Sayfalar

23 Haziran 2009 Salı

HARİKA ŞEHİR İSTANBUL

İsmet Çabuk'un İstanbul Büyük Şehir Belediyesi adına yaptığı "HARİKA ŞEHİR İSTANBUL" çalışmasının kapağı ve iç tasarımlarından görünümler.



Çocukların Haçlı Seferi

ÇOCUKLARIN HAÇLI SEFERİ
Avrupalıların üstünü örtmeye çalıştığı,çok bahsedilmeyen bir olay...
1212'de Fransa ve Almanya'dan binlerce çocuk, 'Kutsal Toprak' Kudüs'e gitmek üzere, Marsilya, Cenova ve Brindisi limanlarından yola çıkmak ister.
Haçlı Seferleri hareketini papalığın tarihi bir misyonu olarak gören Papa III. Innocentius (1198-1216) zamanında Avrupa'da Haçlı ruhu hep canlı tutulmuştu.
Bu dönemde, Kudüs'ü Müslümanlardan geri almak için düzenlenmiş olan Dördüncü Haçlı Seferi (1203-1204) amacından uzaklaşarak, Bizans'ı hedef alınca, Filistin'deki Haçlılar'a yardım götürülememişti. Bu yüzden de Papa Innocentius, Doğu'ya yeni bir sefer daha yapılabilmesi için ısrarla faaliyetlerine devam etmiş ve vaizler Avrupa'nın her tarafını dolaşarak halkı yeni bir Haçlı seferine katılmaya davet etmişlerdi.
İşte çocuklar da Avrupa'da yıllardan beri durmadan devam eden bu çağrıların etkisinde kalıp 'kutsal toprakları kurtarmak' iddiasıyla harekete geçince, 1212 yılı 'Çocukların Haçlı Seferi' adıyla tarihe geçen olağanüstü şaşırtıcı bir olaya sahne oldu.
Mayıs 1212'de, St. Saint-Denis'de on iki yaşlarındaki Etienne adında bir çoban çocuk, Hazreti İsa'nın kendisine görünerek onu Haçlı seferlerini vaaz etmekle görevlendirdiği, hatta ona krala teslim edilmek üzere bir mektup verdiği iddiasıyla ortaya atıldı.
Bu sırada Saint-Deniz Manastırı'nı ziyaret etmekte olan Fransa Kralı II. Philippe Auguste ise, bu iddiayı ciddiye almadı.Ancak kendisinin seferi başarıya ulaştıracak bir rehber olduğu düşüncesini aklından çıkaramayan bu çocuk, davasından vazgeçmeye hiç de niyetli değildi.
Saint-Denis Manastırı'nın kapısında vaazlarda bulunarak tıpkı Hazreti Musa'nın Kızıldeniz'den geçişi gibi, denizin çocuklarının önünde ikiye ayrılıp kendilerine yol vereceğini ve kolayca Kudüs'e ulaşıp 'Kutsal Ülke' yi kurtaracaklarını, büyüklerin başaramadığı bu işi çocukların başaracağını söylüyordu.
Pek çok çocuk, hatta bazı büyükler bile, hitabet kabiliyetine sahip olan bu çocuktan etkilendi. Bundan sonra Etienne ve ona inanan birçok çocuk, Fransa içlerine yayılarak çocukları Haçlı seferine davet ettiler. Nihayet, kararlaştırılmış olduğu gibi, bir ay sonra, Haziran sonunda, sefere katılmaya karar veren çocuklar Fransa'nın Vendôme şehrinde toplandılar.
En büyükleri on iki yaşında olan binlerce çocuk, Etienne'in çağrısı üzerine bu şehre akın etmişti. İçlerinde, bizzat anne babaları tarafından gönderilmiş olan toplumun kenarına itilmiş fakir köylü çocuklarından başka, evlerinden kaçarak gelen asalet sınıfına mensup bazı çocuklar, kızlar, genç papazlar, hatta bazı yaşlı hacılar bile vardı.
Ellerinde seferin sembolü olarak seçilen ve üzerinde altın renginde üç zambak bulunan mavi bir bayrak taşıyorlardı. Sefere katılanların hepsi yaya idi. Ama nurlu bir peygamber gibi kabul edilen liderleri Etienne’in rahat yolculuk yapması için, her şey düşünülmüş ve ona bir araba temin edilmişti.
Bu çocuklar, Tours ve Lyon üzerinden Marsilya’ya doğru yola koyuldular. Ancak yaz mevsimi her zamankinden daha sıcak geçiyordu ve kuraklık baş göstermişti. Bu yüzden yol boyunca, yürüyüşleri sırasında yeterli yiyecek ve su bulmak oldukça zordu. Böylece çocukların birçoğu açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntılara dayanamayarak yollarda ölmüş, bir kısmı da pişman olup ülkelerine geri dönmeye çalışmıştı.
