Sayfalar

25 Ocak 2008 Cuma

ESKİ TÜRKLERİN DİNİ ŞAMANİZM DEĞİLDİ


"TUR", "TURK/TÜRK" "ŞAMAN/ŞAMANİZM" ne Demektir?
Türklerin eski dinleri şamanizm mi idi?

İnsanlık semavi dinlerden önce nasıl bir dine inanıyordu? Söyledikleri gibi "Gök" ya da "Kök" tanrı dinine veya "Çok tanrılı Şamanizm"e mi inanıyordu? Dinin adı ne idi? Yoksa "Paganizm"mi idi? Türkler tek tanrılı bir dine mi inanıyorlardı yoksa, çok tanrılı bir dine mi inanıyorlardı? "Maniheizm", "Budizm" neyin nesi idi? Türkleri müslüman yapmak için korkunç katliamlar yapatıran ve "Kafir" ilan eden "Zalim Haccac" lakablı Arap komutanın dediği gibi bu Türkler "dinsiz", "kafir"lermiydi?
Oldukça karışık ve çeşitli kavramlar birbirinin içine geçmiş durumda görünüyor. Şimdi bu kargaşayı biraz ayıklayıp tane tane netleştirelim. Öncelikle en yaygın öğretilenlerden başlayalım.Türkler Musaevi/Musevi ve İsaevi/İsevi (hırıstiyan) olmadan önce "Şamanizm" dinine inanmıyordu. Bir dinleri vardı, ama dinlerinin adı "Şamanizm" değildi. Pekala, "Şamanizm" neyin nesi, kim çıkardı? Gelin şimdi bu konuyu enine boyuna inceleyelim ve sorgulayalım: Avrupalı bilim adamları "Türkolog" ünvanlı kişiler, Orta Asya'da, kendi köklerini ararken bazı din adamı gibi görünen (Avrupada benzeri olmayan vasıfta ) bazı kişilere rastladılar. Bu kişilere yerli halk "Şaman" (Şamman) diyorlardı. Ancak şaman kelimesi sadece Tunguzlar tarafından dile getiriliyordu. Diğer Türk toplulukları "Kam" diyorlardı. Bu değişik söyleyiş şekli hiç dikkate alınmamış ve aynı zamanda da Şaman denen kişiliğin halk arasında ne gibi bir özelliğe ve işleve sahip olduğu hiç araştırılmadan hemen bir din adamı şablonuyla isimlendirilmiştir. Halbuki "Şaman" bir din adamı değildir. Din adamı olmadığı gibi, dinin adı da "Şamanizm" değildir. Tunguzlarda "Şamanizm", diğer boy ve topluluklarda ise "Kamizm" ya da "Kamanizm" mi olması gerekiyordu bu dinin adı? Hayır! Bu Avrupalı araştırmacıların uydurmasıdır. Ne yazık ki, bizim bilim adamlarımız "bilim adamı" değilde, "Bilim adamının adamı" oldukları için, onların dediklerini tekrar etmekteler. Dolayısıyla ne araştırılıyor ne de sorgulanıyor. Böyle gelmiş böyle gidiyor. İşin en vahim yanı, ders kitaplarında binlerce insana bu saçma sapan bilgiler öğretiliyor.
"Şaman" bir din adamı değildir. Daha çok müzikle tedavi yapan bir pisikolog veya biyoenerjisttir. ( Şamanizm hakkında birçok araştırmacı bilgiye ulaşma ne kadar kolay olduğu halde hala birbirlerinin tam zıttı şeyler yazmaktadırlar. )
TÜRKLERİN DİNİ "ŞAMANİZM" DEĞİL, "TUR" İDİ.
Türklerin dinlerinin adı "Şamanizm" değil dedik. Acaba "Gök / Kök Tanrı Dini" mi? Türkler Gök Tanrıya inanırlardı (Gök yüzünü, yani semayı ve semada bulunanları kutsal sayarlardı). Hatta, "Gün, Ay, Yıldız, Dağ, Deniz ve Gök " adlı tanrılara inanırlardı. Aslında bunları tanrı olarak değilde kutsal birer ruh olarak görürlerdi. Ancak "Yer Tanrı'ya" da inanırlardı. Tüm Altay'ik kökenli toplulukların dinlerinin ismi "TUR" idi.
Tur kelimesini tüm Orta Asya'da yaşayan Altay'ik kavimler kullanıyordu. Bu Altay'ik dilin ve inancın güney türkçesi olan Sümerler "Par-Nar" diyordu. Sümerce'den türeme bir dil olan Farsça'da "Pur", Sümerce'den gelişme Ak-Adca'nın diğer bir kolu olan Arapça'da ise "Nur" dur. Yani TUR Kelimesi farklı topluluklarda ve farklı kültürlerde farkı söyleyişe sahip eşanlamlı bir kelimedir: Tanrı, Işık, Işın, Ateş ve Güneş anlamlarında cisimleştirmeyle ifade etmişlerdir. Gerçekte TUR kelimesi bir dönmeyi, bir döngüyü ifade etmektedir. Tur görünmeyen ancak hissedilen manevi bir şeydir. Herşeyde bir döngü vardır. Bütün canlı ve cansız varlıklar bu döngüye tabidir. Canlılar doğarlar, büyürler ve vakti saati dolduğunda ise birgün ölürler yok olurlar. Dünya döner. Gün, ay, yıl, mevsimler hep bu döngüden oluşur. Aslında herşeyde bir döngü var. Bu döngüye insanın gücü yetmez. Bu döngü çok büyük bir döngüdür. Tüm Evreni kapsayan, Evrenin de yaratıcısı bir döngüdür. İşte herşeyi kapsayan ve herşeye hükmeden bu döngüye atalarımız TUR adını vermiş ve ANA TANRI olarak görmüş. En yakın cisimleştirdiği ve kişileştirdiği varlık ise GÜNEŞtir. Daha sonra Ay, Gezegenler ve Yıldızlardır. Onları tanrının bir hali olarak gördüklri için sürekli gözlemeye ve iletişim kurmaya çalışmışlar. O insanlar ancak o kadar akıl edebilmişlerve öyle inanmışlar. Yani bir inançları ve bir Tanrıları var idi. Arap Savaşçıları'nın idda ettikleri gibi "Dinsiz-Kafirler" değillerdi.
"TÜRK / TURK" KELİMESİNİN ANLAMI
Şimdi gelelim "TÜRK" kelimesinin kaynağına: Tur kelimesini öğrendik. Türk kelimesinin esas söylenişi TURK şeklinde olması gerek. Tur: Tanrı, Turk ise; tanrıya inanan, dini bütün, dindar kişi demektir. Oradaki "K" harfi "Kiji", yani "Kişi" anlamını ifade eder. O zamanın insanlarının inanç sistemi şimdiki İslam inancı kadar gelişmiş bir olgunlukta olmadığı için Yaratıcı'yı kişileştirme yoluna gidiyordu. Kur'an-ı Kerim'in Nur Suresi'nde "Allah nurların nurudur" deniyor. Yani Allah, Hz. Muhammed (S.A.V.) aracılığıyla gönderdiği kitabında "dininizi tamamladım" demektedir. Allah Nur değildir. Ateş ve Yıldız da değildir. "Nurların Nuru'dur" diyor ve insanlığa doğrusunu anlatıyor. Fakat , bu anlattıklarımız Musevilik ve İsevilik'ten önce olan, Kadim Din (insanların ilk inancı) inancının yaşandığı bir inanç sistemidir. TURK: Tanrıya ulaşmış, tanrılaşmış, arık can olmuş, tanrısal vasıflara ulaşmış, yücelmiş, ululaşmış, Enelhak olmuş kişi anlamlarına gelir. Turk/Türk kelimesi, ilk başlarda hiç bir topluluğun siyasi bir kimliği değildi. Ancak görüldüğü gibi inanç sisteminde çok önemli bir yere sahipti. Daha sonraları kendiliğinden Turkman kelimesi kullanılmaya başlandı. Daha sonraları Müslümanlığı kabul etmiş Türklere TURKMAN/Türkmen denmeye başlandı. Bulundukları yerlere/topraklara da TURKIYA/TÜRKİYE, ya da TURKİSTAN/TÜRKİSTAN denmeye başlandı. Bu söyleyişleri yine Türk insanı başlatmadı. Türk olmayanlar öyle adlandırıyorlardı. Yani Türklerin dışındakiler. Türkiye Cumhuriyeti'nin ismide öyle çıkmıştır. Anadolu'yu Avrupalılar TURKIYA veya TURKIA gibi kelimelerle anıyorlardı. Biz o zamanlar Osmanlı idik ve Anadolu'daki insanları ETRAK / E-TURaK diye adlandırıyorduk.
Şimdi bu izahtan sonra Atatürk'ün
"NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!"
sözünü bir daha gözden geçirip, bir de bu açıdan inceleyin lütfen.

