başkan şeklinden başka bir şey olmadığı görüşündeyim. Dilciler bu tür benzetmeleri küçümserler ve hep “tesadüf” olarak göz ardı ederler. Oysa ki tesadüfler pek çok olunca artık tesadüf olmaktan çıkarlar. Son Maya kralının adı da Ata-Hualpa idi. Hualpasözü Hu-Alp ( Yüce ) anlamını taşır. Kuzey Amerika’da yaşayan ve halen varlığını sürdüren bir diğer gurubun adı ANASAZI’dır. Bu dil gurubunu da Ön-Türkçe Ana-Sözü ( anadil ) şeklinde ayırdığımızda anlamı apaçık ortaya çıkmaktadır.


Maya kültürünün kendi şehirlerine verdikleri isimlere bir bakalım. Bunlardan bazıları: Tikal, Palenque, Kopan, Kalakmul, Uaxactun ve Altun-Ha şehirleri veya daha doğrusu yerleşim merkezleridir. Şimdi sırasıyla bu yerleşim adlarını inceleyelim:


Tikal: “ Teki l” yani kendine has olan, tekil olan demek olmaktadır. Çünkü “Tik” kök sözcüğü Ön-Türkçe olup “tek” demektir. Tek sözünü Kızılderili dillerde TİK olarak buluyoruz. Yunanca işaret parmağına ‘Dahtilo’ denir ki bu da TİK =>TEK =>TAH =>DAH dönüşümü ile oluşmuştur. Daktilo dediğimiz alet “parmaklarla çalışan” demektir. Latince TE (sen) ‘ikinci tekil kişi’ demektir. Burada da işaret parmağı ile gösterilen ikinci şahıs anlamı vardır.


Palenque: P sesinin aslı B sesidir. Yani Palenk şeklinde okunan bu şehir adı “Barık” sözünden dönüşmüştür. Ayrıca R ile L dönüşümü de çok yaygın olduğu bilinmektedir. Barık, ise “Barınak”, yani “konumlu yer” demek olmaktadır. Asya kıtasının Türkler tarafında ilk kurulmuş yerleşim bölgesinin adı “Başbarık” , yani “Baş-yerleşim yeri” idi. Baş yerleşim ise bugünkü dilde “baş-şehir” olmaktadır.ZamanlaBaşbarık, “Beşbarık” ve “Beşbalık” olmuştur. Oysa ki ne beş ile ne de balık ile hiçbir ilgisi yoktur.


Kopan: Bu şehir adı da halen bugün bile kullandığımız “kopan” (ayrılan, merkezden kopan) anlamını taşır. Anlaşılan bu şehir asıl Maya bölgesinden coğrafi olarak ayrı bulunduğu için Kopan adını almıştır.


Kalakmul: Bu adı da ikiye ayırıp Kalak-Mul şeklinde okumak gerekir. “Kalak” sözü “kalalım” anlamını taşır. Nasıl ki “alalım” sözü “alak” idiyse, “kalalım” da “kalak” idi. “Mul” ise M nin yine B ile olan ilişkisinden ve L ile R dönüşümünden Mul sözü “BUR” yani “burada kalalım” demek olduğunu sanıyorum. Ancak bu yaklaşımın doğruluğu araştırılmalıdır.


Uaxactun: Bu isim “uzaktın” ve daha doğru şekli de “uçaktın” olsa gerek. Çünkü X harfi genelde Ç sesi ile okunur. Uçaktın, derken uçmak kastedilmiyor. “Uçak” Uçta olan, uzakta olan kast ediliyor.


Altun-Ha: Bilindiği gibi altın sözü ile “Ha” (yüce, kutsal) sözünün birleşimi var bu isimde. Hakan, Hazret, Hakk sözlerinde hep bu Ha kökü bulunmaktadır. Ayrıca Maya dilinde Han “bir” demektir.


Ön-Türkçe’den türeyen dil guruplarından Proto-Maya dili sadece bir tanesidir. Diğer önemli guruplar: Eurasiatic olarak adlandırılmış olan büyük dil gurubuna Altay, Ural, Hind-Avrupa, Na-Dene ve Dravidian dil gurupları girer. Ayrıca Afroasiatic adı ile bilinen kuzey Afrika ve Mezopotamya dil gurupları arasında Sümer, Babil, Asur, Hitit, İskit, Hami ve Sami dilleri girer. Bunların da kökeni Ön-Türkçe’dir.