Sonunda küçük bir grup Marsilya’ya ulaşabildi.Ama onlar da burada hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bekledikleri mucize gerçekleşmemiş ve deniz önlerinde ikiye ayrılmamıştı. Bunun üzerine çocukların bir kısmı aldatıldıklarına inanıp bu maceraya bir son vererek ülkelerine geri dönmelerinin daha doğru olacağına karar verdiler.
Geride kalan çoğunluk ise, adlarının ‘Demir Hugue’ ve ‘Domuz Guillaume’ olduğu söylenen iki Marsilyalı tacirin, onları parasız olarak Filistin’e götürmeyi teklif etmesi üzerine, gemilere binip denize açıldı. Bunların akıbeti hakkında yıllarca hiç bir haber alınamadı.
Daha sonraları, 1230 yılı civarında Doğu’dan gelen haberlere bakılırsa, bu çocukları taşıyan yedi gemi Marsilya’dan denize açıldıktan birkaç gün sonra fırtınaya yakalanmış, gemilerden ikisinin Sardinia Adası yakınlarında kazaya uğrayarak parçalanmış ve içinde bulunan bütün çocuklar boğulmuştu.
Fırtınadan kurtulan diğer beş gemideki çocuklar ise, köle olarak satılmaları hususunda önceden tacirle anlaşılmış Afrikalı Arap korsanlar tarafından yakalanılarak, Cezayir sahillerine götürülmüşlerdi. Bu çocukların bir kısmı burada köle olarak satılırken bir kısmı da İskenderiye’ye gönderilmiş ve orada şehrin valisi tarafından satın alınmış, geri kalanlar ise Bağdat’ın esir pazarlarında satışa çıkarılmıştı.
Felakete uğramış bu perişan çocuklara karşı Müslümanların muamelesi ise, insancıl olmuştu. Melik el-Adil’in oğlu Mısır Valisi el-Kâmil bunları tercüman, öğretmen ve katip olarak kullanabilmek amacıyla satın almış, fakat dinlerini değiştirmeleri için hiçbir baskıda bulunmamıştı …
Fransız çocuklarının yola çıkışından birkaç hafta sonra Almanya’da Rheinland bölgesinden Nikolaus adında bir çocuk, Köln’deki Aziz Üç Krallar Kilisesi’nde, tıpkı Etienne gibi vaazlarda bulunmaya başlamıştı. Nikolaus’un vaazları ve faaliyetleri sonucunda kısa süre içinde çocuklardan oluşan bir ordu Köln’deki onun etrafında toplanmıştı. Bu çocukların yaş ortalaması, Fransız çocuklarınınkinden daha büyük olup içlerinde asil ailelerden gelenlerin sayısı da daha çoktu.
Alman çocukların niyeti, önce Köln’den İtalya’ya, Papa’nın yanına gitmekti.
Bunların seferi iki gruba ayrıldı. Nikolaus’un idaresindeki birinci grup, Ren Nehri boyunca ilerleyip batı İsviçre ve Cenevre zerinden yol aldı. Ancak bunların büyük kısmı bu zorlu yolculuk sırasında yollarda öldü ve sadece üçte biri Ağustos ayında Cenova’ya kadar gelebildi. Ertesi sabah kıyıya gelip denizin önlerinde ikiye açılmasını beklediler. Fakat heyhat, denizin sularında en ufak bir değişiklik bile olmadı! Büyük bir üzüntüye düşen çocuklar, hayallerinin yıkıldığını gördüler.
Çocuklar, başlarında Nikolaus olduğu halde Cenova’dan ayrılıp birkaç günlük yürüyüşten sonra Piza’ya ulaştılar.
Çocuklar Piza’ya yakın bir limanda beklemekte olan ve Filistin’e gidecek bir gemiye bindiler. Ancak gemiye binen bu çocukların akıbeti de hiçbir zaman öğrenilemedi. Acaba sağ salim Filistin’e gidebildiler mi?.. Yoksa yolda, Fransız çocuklar gibi, fırtınaya yakalandılar ve gemileri battı mı?.. Ya da köle olarak mı satıldılar?.. Bugün, bu konuda hiçbir bilgiye sahip değiliz. Ama liderleri Nikolaus’un gemiye binmeyip, yanında kalan az sayıdaki çocukla beraber güçlükle yola devam ederek Roma’ya, Papa’nın yanına gidebildiğini biliyoruz. Papa çocukların bu girişimleri karşısında duygulanmakla beraber, yine de onlara büyüdükleri zaman Haç yeminleri yerine getirmeleri gerektiğini söyleyip, onlara kesin bir dille evlerine dönmelerini emretti.
Geri dönüş yolculuğu sırasında bir kere daha aynı zorluklara katlanacak gücü olmayan birçok çocuk, çeşitli İtalyan şehir ve köylerinde kaldı. İlkbaharda Almanya’nın batı bölgesine dönmeyi başarabilen çocukların sayısı ise, oldukça azdı.