24 Ocak 2008 Perşembe

Kar Taneleri ve Wilson Bentley

Kar Taneleri ve Wilson Bentley

Kar tanelerini ilk kez inceleyen bilim adamı. Hikayesi ise şöyle; Wilson Wentley, bazılarının gözünde gerçek bir deliydi. Ne zaman kar yağsa, hemen tepsisini alır ve kar tanelerini yakalamaya uğraşırdı. Yol ortasına kurduğu fotoğraf makinasıyla kimselerin aklına gelmeyen bir şeye, kar tanelerinin fotoğraflarını çekmeye çalışırdı. Onun bu tuhaf davranışları bir tek çocukların hoşuna gider ve çalışmaları sırasında etrafından ayrılmazlardı. Onların Wille amca diye çağırdıkları bu garip insan, tarihe kar tanesi adam olarak geçti. Will Bentley, kar tanelerinin fotoğraflarını çekebilen ilk insandı. Ve her kar tanesinin birbirinden farklı eşsiz bir güzellikte olduğunu gösteren de yine ilk Bentley oldu. Bentley, henüz onbeş yaşlarındayken, annesi kendisine bir mikroskop hediye etti. Zaten oldukça meraklı bir çocuktu. Mikroskobu elinde bütün gün dolaşır durur ve bulduğu herşeyi daha yakından görmek için tükenmez bir enerjiyle çalışırdı. Kar yağdığı bir gün, elinde mikroskopuyla dışarıya çıktı. Ve havada uçuşan milyonlarca kar tanesinden biri Wilson Bentley'in mikroskobunun camına konuverdi. Meraklı çocuk mikroskoptan baktığında o güne kadar görmediği, o güne kadar hiçkimsenin görmediği muhteşem bir tabloyla karşılaştı. Kar kristalleri altıgen ve olağanüstü bir güzellikte karşısında duruyorlardı.. Bentley, kar tanelerini daha iyi görebilmek için hemen eve koştu ve annesinden siyah kadife bir parça kumaş aldı. Kumaşa düşen her bir kartanesi çok daha net bir şekilde görülebiliyordu. Wilson Bentley o sırada bir şey daha farketti. O ana kadar gördüğü kar tanelerinin hiçbiri bir diğerine benzemiyordu. Bu onu çok heyecanlandırmıştı. Sonraki yıllarda Bentley, kar tanelerini izlemeye devam etti. Onların resmini yapmak istiyordu ama resim kabiliyeti neredeyse hiç yoktu. Onyedinci yaş gününde, büyük bir süprizle karşılaştı. Bütün aile paralarını biriktirmiş ve ona 100 dolar'a bir fotoğraf makinası almışlardı. O günler için bu küçük bir servet demekti. İki yıl boyunca Wilson Bentley, kar tanelerinin fotoğrafını çekmeye çalıştı. İlk fotografını çektiği gün, defterine şu notu düşmüştü:"15 ocak 1885. sıcaklık 2 c, rüzgarlı bir hava. Yaklaşık 13 mm boyunda kar taneleri düşüyor. İlk kar kristalleri çekildi! Wilson Bentley, tam kırk yıl boyunca kar tanelerini fotoğraflamayı sürdürdü. İlk başta yaptıklarını çok tuhaf bulup kendisine deli diyenler dahil herkes onu zamanla çok sevdi. Dünyada kar taneleri hakkında en çok bilgi sahibi olan kişi olarak bilindi ve kar tanesi adam olarak meşhur oldu. Zaman zaman, yakaladığı bir kar kristalinin erimemesi için nefesini tutarak çalışan bu adam, o eski makinesiyle tam 6000 fotograf çekti. İnsanlar gelip fotograflarını parayla satın aldılar, para ve şöhret onu hiç değiştirmedi. Altmış yaşlarındayken, kar taneleri hakkında yazdığı kitabı basıldı. dostlarının anlattığına göre ölümünden bir hafta kadar önce çok soğuk ve karlı bir havada dışarıya çıkmış, yeryüzüne ağır ağır süzülen, bu kristal çiçeklerin resmini çekmeye çalışıyordu. Her zamanki gibi, kocaman bir fötr şapka, kalın bir palto ve siyah eldivenlerini giymişti. Bu kısa boylu ufak tefek adam, yeryüzüne düşen bütün kar tanelerinin fotoğrafını çekmek isteyebilecek kadar büyük bir yürek taşıyordu.