İlginç bir dil ilişkisi olarak Asya dilleri olan Çin-Tibet dilleri ile bazı Kafkas dillerinin, Bask ve Buruşaski dillerinin ve Kuzey Amerika dil gurubu olarak bilinen Na-Dene dillerinin yakın akraba oldukları gerçeğidir. Ayrıca Bask dili ile kuzey Afrika Berber ve Tuareg dilleri arasında ilişkiler gösterilmiştir.


Burada Maya dillerinden Bazı Maya sözcüklerini ve onların parantez içinde Türkçe karşılıklarını sunmak istiyorum. (Kaynak: Saim Ali Dilemre “Genel Dil Bilgisine Bakış, Birinci Kitap”)


Ahau (ağa, yönetici), Baat (balta), Ça (çam), Çetun (çetin), Çol (çolak), Kutz (kuş), İçil (içinde), İş (dişi), Kaşnak (kuşak), Kin (gün), Kiniş (güneş), Kişe (kişi), Koça (koca, büyük, yaşlı), Kul (kul), Naa (ana), Na (ev), Ol (olmak), Tamazkal (hamam), Tepek (tepe), Top (toplamak), Toz (toz), Tul (tolu, dolu), Tulan (dolgun), Tup (dip), Tzekel (çakıl), Ueez (uyuz), Uiş (işemek), Ul (Ulaşmak), Uy (oy), Yaş (taze,yaş), Yaşıl (yeşil).


Size hem anlam hem de telaffuz olarak çok yakın olan tam 31 sözcük sundum. Maya halkının binlerce yıl önce Asya kıtasından Amerika kıtasına göç ettikleri düşünülürse bu kadar sözcüğün halen ortak olması tesadüf ile açıklanamaz. Anlaşılan odur ki Proto-Maya dili Ön-Türkçe’dir. Sadece dil ilişkileri değil, aynı zamanda genetik araştırmalar bu ilişkiyi kanıtlamaktadırlar.


Şu sitede:http://www.newscientist.com/article/dn11178?DCMP=NLC-nletter&nsref=dn11178


Asya’nın doğu bölgesinden Bering boğazını aşarak Amerika kıtasına yapılmış olan göçlerin genetik olarak saptandığı anlatılmaktadır.


Ayrıca “Aleut adaları” diye bilinen Asya ile Amerika arasındaki takım adaları Türkçe “Alauç” olup Ala-Uç şeklinde ayrıldığında “Beyaz UÇ” demektir. Zira, “al” sözü bugün kullanılan anlamıyla “kırmızı” demek olmayıp Ön-Türkçe “Beyaz” demektir. Zamanla karlı bölgelere ve beyaz tepelere “al” denmiş, daha sonraları “yükseklik” kavramı öne çıkarak bayrak rengi olarak değişikliğe uğramıştır. Nitekim Latince “alba” = yüksekte duran, demektir. Arnavutluğa “albania” ve arnavutlara “albanian” denmesi bu Ön-Türkçe kök sözcükten türer.


Bu örnek, sözcüklerin zaman içinde nasıl anlam kaymalarına tabi olabildiklerini ve ne derece tanınmaz hale dönüştüklerini çok güzel göstermektedir. Aynı durum özel isimlerde de olmuştur. Örneğin, Maya halklarından bir gurup “Kiche Maya” diye bilinir. Oysa ki “kiche” Türkçe “kişi” demektir ve “KicheMaya” doğrudan “Maya insanı” anlamını taşımaktadır.


Kişe Maya halkını yöneten ve onları İspanyol saldırısından koruyan son yönetici, yaklaşık MS 1500 yılında doğmuş “Tekun Uman” idi. 1524 yılında İspanyol saldırgan ( konkiestador ) Pedro de Alvaro tarafından 24 yaşında katledilmiştir. Tekun Uman adını şu şekilde açıklayabiliriz.


Tekun = Tekin demektir ve genelde genç Türk prenslerine verilen addır. Tek kök sözcüğü de ilk prens olduğuna işarettir.


Uman = Ön-Türkçe “Gelen misafir” demektir. (Kaynak: Divan-i Lügat-it Türk) Şu halde Tekun Uman “Gelen ilk misafir” olmaktadır. Burada doğan çocuğun bir mal olmadığı ve sadece bir misafir olduğu vurgulanmaktadır ki, Ön-Türklerin bilgeliğine güzel bir örnektir.