Bu arada Alman çocuk hacıların ikinci grubu da İsviçre üzerinden İtalya’ya inmiş, çektikleri onca sıkıntıdan sonra, Ancona’da umdukları gibi deniz önlerinde yarılmayınca, hayalleri yıkılmış ve kıyı boyunca güneye inerek Brindisi limanına ulaşmışlardı.
Burada çocukların bazısı Flistin’e giden gemilere binmeyi tercih etti, evlerine dönmeye çalışanların ise pek azı bunu başarabildi. Çocuklarını kaybeden aileler, oğlunu bu harekete teşvik ederek böyle bir felakete yol açmakla suçlanan Nikolaus’u babasını yakalayarak astılar.
Kaynak:Yrd.Doç.Dr.Ebru Altan
Popüler Tarih-2003

6 Haziran 2009 Cumartesi

Türk Bayrağını Oluşturan Öğelerin anlamı

Türk Bayrağını Oluşturan
Öğelerin Anlamı


Türk mitolojisinde, Türklerin renklerle ilgisi önemli bir yer tutar; mavi (gök mazisi, Turkuaz), beyaz/ak ve al/kızıl renkleri başta gelir.
Al renk kırmızıdan farklıdır, kutsal, Tanrısal renktir. Kırmızı renk adı Türkçe’de 12. asırdan önce pek görülmemektedir. Kırmızı, Türkçe’ye sonradan, Sogdca’dan veya Farsça’dan geçmiştir.
Oğuz/Türkmen boylarının çok eskiden beri al renkli börkler giydiği bilinmektedir. Börklerin bütününde al ya da bir diğer deyişle kızıl renk görülmekle beraber, başka renklere de tesadüf ediliyor ki, esas olan gelenek, bütün börklerde, tepe kısmının yani Tanrıya yüz tutan kısmın, Tanrısal renk saydıkları al renkten olmasıdır. Bu tarz bugün efelerin, zeybeklerin, seymenlerin v.s. folklorik başlıklarında da muhafaza edilmektedir.
Al renk adı kutsallık içerdiği içindir ki, Türkler, “kırmızı bayrak” değil “al bayrak,” “kırmızı kan” değil “al kan,” demişlerdir. Yermek, aşağılamak anlamında “karalamak” derken; yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, “allamak” sözünü kullanırlar. Bugün dilimizde kullandığımız “allamak pullamak” sözü de aynı maksatla kullanılır.
Türkler, al yahut kızıl rengi, Tanrısal renk, kutsal renk kabul ettikleri için, eski Türk inancına göre, Tek Tanrı veya Gök Tanrı’nın gökte olduğunun tasavvuru ile başlarına giydikleri börkün, Tanrıya karşı olan, yani tepe kısmında genellikle kızıl yahut al renk kullanmışlardır. Bir başka söyleyişle, başlıklarında, Tanrısal kutsallık verdikleri Kızıl rengi kullanarak Tanrıya tazimlerini bildirmiş oluyorlardı. Kızıl yahut al renk, güneşin doğmak üzere iken (şafak vakti) ve yine battıktan hemen sonra gökyüzüne yansıttığı kırmızımsı renktir. Türkler eskiden, genellikle, şafak sökerken ve akşam vakitlerinde gökteki, “göğün kızıllığı” dedikleri bu görüntü anında dua ederlerdi. Türkler bu şekilde dua ile sabah vakti onu karşılıyor, akşam vakti de onu yine dua ile uğurluyorlardı. Kırmızı (al/Kızıl), mitolojik Türk kozmik anlayışında da, göğün zirvesini ve ateşi ifade eder. “Al”, Türk lehçelerinde “yüksek”, “yüce” ve “kudret” anlamlarına da gelir. Altay dağının adı aynı maksatla söylenmiş olup, Al=yüce-yüksek, tay=tağ/dağ demek olup Al-tay=yüce-ulu dağ, yüksek dağ anlamındadır.
“Al” terkibindeki ilahi anlamlarla kutsiyet kazandırılmış olan Altay dağı, Şamanlarda, bir ruh ve tanrısal bir kutsiyetle yad edilir. Ayin ve dualarında da kutsal Altay dağına hitap edilir. Halûk Tarcan, eski Türk dili ve mitolojisini incelediği kitabında konu ile ilgili ilginç görüşler ileri sürüyor:
“… Güneş, gökteki ateş gibi, korkunç bir kudret ve enerjidir. Değdiği, kendisine verilen, yani al/dığı her şeyi yakar, kendi gibi alev, ateş haline getirir. Rengi al/dır, kutsal olduğu için, rengini ifade eden al kelimesi de kutsal anlamına gelir. (Prof. Dr. A. İnan) (Al/ip gökyüzüne, Tanrı’ya götürdüğü için kutsal demektir. Al-Apa, al/an=ilah, alıp Tanrı’ya eriştiren “ilah” demektir ki, alap sonunda Alp şekline girmiştir. Alp dağlarına bu adı verenler, Kamunlar adını taşıyan, İtalyan Alplerine yerleşmiş olan Ön-Türklerdir.”