20 Ocak 2008 Pazar

Çağımıza Yön Veren Türklerin tasarımına Oskar Ödülü
















Çağımıza Yön Veren Türklerin tasarımına Oskar Ödülü
Uçan balık Volitan

20 Ekim 2007 Hakan GENCE

Ankaralı tasarımcıların kurduğu Designnobis, mobilyadan zırhlı askeri araca kadar pek çok farklı şey üzerinde çalışıyor. En son projeleri Volitan isimli tekneyle NewYork’ta 32 ülkeden binin üzerinde projenin yer aldığı organizasyonda "En iyi tekne tasarımı" ve "Yılın en iyi ulaşım aracı" olmak üzere iki birincilik kazandı. Designnobis, bir buçuk yıl önce Dr. Hakan Gürsu ve dört genç tasarımcıyla birlikte Ankara’da kuruldu. Bir tekno kent şirketi olarak hizmet vermeyi hedefleyen oluşum; yeni ürün geliştirmeyi ve endüstriyel tasarım hizmetleri verip Türkiye’yi bu alanda yurtdışında tanıtmayı amaçlıyor. Şimdilerde pek çok farklı alanda ürün tasarlıyorlar. Testaş için takometre ve taksimetre, Profilo Telra için benzinlikte araç tanıma kiti, elektrikli hastane yatağı, çaydanlık, zırhlı askeri araç, zücaciye ürünleri, iç ve dış mekan mobilyaları bunlardan bazıları. Son projeleri de Volitan. Volitan, uçak görünümünde bir tekne. Designnobis, bu çalışmayla önce ABD’de Business Week sponsorluğunda düzenlenen Design Excellence 2007’ye katıldı. Ancak 3 bin proje arasında ilk 10’a kalmasına rağmen derece alamadı. Bu sonuçtan tatmin olmayan tasarımcılar, New York’ta her yıl düzenlenen ve dünyanın en prestijli yarışmalarından birisi kabul edilen "Uluslararası Tasarım Ödülleri 2007"ye (IDA 2007) katılmaya karar verdi. IDA mimarlık, iç mimarlık, moda, ürün ve grafik tasarımı konusundaki uluslararası ve sıradışı tasarım çalışmalarının ayrı ayrı gruplarda değerlendirildiği en kapsamlı organizasyonlardan biri. Dünyaca ünlü tasarımcıların juri olduğu yarışmada, hedeflediğiniz kriterlere ne kadar başarıyla yaklaştığınız, ürünü nasıl kurguladığınız ve bitmiş ürünün profesyonellik düzeyi sonucu birinci derecede etkiliyor. Volitan, bu kriterlere uygulunluğuyla "En iyi tekne tasarımı" grubunda ve pek çok alt grubun yer aldığı "Ulaşım" grubunda "Yılın en iyi ulaşım aracı" tasarımı olmak üzere iki dalda birincilik kazandı. Bu birincilikler Designnobis’in ilk başarısı değil. Daha önce de üç yurtdışı ve beş ulusal yarışmada toplam sekiz ödül aldılar.
İSMİNİ AKDENİZ’DEKİ UÇAN BALIK’TAN ALIYOR
Volitan iki aylık yoğun bir çalışmanın eseri. Hakan Gürsu’nun geliştirdiği proje, tasarımcı Sözüm Doğan’ın da katılımıyla uygulama ve modelleme aşamasına geçmiş. ismini Akdeniz’de yaşayan tek uçan balık türünden alıyor. Ekibin çevreye ve Akdeniz’de kaybolmaya yüz tutmuş türlere dikkat çekme istekleriyle de buldukları bu isim örtüşüyor. Bütün araştırma ve geliştirme çalışmalarını sponsor desteği almadan kısıtlı olanaklar çerçevesinde hazırlayan ekip, projenin son aşamasında TÜBİTAK MAM Enerji ajansının kurumsal desteğini görüyor. Benzer projeler yapan diğer uluslararası tasarım ekiplerinin şartlarına sahip olmamalarının motivasyonlarını daha da artırdığını söylüyorlar. Çalışmalarını daha iyi anlatabilmek amacıyla kısa bir animasyon filmi de hazırladılar.
Videoyu izleyebilmek için
http://www.youtube.com/ adresine Volitan yazmanız yeterli.
IDA 2007’de dünyanın en iyi mimarlarından biri olarak kabul edilen Zaha Hadid ile British Airways yeni uçak koltuklarıyla, Apple firması da çocuklar için tasarladığı yeni dizüstü bilgisayar ürünüyle bu yıl derece aldı. Yarışmanın ardından Designnobis ekibi, Avusturalya’dan tekneyi hayata geçirmek için ilk teklifi aldı bile. Ama öncelikli hedefleri şartların gelişimiyle Volitan’ın suya indiğini görmek. Bu hayallerinin Türkiye’de gerçekleşmesini özellikle istiyorlar.Dünyayı dolaşacak, 100 bin tirajlı kitaba girecekKazanan eserler yıl süresince saygın müzelerde, uluslararası ortamlarda sergileniyor. Projeler dünyayı dolaşıyor. Volitan’ın tasarımcıları Hakan Gürsu ve Sözüm Doğan IDA tarafından 100 bin tirajlı basılan kitaba girmeye hak kazandı. Değerli Denizciler, Akdenizde yaşayan uçan bir balık türü olan VOLITAN; Latince'de hızlı yol alan anlamına geliyor. Ama bundan sonra, 'VOLITAN' kelimesi sanırım tüm yelkencilerin bildiği ve konuştuğu bir 'kavram' haline gelecek. Çünkü 'VOLITAN' yepyeni bir 'tekne tasarımı' adı... İşin olağanüstü tarafı, bu tasarımın bir Türk tarafından ortaya atılmış olması. ODTÜ Öğretim Üyesi Dr. Hakan GÜRSU 'VOLITAN' adlı tekne tasarımı ile, 2007 Uluslararası Tasarım Ödülünü kazandı (IDA 2007). Hem Deniz Araçları hem de Tüm Ulaşım Araçları dallarında... Üstelik bu yarışma 'kazananların', yani daha önce birincilik alanların yarışması olduğundan, ödül 'Birincilerin Birincisi' unvanını da kapsıyor. İşte bu ödül için 'TASARIMIN OSCARI' da deniyor.Türkiye ve özellikle Yelkenciler başta olmak üzere bütün TürkVatandaşları için büyük bir onur ve iftihar kaynağı bence... Ama kaç kişinin haberi var bu ülkede??? Bu hafta sonu Milliyet Gazetesinin (16 Aralık nüshası) Pazar ekinde proje ile ilgili bilgiler geniş şekilde verildi. 'VOLITAN' bütün özellikleri ile alışılmışın çok dışında bir yelkenli tekne. Yakıtı olmadan da gidiyor ve yelkeni bulunmasına rağmen, rüzgar kesildiğinde de yol yapabiliyor. Şekli, yani tasarımı bildiğimiz bütün şekillerin ve hayallerimizin ötesinde. Tamamen çevre dostu! Rüzgarını, yakıtını ve içme suyunu kendi üretiyor. Olduğu yerde 'nokta dönüşü' yapabilen İLK ve TEK deniz aracı... Ömrü 80 yıl. Eşim ve ben yurt dışında yaşadığımız sürede okyanus aşmak amacıyla kullandığımız açık deniz teknelerimizde kullandığımız 'çevre dostu' (örneğin: Güneş Enerjisi kullanan motor ve cihazlar gibi) imkanlardan çok daha gelişmiş olanaklara sahip olduğu anlaşılan VOLITAN konusunu Yelkenciler'in ilgisine ve gündemine taşımak, yapıcı tartışmaya sunmak ve gelişmeleri mutlaka hep birlikte izlemeyi önermek istedik... Denizci ve Yelkencilere Saygı ve Sevgilerimizle...
GÜZİN / TUĞRUL ÜLGEN