Ayrıca Yrd. Doç. Dr. İsmail DOĞAN!ın Mayalar ve Türklük kitabı bu bağlantıdan okunabilir ( 2800 kelimelik bir Mayaca Türkçe sözlük ile resim arşivi de kitapta bulunmaktadır) :

20 Nisan 2021 Salı

SŰMERLER VE KADIN

  

Resim: Sűmerli bir kadın heykeli,  Metropolitan Műzesi New York , M.Ő 2500-2600

Kadınların her tűrlű sűs eşyaları, parfűm ve cilt yağları var, 

Kadınlar műzik aleti çalıp, şarkı sőyleyip, dans edebiliyorlar

Kadınlar cinsellikle ilgili şarkılar sőyleyebiliyor, şiirler yazabiliyorlar

Sűmerler yazıyı icat eder etmez okullar açıp yazıyı őğretiyorlar,

 hukuki antlaşmaları őğretiyorlar, 

kızlı erkekli matematik, astronomi, geometri őğreniyorlar

Ikinci dil olarak Akatça őğreniyorlar

Çocuklar bűtűn gűn okula gidiyor ve düzenli tatilleri var.

Temizlik çok őnemli

Çocuklar okullarda reçete yazmayı őğreniyor

Műzik dersleri var

Sűmerler tabletlerde destanlar, ilahiler, şiirler yazmışlar

Sűmerler hukuka son derece őnem vermişler, kanun yapmışlar herşeyi yazmışlar mesela gűműşde faiz yűzde 30, arpada yűzde 20

Sűmerlerde mahkeme var hatta yűksek

 mahkeme var

Sűmerler'de kadın erkek eşit űcret alır kanunu var

Sűmerler'de dişe diş gőze gőz yok, tazminat var

Sűmerler halkın űzerinden aşırı vergi yűkűnű kaldırmış, vergide reform yapmışlardır. 

Sűmerler çok Tanrılı ama en bűyűk Tanrıları Gők, Yer, Hava ve Su Tanrıları!

Sűmerler kendilerine Kenger diyor...


Muazzez İlmiye Çığ

Sűmerler.......* RENA *



25 Şubat 2021 Perşembe

BUHARLAŞTIRILAN SİDE YAZITI

 



Burada yazımızı bitirirken son söz olarak, son on yıl içinde, dilbilimcilerin dikkatini çeken side alfabesinin harf şekillerinin, eski Türk alfabesinin "runik" harfleriyle benzerliğini bir kez daha vurgulamak isteriz. Ve çok eski çağlarda, Büyük İskender'in fetihlerinden evvel, Anadolu, Kuzey Suriye Halep üzerinden Tahran, Semerkant, Taşkent, ve Baykal gölleri ülkelerine ulaşan kervanların işlevlerini tarih kadrosu içinde anımsamak gerekir kanısındayız. Eski Türk- Orhon alfabesine yaklaştırılan Pehlevi alfabesi ve Side Alfabesinin kökenini ve aynı kervan güzergahlarında ve bunların son duraklarında aramak yerinde olacaktır. Side alfabesiyle Eski Türk-Orhon alfabesinin benzerliği ve ilintisinin, İlk Sidece yazıtların ortaya çıktığı M.Ö. IV. yy'dan çok daha erken, aynı ortak ata'dan veya kökenden türediği kanısı, gün geçtikçe kuvvet kazanan kaçınılmaz bir gerçektir.

Açıklama : Yazımıza konu olan monolit yazıt, Antalya Bölge Müzesinde saklanmaktaydı. Sonraki araştırmalarımızda taşı tekrar görüp ölçülerini saptama olanağı elde edemedik. 


Prof. Dr. A. Mubibbe Darga'nın Side Yazıtı Makalesinden


(Yani, yazıt buharlaştırılmış....

Sayfa Yönetiminden Tarhan)


MAKALENİN TAMAMINI İNDİR :


https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&ved=0CDAQFjAB&url=http%3A%2F%2Fjournals.istanbul.edu.tr%2Ftr%2Findex.php%2Fanadolu%2Farticle%2Fdownload%2F14807%2F14018&ei=QLMrUYCCEsKttAa0hIGwAw&usg=AFQjCNF4fykMhXeQ3GalS6ZZpRbYRBSFfw&bvm=bv.42768644,d.Yms