Eski Şamani inançlara göre ateş, kötü ruhları kovar, insanın kötü ruhlardan temizler. Abdulkadir İnan’ın nakline göre, VI. Yüzyılda Göktürk Kağanına, elçi olarak gelen Bizans elçileri iki ateş arasından geçirilerek, onlarla beraber gelmesi muhtemel olan kötü ruhların kovulması sağlanıyordu. Bu adet Moğol saraylarında da var. Başkurt ve Kazak Türkleri, yağlı bir paçavrayı ateşleyip hastanın etrafında, “alaslama” dedikleri, “alas, alas” diye dolaştırarak, hastaya musallat olmuş kötü ruhları kovmuş oluyorlardı. Buna Anadolu’da “Alazlama” denilmektedir. Kızıl sözü, renk anlamının yanında, aynı mitolojik anlayıştan kaynaklanarak, bildiğimiz altın anlamında da kullanılır. Azerbaycan ve Türkistan lehçelerinde, altına “kızıl” derler, sözü kullanılır. Çok eski devirlerde para yerine değer olarak kürk kullanırlardı. Türkler kürke “ten/tın” derlerdi. En değerli kürkler de güneş kızıllığının (al) renginde olanlardı. Güneş kızıllığı renginde olan en değerli kürkler için de yine güneşin rengi olan “al” sözü ilaveli “al-tın” al kürk, kızıl kürk diyorlardı ki kıymetin değer birimi idi. Bugün, kıymet değeri olarak kullandığımız madene verilen altın (al-tın) adının anlamını kaynağı, anılan eski Türk anlayış ve kavrayışına dayanır. Türkistan Türklerinde, küçük bir gümüş sikke olup, genellikle sikkeye denilen, asrımızın ilk çeyreğine kadar Türkistan’da para birimi olarak kullanılan “tenge” sözü de aynı
(al-kürk) “ten/tın” kökenlidir. Bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti’nin resmi para biriminin adı da, anılan kürk adından türemiş “tenge”dir. Rusça’da para karşılığı olarak kullanılan “dengi” sözü de, Türkçe’den Rusça’ya geçmiş olan “tenge”nin Rusça söylenişidir.
Türkler için tarihsel ve mitolojik büyük önem taşıyan al rengin, Türk Bayrağının da temel rengi olması hiç de şaşırtıcı değildir. Hilal Ay ve Yıldız Batı kaynaklarının bir kısmı hilalin ilk olarak Bizans kentinin bayrağında görüldüğünü, yıldızın ise Hıristiyan dininin kabulünün ardından Meryem Ana’ya ithafen Konstantin tarafından şehrin bayrağına eklendiğini belirtmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ardından 1000 yılı aşkın süredir kullanılmakta olan bu bayrağı benimsediği; aynı motifin bu tarihten itibaren de İslam dininin bir sembolü haline geldiği belirtilmektedir.
Araştırmamızın ölçeğini biraz genişlettiğimizde, Türkiye’deki dağlık arazilerden Nil Vadisine kadar pek çok yerde “Ay tanrısı” tapınaklarının bulunduğu ve “Ay tanrısına” tapınmanın bir zamanlar bugün Orta Doğu olarak tanımlanan bu yörede en yaygın din olduğunun kaynaklarda ifade edildiğini görüyoruz. Ay tanrısı hilal formunda bir sembol ile temsil edilmekteydi. Bugün İslam’ın baz aldığı ay ve yıl hesaplaması da bildiğimiz gibi Ay’ın evrelerine dayanmaktadır. Bu bölgede yaşamış en önemli uygarlık Sümerlerdir. Ural-Altay dillerinin Sümer dili ile ilgisi bilimsel olarak saptanmış olup, Türkçe ve Macarca’nın sözcüklerinin benzeşmesinde %50′nin üzerinde bir orana rastlanmaktadır. Örneğin Sümer dilinde “dingir”, Türkçe’de “tengri” yani “tanrı”dır. Kültürel benzeşmelerin de çokluğu Sümerlerin orjininin de Orta Asya olup, Mezopotamya’ya sonradan göçler vasıtasıyla geldiklerini işaret etmektedir. Bu bakış açısı altında hilal, yıldız motiflerini yoğun olarak kullanmış olan Sümerlerin, bu sembolleri Orta Asya’daki köklerinden taşımış olması ihtimali kuvvetlidir. Zira Sümerlerin dini inanışlarında, Altay Şamanizmi’nin önemli etkisi göze çarpmaktadır. Ege adaları, Batı Anadolu ve Trakya’da arkeolojik kazılarda ele geçen sikkelerde hilal ve yıldız motifinin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bu durum bölgede yaşayan halkların inanışlarında bu motiflerin yer ettiğini işaret etmektedir. Milattan önce 1200 ve 100 yılları arasında Orta Asya Türk dilini konuşan Saka adı verilen halkın Avrasya’da yaşadığı da saptanmıştır. Birlikte kullanıldığı durumlarda hilal, ayı simgelerken, yıldızın güneş veya Venüs’ü ifade ettiği belirtilmektedir. Tarihi ve arkeolojik çalışmalar, hilal ve yıldız sembolünün kullanımını bir tarafta Sümerlerin inanışları vasıtasıyla Orta Asya Şamanizmine ve Türklerin atalarına, diğer tarafta ise Amerika yerlilerinin şamanizmine dayandırmaktadır. Bugün Türk Bayrağında yer alan hilal ve yıldız motiflerinin binlerce yıllık bir yolculukla bugüne kadar geldiğini ve orijininin Türk’lerinde ataları olan kadim dönemlerde yaşamış uygarlıklara dayandığını görüyoruz.