SÜPER NANO MERCEKLER

Mikroskoplarda göremediğimiz küçük boyuttaki virüsler, görünür hale gelecek. Metamalzemelerle geliştirilen süper merceklerin optik dalga boylarında kullanılmasıyla, gözle görülemeyen molekül ve virüsler mikroskoplar altında incelenebilir hale gelecek. Nanoteknoloji temelli metamalzemeler sayesinde pozitif optiğin sınırları aşılacak ve farklı dalga boylarında da üstün özelliklere sahip süper mercekler yapılacak.Süper merceklerin üstün çözünürlüğü sayesinde nano boyutlarda elektronik entegre devreler de üretilebilecek. Yeni teknolojinin özellikle askeri uygulamalar ve tıp teknolojisinde önemli gelişmeler yaratması bekleniyor. Nanoteknoloji çalışmalarıyla ilgili bilgi veren Bilkent Üniversitesi doktora öğrencisi Aydın, fizik bölümündeki eğitimine başladığı ilk yıllarda yanlış bölümü seçtiğini düşündüğünden derslerine önem vermediğini anlattı. Aydın, Prof. Ekmel Özbay ile çalışmaya başladığından itibaren de dünyada çok az araştırmacının üzerinde çalıştığını, ancak geleceğin bilimi olarak adlandırılan nanoteknoloji alanında pek çok çalışma yürüttüğünü kaydetti. SPIE EĞİTİM ÖDÜLÜNÜN SAHİBİİlk 2 yıl önemli başarılar elde edemediğini, ancak çalışmalarının 3. yılında metamalzemelerin ışığı ters yönde kırdığını deneysel olarak gözlemlediklerini dile getiren Aydın, şunları kaydetti:”Metamalzemelerin değişik özelliklerini inceledik ve alanımızda önemli başarılara imza attık. Geçtiğimiz 6 yıl boyunca SCI indeksinde 32 makalem yayınlandı. Bu makalelerimize 500′ün üzerinde atıf yapıldı. Dünyanın en önemli optik derneklerinden olan SPIE’in optik ve fotonik alanında başarılı doktora öğrencilerine vermiş olduğu SPIE eğitim ödülünü Türkiye’den kazanan ilk araştırmacı oldum.”SÜPER LENSLERLE VİRÜSLER GÖRÜNÜR HALE GELECEK”Işığın negatif kırınımını, dalga boyundan küçük nesneleri gözlemleme imkanı sağlayan metamalzeme bazlı süperlensleri deneysel olarak gözlemleyen çalışmalar yaptığını” aktaran Aydın, şöyle devam etti: ”Bizim yaptığımız çalışmada yüksek çözünürlüğe sahip süper mercekler mikrodalga boyutlarında oluşturuldu. Bu çalışmanın bir sonraki aşaması, merceklerin optik dalga boyutlarında geliştirilmesi olacak. Bundan sonra, süperlensler önemli uygulama alanları bulacak. İnsanoğlunun limitli görme kapasitesini, süperlens teknolojisini kullanarak aşmak mümkün. Mikroskoplar da göremediğimiz küçük boyuttaki nesneleri lensler kullanarak büyütüyor ve görmemizi sağlıyor ama süperlensler ile daha da küçük nesneleri görmek mümkün olabilecek.”
GÖRÜNMEZLİK TEKNOLOJİSİ ÜZERİNE DE ÇALIŞIYORNanoteknolojinin günümüzde hızla ilerlediğini ve bu alanda kullanılan metamalzemelerle ilgili pek çok çalışma yürütüldüğünü anımsatan Aydın, bunlardan biri olan görünmezlik teknolojisinin dünyadaki ve Türkiye’deki gelişimiyle ilgili şu bilgileri verdi:

15 Ocak 2008 Salı

Bitkiler de duyabiliyor




Bitkiler de duyabiliyor

GÜNEY Koreli bilim adamları, bitkilerde duymayı sağlayan bir gen buldu. New Science dergisine konuşan uzmanlar, pirinç tarlalarındaki bitkilere Beethoven’ın “Ay ışığı” sonatını dinlettiklerini ve bitkilerin müzik dinleyerek daha hızlı büyüdüklerini söyledi. Bazı bilim adamları ise bu araştırmanın gerçeği saptırdığını savunarak , deneyi yapan uzmanları suçladı.
www.aksam.com.tr

Türk öğrencinin Büyük başarısı: Süper Mercek

Türk Öğrencinin Büyük Başarısı: Süper Mercek
Mikroskoplarda göremediğimiz küçük boyuttaki virüsler, görünür hale gelecek
Metamalzemelerle geliştirilen süper merceklerin optik dalga boylarında kullanılmasıyla, gözle görülemeyen molekül ve virüsler mikroskoplar altında incelenebilir hale gelecek. Nanoteknoloji temelli metamalzemeler sayesinde pozitif optiğin sınırları aşılacak ve farklı dalga boylarında da üstün özelliklere sahip süper mercekler yapılacak.
Süper merceklerin üstün çözünürlüğü sayesinde nano boyutlarda elektronik entegre devreler de üretilebilecek.Yeni teknolojinin özellikle askeri uygulamalar ve tıp teknolojisinde önemli gelişmeler yaratması bekleniyor.
Nanoteknoloji çalışmalarıyla ilgili bilgi veren Bilkent Üniversitesi doktora öğrencisi Aydın, fizik bölümündeki eğitimine başladığı ilk yıllarda yanlış bölümü seçtiğini düşündüğünden derslerine önem vermediğini anlattı. Aydın, Prof. Ekmel Özbay ile çalışmaya başladığından itibaren de dünyada çok az araştırmacının üzerinde çalıştığını, ancak geleceğin bilimi olarak adlandırılan nanoteknoloji alanında pek çok çalışma yürüttüğünü kaydetti.
SPIE EĞİTİM ÖDÜLÜNÜN SAHİBİ
İlk 2 yıl önemli başarılar elde edemediğini, ancak çalışmalarının 3. yılında metamalzemelerin ışığı ters yönde kırdığını deneysel olarak gözlemlediklerini dile getiren Aydın, şunları kaydetti:
”Metamalzemelerin değişik özelliklerini inceledik ve alanımızda önemli başarılara imza attık. Geçtiğimiz 6 yıl boyunca SCI indeksinde 32 makalem yayınlandı. Bu makalelerimize 500′ün üzerinde atıf yapıldı. Dünyanın en önemli optik derneklerinden olan SPIE’in optik ve fotonik alanında başarılı doktora öğrencilerine vermiş olduğu SPIE eğitim ödülünü Türkiye’den kazanan ilk araştırmacı oldum.”
SÜPER LENSLERLE VİRÜSLER GÖRÜNÜR HALE GELECEK
”Işığın negatif kırınımını, dalga boyundan küçük nesneleri gözlemleme imkanı sağlayan metamalzeme bazlı süperlensleri deneysel olarak gözlemleyen çalışmalar yaptığını” aktaran Aydın, şöyle devam etti: ”Bizim yaptığımız çalışmada yüksek çözünürlüğe sahip süper mercekler mikrodalga boyutlarında oluşturuldu. Bu çalışmanın bir sonraki aşaması, merceklerin optik dalga boyutlarında geliştirilmesi olacak. Bundan sonra, süperlensler önemli uygulama alanları bulacak. İnsanoğlunun limitli görme kapasitesini, süperlens teknolojisini kullanarak aşmak mümkün. Mikroskoplar da göremediğimiz küçük boyuttaki nesneleri lensler kullanarak büyütüyor ve görmemizi sağlıyor ama süperlensler ile daha da küçük nesneleri görmek mümkün olabilecek.”
GÖRÜNMEZLİK TEKNOLOJİSİ ÜZERİNE DE ÇALIŞIYOR
Nanoteknolojinin günümüzde hızla ilerlediğini ve bu alanda kullanılan metamalzemelerle ilgili pek çok çalışma yürütüldüğünü anımsatan Aydın, bunlardan biri olan görünmezlik teknolojisinin dünyadaki ve Türkiye’deki gelişimiyle ilgili şu bilgileri verdi:”Metamalzemelerin uygulama alanlarından birisi geçtiğimiz sene ortaya atıldı. İngiliz fizik profesörü Sir John Pendry bu yapıları kullanarak ‘görünmezlik pelerini’ elde edilebileceğini teorik olarak ispatladı. Ayrıca mikrodalga boyutlarında deneysel olarak da bu etki gözlemlendi. Türkiye olarak bizlerin de gelecekte önemli uygulamalara kapı açabilecek böylesine önemli bir konu üzerinde tecrübemiz olduğu için şanslıyız. Biz bu konu ortaya çıkar çıkmaz çalışmaya başlamıştık.”
”Benim kişisel hedefim Türkiye’nin bilim yolculuğunda elimden gelen yardımı yapabilmek. Doktora hayatım boyunca ülkeme bu açıdan faydalı olduğumu düşünüyorum. Kazandığımız bu ivme ile gelecekte bilim alanında çok daha iyi yerlere geleceğimize eminim” diyen Aydın, doktora sonrası çalışmaları için dünyanın önde gelen üniversitelerine gitmek, oralarda kazanacağı tecrübe ile Türkiye’ye dönerek bilimin gelişmesine katkıda bulunmak istediğini kaydetti.
PROF. DR. EKMEL ÖZBAY NE DİYOR?
Descartes ödülü sahibi Bilkent Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma Merkezi (NANOTAM) Başkanı Prof. Dr. Ekmel Özbay ise Koray Aydın’ın son çalışmaları ile ilgili soruları yanıtlarken, normalde mikroskoplarda kullanılan lenslerin çözünürlüğünün bir dalga boyunun altına inemediğini belirterek, nanoteknolojide kullanılan metamalzemelerin ise çok yüksek çözünürlüklü merceklerin üretilmesinin yolunu açtığını kaydetti.Öğrencisi Aydın’ın son çalışmasının lenslerin çözünürlüğü konusunda kendi alanında bir dünya rekoru kıracak kadar başarılı olduğunu anlatan Prof. Dr. Özbay, çalışmanın uluslararası uygulamalı fizik dergilerinden ”Aplied Physics” dergisinde de yayımlandığını bildirdi.
Geliştirilen teknolojinin mikrodalga boyutlarında yapıldığını ve Koray’ın aynı teknolojiyi optik dalga boyutlarında da yapmak için çalışmalarını sürdürdüğünü söyleyen Özbay, Koray Aydın’ın geliştirdiği yeni teknoloji ve bu teknolojinin sonraki aşamaları ile ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:
”Koray’ın geliştirdiği ve dünya rekoru kırdığı mikrodalga boyutlarındaki çözünürlük sayesinde ışığın sınırları zorlanacak. Bu malzeme daha da küçültüğünde çok küçük boyuttaki parçacıkları görebileceğiz. Mesela süper merceklerin kullanıldığı bir mikroskopla gözle görülemeyen molekül ve virüsleri görmeye başlayacağız. Bunlar özellikle tıp alanında teşhis ve tedavilerle yeni gelişmelerin yaşanması için de önem taşıyor. Askeri uygulamalarda da süper merceklerle pek çok yeni teknolojinin üretilmesi için gereken altyapılar da hazırlanabilecek. Koray, hem makale hem de atıf sayıları açısından Türkiye’nin gelmiş geçmiş en başarılı doktorasını yapıyor. Aslında sadece Türkiye değil, tüm dünya çapında en başarılı doktora tezlerinden birini yapıyor. Türkiye’de yapılan bir tez çalışmasının dünya çapında bu başarıya ulaşması, sadece bizler için değil tüm Türkiye için bir gurur kaynağıdır.”

Uçan balık VOLİTAN

Uçan balık Volitan
20 Ekim 2007
Hakan GENCE
Ankaralı tasarımcıların kurduğu Designnobis, mobilyadan zırhlı askeri araca kadar pek çok farklı şey üzerinde çalışıyor. En son projeleri Volitan isimli tekneyle NewYork’ta 32 ülkeden binin üzerinde projenin yer aldığı organizasyonda "En iyi tekne tasarımı" ve "Yılın en iyi ulaşım aracı" olmak üzere iki birincilik kazandı.Designnobis, bir buçuk yıl önce Dr. Hakan Gürsu ve dört genç tasarımcıyla birlikte Ankara’da kuruldu. Bir tekno kent şirketi olarak hizmet vermeyi hedefleyen oluşum; yeni ürün geliştirmeyi ve endüstriyel tasarım hizmetleri verip Türkiye’yi bu alanda yurtdışında tanıtmayı amaçlıyor. Şimdilerde pek çok farklı alanda ürün tasarlıyorlar. Testaş için takometre ve taksimetre, Profilo Telra için benzinlikte araç tanıma kiti, elektrikli hastane yatağı, çaydanlık, zırhlı askeri araç, zücaciye ürünleri, iç ve dış mekan mobilyaları bunlardan bazıları. Son projeleri de Volitan. Volitan, uçak görünümünde bir tekne. Designnobis, bu çalışmayla önce ABD’de Business Week sponsorluğunda düzenlenen Design Excellence 2007’ye katıldı. Ancak 3 bin proje arasında ilk 10’a kalmasına rağmen derece alamadı. Bu sonuçtan tatmin olmayan tasarımcılar, New York’ta her yıl düzenlenen ve dünyanın en prestijli yarışmalarından birisi kabul edilen "Uluslararası Tasarım Ödülleri 2007"ye (IDA 2007) katılmaya karar verdi. IDA mimarlık, iç mimarlık, moda, ürün ve grafik tasarımı konusundaki uluslararası ve sıradışı tasarım çalışmalarının ayrı ayrı gruplarda değerlendirildiği en kapsamlı organizasyonlardan biri. Dünyaca ünlü tasarımcıların juri olduğu yarışmada, hedeflediğiniz kriterlere ne kadar başarıyla yaklaştığınız, ürünü nasıl kurguladığınız ve bitmiş ürünün profesyonellik düzeyi sonucu birinci derecede etkiliyor. Volitan, bu kriterlere uygulunluğuyla "En iyi tekne tasarımı" grubunda ve pek çok alt grubun yer aldığı "Ulaşım" grubunda "Yılın en iyi ulaşım aracı" tasarımı olmak üzere iki dalda birincilik kazandı. Bu birincilikler Designnobis’in ilk başarısı değil. Daha önce de üç yurtdışı ve beş ulusal yarışmada toplam sekiz ödül aldılar. İSMİNİ AKDENİZ’DEKİ UÇAN BALIK’TAN ALIYORVolitan iki aylık yoğun bir çalışmanın eseri. Hakan Gürsu’nun geliştirdiği proje, tasarımcı Sözüm Doğan’ın da katılımıyla uygulama ve modelleme aşamasına geçmiş. ismini Akdeniz’de yaşayan tek uçan balık türünden alıyor. Ekibin çevreye ve Akdeniz’de kaybolmaya yüz tutmuş türlere dikkat çekme istekleriyle de buldukları bu isim örtüşüyor. Bütün araştırma ve geliştirme çalışmalarını sponsor desteği almadan kısıtlı olanaklar çerçevesinde hazırlayan ekip, projenin son aşamasında TÜBİTAK MAM Enerji ajansının kurumsal desteğini görüyor. Benzer projeler yapan diğer uluslararası tasarım ekiplerinin şartlarına sahip olmamalarının motivasyonlarını daha da artırdığını söylüyorlar. Çalışmalarını daha iyi anlatabilmek amacıyla kısa bir animasyon filmi de hazırladılar. Videoyu izleyebilmek için www.youtube.com adresine Volitan yazmanız yeterli. IDA 2007’de dünyanın en iyi mimarlarından biri olarak kabul edilen Zaha Hadid ile British Airways yeni uçak koltuklarıyla, Apple firması da çocuklar için tasarladığı yeni dizüstü bilgisayar ürünüyle bu yıl derece aldı. Yarışmanın ardından Designnobis ekibi, Avusturalya’dan tekneyi hayata geçirmek için ilk teklifi aldı bile. Ama öncelikli hedefleri şartların gelişimiyle Volitan’ın suya indiğini görmek. Bu hayallerinin Türkiye’de gerçekleşmesini özellikle istiyorlar.Dünyayı dolaşacak, 100 bin tirajlı kitaba girecekKazanan eserler yıl süresince saygın müzelerde, uluslararası ortamlarda sergileniyor. Projeler dünyayı dolaşıyor. Volitan’ın tasarımcıları Hakan Gürsu ve Sözüm Doğan (solda) IDA tarafından 100 bin tirajlı basılan kitaba girmeye hak kazandı.