Sonuç olarak, tüm dünyanın bugün İslam dininin sembolleri olarak kabul ettiği hilal ve yıldızı; aslında biz Türklerin İslam’a bir sembol olarak kazandırdığını görüyoruz. Bayrağımızın al renginin tanrısal kutsal bir renk; üzerindeki hilal ve yıldızın da binlerce yılın gizeminden gelen astrolojik objeler olduğu kesin. Binlerce yıl bayrağında bu sembolleri taşımış böyle bir millete de elbette özgün bir görev verilmiş olmalıdır diye de düşünmemiz gerekir.
Dr. Osman Günsel Topbaş

BU DA BAŞKA BİR YORUM

Türk Bayrağının Rengi ve Ay-Yıldız'ın manası

Türk Bayrağı rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz. Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez. Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletler bayraklarına Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.Haç'ın anlamı Hazreti İsa (a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar.Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir?Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Hâlbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur.Hilal sadece bayrağımızda değil, kandil geceleri yapılıp dağıtılan ayçöreğinde de görülür. Camide ve kışladaki ders nizamı da, Mehter Takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep Hilal şeklidir. Türklerin ilk kullandıkları bayrağın rengi ve sekli hakkında kesin bir malumat yoktur. Ancak Orta Asya tarihi hakkındaki bilgilere dayanarak İslamiyet’ten önceki Türklerde Tuğ adı verilen bayrak veya sembollerin kullanıldığı bir gerçektir. Siyahtan kırmızıya kadar; mavi, sarı, yeşil, beyaz gibi çeşitli renklerde semboller kullanmış olan eski Türkler, bir mızrağın ucuna bağladıkları, umumiyetle ipekten yapılmış bu alametlere batrak, badruk, bayrak gibi isimler verdiler. Dokuzuncu asırdan itibaren kitleler halinde Müslümanlığı kabul eden Türkler de çeşitli bayraklar kullandılar. Bu bayraktaki en büyük özellik, İslami motif ve unsurların ön plana geçmesiyle birlikte, milli motif ve sembollere de yer verilmesi idi. İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Gazneliler’in bayraklarında, yeşil zemin üzerinde beyaz hilal ve kuş resimleri vardı. Karahanlılar’ın bayraklarında al renk üzerinde dokuz tuğ resmi bulunuyordu. Diğer Müslüman Türk devletleri de çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullandılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk yıllarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullandılar. Bu bayrak Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmişti. Selçuklularda hanedan rengi olarak kabul edilen al renkli bayraklar da vardı. Haçlı seferlerine göğüs geren Selahaddîn-I Eyyübi'nin bayrağı sarı renkli olup, üzerinde hilal bulunuyordu. Bu şekil hem bu devletin bayrağı, hem de Avrupalılar tarafından İslamiyet’in sembolü olarak kabul edilmiştir.Osmanlılar zamanında da çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. Osmanlılarda bayrak; padişahı, dolayısıyla devleti temsil ederdi. Zira padişah, devleti temsil etmekteydi. Padişah bayrak ve sancaklarını, Emir-i Âlem denilen pasa ile bunun maiyetindeki saltanat sancaklarıyla mehterhane takımını ihtiva eden bölükler taşırdı. Ayrıca her ocağın, her birliğin hatta her ortanın (taburun) ayrı sancağı vardı. Sancaklar da çeşitli renklerde kullanılmıştır. Yeşil ve kırmızı renklerin hakim olduğu bayrak ve sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi kırmızı daha doğrusu al idi. Al renk, doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi. Padişahın yorganı, çarşafı, yastığı al renkteydi. Al renk esasında Selçuklularda da hanedan rengi olarak kabul ediliyordu. Osmanoğulları, Selçukoğullarının meşru varisleri olarak bu rengi devralmışlardır. Bu husus al renge tamamen bir milli karakter vermiştir ki, bugün de devam etmektedir. Selçuklularda bu rengi selefleri olan Karahanlılardan almışlardı. Kırmızıyı süsleyen ayin menşei ise destanlar dönemine kadar dayanır. Yıldız ise daha sonraki devirlerde konulmuştur.Osmanlıların ilk bayrağı, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mes'üd tarafından Osman Bey'e gönderilen hediyeler arasındaki