Tasarım Nobeli bir Türk'e verildi



Tasarım Nobeli bir Türk’e verildi
15 Ocak 2008


Esra KAYA/ANKARA


"Tasarımın Nobeli" sayılan ve dünyanın en prestijli yarışmalarından biri kabul edilen Uluslararası Tasarım Ödülleri (IDA 2007) yarışmasında bu yıl bir Türk ödül aldı. Ekim ayında New York’ta düzenlenen yarışmada ODTÜ Öğretim Üyesi ve Endüstri Ürünleri Tasarımcısı Dr. Hakan Gürsu ve ekibi "Volitan" adlı tekne tasarımıyla birincilik kazandı.

YENİLİKÇİ-ÇEVRECİ Dr. Hakan Gürsu’nun "geleceğin en yenilikçi ve çevreci deniz aracı" nitelemesiyle ödüle layık görülen tasarımına Türkiye’de sadece Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ilgi gösterdi. Komutanlık brifing almakla yetinirken, resmi ve özel hiçbir sipariş gelmedi. Ancak Rusya, Avustralya ve Fransa’dan birçok şirketten sipariş geldi. Geminin maliyetinin, siparişin niteliğine göre değiştiği öğrenildi.

PETROL KULLANMIYOR Yarışmada, hem deniz araçları, hem de tüm ulaşım araçları dalında, 1438 projenin içinde birinci olan sıradışı tasarımın sahibi Dr. Gürsu, Türkiye’de ilgi görmemekten yakındı. Gürsu, Hürriyet’e şunları söyledi:

"Bu tasarım ülkemiz için çok önemli. Petrol kullanmadan, kendi enerjisini kendi üreten bir araç. Rüzgar ve güneş enerjisi ile çalışıyor. Çevre kirliliğini önlüyor. Denizcilikte yakıt maliyetinin ne kadar yüksek olduğunu da düşünürsek, önemini daha iyi anlayabiliriz. Bu tasarımla petrol bağımlılığını ortadan kaldırıyoruz."

DENİZ KUVVETLERİ Dr. Gürsu, ödülü alıp Türkiye’ye döndüklerinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın kendilerini ilk tebrik eden olduğunu belirtterek sözlerini şöyle sürdürdü: "Sahil Güvenlik Komutanlığı’ndan bir ekip, üniversitemize gelerek benden brifing aldı. Onların gösterdikleri bu nazik davranışı hiçbir zaman unutmayacağım. Ancak bunun dışında hükümetten ve siyasilerimizden herhangi bir tebrik almadım. Bu bir zihniyet meselesidir. Bilime ülkemizde ilgi gösterilmiyor. Bu olayın sadece benim başıma gelmediğini biliyorum ve hiç dert etmiyorum. Beni kimin arayıp, kimin aramadığının da hesabını yapmıyorum. Ben ülkem için güzel ve önemli bir projeye imza attım. Yarışmada ödül yerine bir yıllık tanıtımınızı üstleniyorlar. En saygın müzelerde Volitan sergilenecek. 100 bin tirajlı bir kitap basılıp dünyaya dağıtılacak."

VOLİTAN NEDİR?

Volitan, güneş ve rüzgar enerjisi kullanarak hareket eden, deniz suyundan tatlı su çevrimini gerçekleştiren, karbondioksit atık üretmeyen, geleceğin alternatif teknelerinden biri olarak tasarlandı. Güneş panellerini yelken olarak kullanan tekne, dışında yer alan 2 adet hareketli elektrik motoruyla destekleniyor. 32 metre boyundaki Volitan, nokta dönüşü yapabilen ilk deniz aracı. Volitan’ın ömrü 80 yıl. 12 kişinin çok rahat yaşayabileceği, lüks yat konforuna sahip.