beyaz renkli bayrak idi. On dördüncü asırdan itibaren çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı. Kamüs-ül-a'lam'da bildirildiğine göre, Osmanlı sancağının rengini ve (bugünkü ayyildızlı Türk bayrağının) seklini tayin eden, sultan birinci Murad ve Yıldırım Bayezîd devirlerinde yaşayan Tîmürtas Paşa’dır. Bu asırda Osmanlı donanmasında ve azap kıtalarında kırmızı; yeniçeri kıt'alarında beyaz bayraklar kullanıldığı, Fatih Sultan Mehmet'in muasırı olan tarihçi Türsün Bey'in ifadelerinden anlaşılmaktadır. On beşinci asırda Osmanlıların kırmızı bayraklar kullandıkları, Asıkpasazade'nin Alaşehir’de dokunan bir nevi al kumaştan bayrak ve hil'at yapıldığı hakkındaki kaydında yer almaktadır. Muhtelif kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre, Osmanlılar kuruluştan İtibaren diğer İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, çeşitli bayraklar kullandılar. On beşinci asırda padişaha ait sancaklardan başka çeşitli askeri birliklere ve büyük devlet adamlarına, beylerbeyi, sancakbeyi, donanma kumandanı ve reisleriyle azap ocaklarına ve ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayrak ve sancaklar vardı. Bu bayrakların ve sancakların üzerinde muhtelif sekil ve yazılar bulunurdu. Yeniçeri ocağının muhtelif ortalarının (tabur) kendileri ne mahsus nişanları vardı. Kışlaların kapılarına asılan ortaların bayraklarına bu alametler nakşedilirdi. Bu asırda yeniçerilere ak, sipahilere kırmızı, silahdar bölüğüne san, orta ve aşağı bölüklere alaca renkli olarak verilen bayraklar bu birliklere verilen sancak mahiyetinde idi. Çünkü Osman Gazi'den İtibaren Kanuni Devri de dahil olmak üzere padişahlara mahsus olan bayrak beyaz renkli idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerinde, otağının önüne hakimiyet alameti olan beyaz ve kırmızı renkli bayraklar dikilmişti. Ayrıca Yavuz Sultan Selim zamanında, bugün Topkapı Sarayı mukaddes emanetler dairesinde bulunan, Peygamber Efendimize ait olan Sancak-ı Şerif Osmanlılara geçti. Asırlardır muhafaza edilen Sancak-i Şerif kılıf içinde bulundurulur, asla açılmazdı. Sefer-i hümayunlarda padişahlar beraberlerinde ***ürürlerdi. Halifelik alametlerinden biri olan Sancak-ı Şerif, devleti son derece tehdit eden hallerde ve isyanlarda padişahîn emriyle çıkarılır, millet, asilere karşı Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağrılırdı. Bu suretle millet birlik içinde hareket ederek isyanı bastırırdı.Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran seferinde ilk defa olarak kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra da hemen her zaman sık sık kullanılmıştır. Osmanlılar; hilafete de sahip olduklarını göstermek için kullandıkları yeşil renkli sancak, Barbaros Hayreddîn Pasa ve Utul Ali Reis'in donanmalarında da kullanıldı Sultan I. Mahmut devrinde donanma bayrağı olarak kabul edildi.Kanuni Sultan Süleyman devrinde de beyaz, alaca, kırmızı ve san bayraklara siyah ve yeşil renkliler ilave edildi. Doğrudan doğruya padişahın hassa kuvvetini teşkil eden kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle saltanat sancakları sayılırdı. Macaristan seferine çıkan ve orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrahim Paşa’ya; beyaz, yeşil ve sarı renkte üç sancakla iki kırmızı, iki de alaca bayrak verilmesi bu hususu ispat etmektedir. Topraklı süvarinin yukarısı yeşil, aşağısı kırmızı renkte olmak üzere iki renkli bayrağı vardı.Osmanlı ordusunda olduğu gibi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. On besinci asırda genellikle kırmızı renkli bayraklar kullanıldığı halde on altıncı asırda kumandana mahsus bayrağın yeşil, derya beylerinin ise beyaz, kırmızı, sarı, sarı kırmızı, ufki çizgili alaca bayraklar kullandıkları görülmektedir. Bu asırda ticaret gemilerinin beyaz bayraklar taşıdıkları da bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Daha sonraki asırlarda da kaptan paşalara mahsus olan bayrak yeşil idi. Gemi sancaklarında en ziyade kırmızı renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da kullanılmıştır. Bunların kimlere ait olduğu üzerlerindeki şekillerden anlaşılırdı. Sultan I. Mahmut devrinden sonra donanmada daha çok yeşil sancaklar kullanılmaya başlandı.Kalyonların kıç sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus forslar da yeşil zemin üzerinde Zülfikar ve hilal şekillerini ihtiva ederdi. Sultan III. Selim zamanında ordu ve donanmada yapılan yeni düzenlemeler esnasında bayraklar üzerindeki hilal şekline, sekiz köseli yıldız ilave edildi. Bayrak meselesinin belirli esaslara bağlandığı bu devirde, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayraklar tespit edildi. Padişaha mahsus gemiye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde Sultan III. Selim’in tuğrası vardı. Ticaret gemilerinin taşıdığı bayrakların renk ve şekillerinin tespit edildiği bu dönemde, Cezayir Beylerbeyi’nin, üst köşesinde beyaz renkte sarıklı bir insan başı bulunan kırmızı bayrağı vardı. Bu dönemde kumandan forsları yeşil olup, beylerbeyliğe ait ticaret gemilerinin bayrağı; yeşil, beyaz, kırmızı üç ufki parçadan meydana gelmişti. Tunus ve Cezayir ticaret gemileri ortası yeşil olmak üzere iki mavi, iki kırmızı, beş ufki parçadan meydana gelen bayraklar taşıyordu, Trablus Beylerbeyi ile İstanbul limanına mahsus sancak, üç hilalli olup yeşildi. Sultan III. Selim devrinde kurulan Nizam-i Cedîd Ordusu kıta’ları için ortasına sarı sırma ile bir hilal yahut ortadaki hilalden başka dört kösesine de hilaller islenmiş kırmızı veya fes rengi bayraklar kullanıldı.Sultan II. Mahmut zamanında da bayrak şekilleri hemen hemen aynı devam etti. Ancak bu devirde kalelere ve hükümet binalarına ayyıldızlı al sancak çekildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine bunlara ait hususi bayrakların kullanılmasına son verildi. Yeniçeriler arasında çok yayılmış olan yeniçeriliği ve Bektaşiliği hatırlatan bir takım kelimelerle birlikte bayrak kelimesinin kullanılması da yasak edildi. Bunun yerine sancak kelimesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi.Yeniçerilerin son zamanlarında genellikle kırmızı renkte, üzerinde beyaz bir pençe, bir Zülfikar ve bir daire sekli bulunan çatal uçlu bayraktar kullanıldı.Sultan II. Mahmut tarafından kurulan Asakır-i Mansüre-i Muhammediyye'ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şahadet veya fetih ayetleri bulunan siyah bayraklar yapıldı. Siyah rengin tercihi Peygamber Efendimizin Ukab adli meşhur siyah sancağının rengini taklit etmek maksadıyladır.İkinci meşrutiyetin ilanına kadar orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını taşıyan sırma saçaklı çeşitli alay sancaktan kullanıldı ve ondan sonra da bu adet devam etti. Bu sancakların rengi umumiyetle kırmızı idi.Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda İlk defa 1793'de devletin resmi bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız, sekiz köseli idi. Bu bayrak Osmanlı Devleti'nin resmi ve umumi sembolü olarak kullanıldı. Sultan I. Abdülmecit zamanında 1842'de yıldızın beş köseli olması kararlaştırıldı ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti. Bu devirde padişaha ait tuğralı sancaktan başka hükümdarın gemileri ziyaretinde kullanılan, ortasında güneş ve dört kösesinde de şualar bulunan bir sancak daha vardı. Kaptan paşaya mahsus sancakta; bir hilal ile sekiz köseli yıldız mevcuttu. Osmanlı hâkimiyetinde bulunan, Tunus, Eflak, Boğdan beyleri ile Sırp prensliğinin özet bayraklarında; Osmanlı bayrağının kırmızı rengiyle birlikte mavi, beyaz, san gibi mahalli renkler de kullanılırdı. Tunus beyinin sancağının, ortasında kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz daire içinde kırmızı hilal ve yıldız sekli mevcuttu. Sırp, Eflak ve Boğdan beylerbeyleriyle Sisam adasına ait hususi bayrakların üst köselerinde, Osmanlı hâkimiyetinin sembolü olmak üzere, kırmızı zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı, Eflak bayrağı İle mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikincisinde de bir öküz başı mevcuttu.Sultan Abdülaziz zamanından başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte sekiz suali bir güneş içinde alınması adet oldu. Sonradan bu bayrağın rengi vişneçürüğü olarak değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.Sultan II. Abdülhamit zamanında Cuma namazı münasebetiyle yapılan selamlık resminde hilafete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz ile işlenmiş dört köşe bir çerçeve içinde; bir tarafında Fetih süresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilalli bir sancaklı.1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılması üzerine halifeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz suali beyaz bir güneş içindeki kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul edildi ve saltanata mahsus bayrak kaldırıldı. Lakin daha önceki milli bayrak muhafaza edildi. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 25 Teşrin-i Evvel 1925'de bir sancak talimatnamesi çıkarılarak, harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul olundu. 29 Mayıs 1936 tarih ve 2994 sayılı Kanunla Türk Bayrağı’nın şekli ve ölçüleri kesin bir şekilde tespit edildi. 28 Temmuz 1937 tarih ve 2/7175 sayılı Kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük ( Türk Bayrağı Nizamnamesi ) ile de Türk Bayrağı'nın kullanılışı kural altına alındı

Kuraklığa Türk tozuyla çözüm

Kuraklığa Türk tozuyla çözüm
SERKAN OCAK
İSTANBUL - Tarım üzerine arge çalışmaları yapan Ecotech firması, yüzde 90 su tasarrufu sağlayan toz geliştirip patentini aldı. Mersin Tarsus merkezli Ecotech Genel Müdürü Halil Öztoprak, Çukurova Üniversitesi uzmanlarıyla birlikte geliştirdikleri tozla çölde bile tarım yapılabileceğini söyledi. Öztoprak'a göre ürünü geleceğin vazgeçilmezi olacak: "Yeryüzündeki içme sularının yüzde 80'i tarımda kullanılıyor. Bunun yüzde 90'ı yeraltına inip kayboluyor. Yüzde 3 kadarı buharlaşıp havaya karışıyor. 100 litre suyun üç-beş litresi bitkiye faydalı. Bizim yaptığımız bu kaçışı engellemek. Eskiden 100 litre su kullanılırsa, tozla 10 litre su kullanmak yeterli. Bunu da yüzde yüz doğal malzemeyle yaptık. Ürünün muadili ABD'de de var ama kimyasal içeriğinden dolayı tercih edilmiyor üstelik pahalı." 'Saksıya 1 gram koy, bir ay tatile çık' Peki bir tür sünger görevi yapan selüloz esaslı bu toz nasıl kullanılıyor? Öztoprak'a göre kullanım basit: "Bitki köküne 5-10 gram, ağaçlara 100, fidanlara 50 gram dökülüyor. Tarımın her alanında kulanılıyor. Bin metrekare buğday tarlası için üç beş kilogram kullanmak yeterli. Dört yıl boyunca etkili. İthal ürünün fiyatı 40 avroyken bizim patentini aldığmız ürünün kilogramı 10 avro. Mersin Tarım Fuarı'nda ilk kez tanıtıma başladık. Büyük ilgi gördü. Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta çim yetiştirdik. Bu yöntemle çölde de tarım yapılır ancak verimlilik daha az olur. Suudi Arabistan'da bir üniversite de kullanılacak. Önümüzdeki ay Dubai'de tanıtımını yapacağız. kullananların tepkisi çok olumlu. Örneğin salatalıklar çoşmuş." Ar-ge çalışmaları Çukurova Üniversitesi Ziraat Mühendisliği Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Cumali Karaman tarafından yürütülen çalışmada, peyzaj ve ziraat mühendislerinin de destek alınmış. 'Ecosorb' için 10 yıldır çalıştığını anlatan Karaman, ürünün tarlalarda da tatile giderken evlerdeki saksılarda da kullanılabileceğini anlattı: "Ürünün temel prensibi bitkinin kök bölgesini nemli tutmak. Ayrıca tutulan suyun bitki tarafından alınabilecek formda olması da önemli. Bu materyali bitkinin kök bölgesine konmuş bir sünger olarak düşünebiliriz. Suyu bünyesine tutup şişiyo. Bitki suyu kullandıkça bözülüyor ve bunu defalarca tekrarlıyor. Bu ürünün dünyada benzerleri, örneğin ABD'de de üç muadili var. Biz farklı olalarak bitkisel orjinli selülozdan üretiyoruz. Ürünün ömrü mikroorganizma faaliyetine bağlı olarak iki ila beş yıl. Küresel ısınmada daha az su ile bitkisel üretim yapma olanağı sağlaması açısından son derece önemli. Üç dört günde bir sulanan bahçe 10-15 günde bir sulanabilir. Her gün sulanan çimler sekiz - 15 günde bir sulanıyor. Evdeki saksılara 1 gram koyarak tatile rahat çıkılabilir. Bunu damla sulama yapılan alanlarda da kullanarak daha az su tüketimini sağlarız."
Kaynak: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=852898