3 Ocak 2008 Perşembe

TÜRK GELENEKLERİ İLE DESTANLARINDA OĞUZ DESTANI

TÜRK GELENEKLERİ İLE DESTANLARINDA OĞUZ DESTANI
'Oğuz destanı' Türklerin kurdukları büyük devletlere ve Cihân İmparatorluk'larına ait bir destandır. Belki binlerce yıl ve üç kıta üzerinde, Türk kavimleri ile Türk ozanlarının, akıl ve duygularında yaşamıştır. Bugün, bize kadar gelmiş olan Oğuz destanları, tam bir mitoloji değildir. Belki bazı semboller ile bazı şeyler anlatılmak istenmiştir. "Türktöresi'nin kuruluşu" , 'Oğuz' destanlarının ana konusudur. Türk milleti ile Türk devletinin düzeni ile disiplini, 'Oğuz' destanıyla anlatılmıştır.
Türk halk bilgisi ve halk edebiyatı, herşeyimizin temelini oluşturur. Türk devletleri, gelimli ve gidimlidir. Var olan ve kaybolmayan, Türk kavmi ve halk bilgisidir. Bugün kaybolmuş ve sembol halinde kalmış Proto-Türk düşüncelerin, kökleri ile açıklamalarını, ancak Türk halk bilgisinde bulabiliriz. Diğer kitaplarımızda görüldüğü gibi, bu konulardaki çıkış noktamız, 'Anadolu'dur. Ondan sonra da dünyadaki Türklerin, halk bilgilerini tarayacağız ve halkın içinde gezineceğiz.


OĞUZ HAN'IN DOĞUŞU
Anadolu masallarında da büyük kişilerin doğuşu, normal bir doğumla olmuyordu. 9 ay ile 9 gün, normal insanların doğumu ile ilgili bir süredir. 'Hunlar' çağında 'Sienpi' kavimlerinin başkanı, "Tanşihuai, 10 ayda doğmuştur". Bunlar üzerinde, "Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi" adlı eserimizde durmuştur. 'Orta Asya' Türk halk edebiyatında ve Manas destanında, "12 ay ana karnında kalan" yiğitlerde vardır. Böylece ana karnında, iyici olgunlaşmış oluyorlardı.


"Annesinin karnını yırtarak doğan" yiğit, 'Kuzey-Türk' kültürü çevrelerinin, 'Ak-Köbök' adlı masalında görülüyordu. Bu motif, tam bir mitoloji idi. Çok kuzeylerde oturan, 'Balıkçı Türk' masallarının, trajik bir motifidir. Konuya, Böyle bir halk abartması ile girmiş oluyoruz.


Oğuz Han'ın dünyaya gelişi
'Ebülgazi Bahadır Han' tarafından "Oğuz Han'ın geligi" sözü ile anlatılıyordu. Bu gibi insan üstü doğuşlar, büyük bir devlet kurmak için olduğu kadar ; büyük bir öçün alınması için de, olurdu. Bir 'Kuzey Türk' masalında, şöyle deniyordu: "Bir Han'ın iki oğlunu bir dev (Karaca), yutuyordu. Bundan sonra Han'ın küçük oğlu insan üstü bir doğuşla '(toğuşla) doğuyor. Dev veya kötü ruh Karaca' yı öldürerek, kardeşlerinin öcünü alıyor.


Doğuş, bir hanlık belgesi
"Doğuşlu" sözü Türklerde, ünlü yiğitler için söylenmiş bir deyimdir. ' Orta Asya' Türk halk edebiyatında, bu deyiş ve anlayışı, çok görüyoruz. Kişilerin, doğuştan gelen üstünlükleri herhalde bir "Tanrı vergisi" idi. Bir kimse, han oğlu veya soylu olabilirdi de, doğuşlu olmayabilirdi. Nitekim 'Göktürk' yazıtlarında şöyle diyorlardı:


1)"...Küçükler, büyükler gibi yaratılmadığı için, (kılınmaduk üçün), bilgisiz ve kötü kağan olmuşlar..." Görülüyor ki 'Tanrı' kılmadıkça, kişiler yetenekli olma belgesi" olarak da kabul ediliyordu. Bu anlayışı, 'Orta Asya' daki Türk masalları ile dualarında çok görüyoruz:


2)" 'Er-Targın" ın Allah'dan (Aldadan) başka akrabası (tuuskan), yok.


Doğum için dua etme ve hâcet dileme



Bu geleneğin en görkemli örneği, 'Dede Korkut' kitabında, 'Dirse Han''ın, "bir batman oğul için", yaptığı, hâcet toyunda, görüyoruz. "Bir ağzı dualı"nın yardımını diliyor; "açı doyuruyor, çıplağı giydiriyor, borçluyu borcundan kurtarıyor". Erkek hayvanlar kestiriyor, tepe gibi et yığdırıyor...Erkek hayvanlar hem kurban olarak kesiliyor ve hem de içme yemede, yeniyordu.


Dudar-kız destanında doğum, sürüleri koruyan en iyi atın, kurban olarak kesilmesi ile, gerçekleşiyordu. At sürülerine her zaman çobanlar bakmazlardı. Bazı seçkin atlar, at sürülerini idare eder ve korurlardı. Bu atlar hakkında 'Çingiz Han' çağında yazılmış, bazı 'Çince gezi raporlarında, oldukça geniş bilgi bulunur. Bu tür kurban geleneği, Proto-Türk kültürünün, izleridir.


Hızır'ın duası ile doğum


Bu konuya gelmişken, 'Türklerde' Hızır anlayışı üzerinde de biraz duralım. Orta Asya 'Kırgız' Türkleri, 'Hızır'a, "Kıdır" derler. Çocuğu olmayanbir Han için, Hızır ediyor ve böylece Tanrı bir çocuk veriyor. 'hızır'ın yaptığı duaların, bazı metinleri de, elimizde bulunmaktadır. Bunlar arasında, Nogay destanı'ndaki 'Hızır'ın duası üzerinde, önemle durmak gerekir.


'Türk- İslam' sentezi ile 'Hızır' anlayışı Türklerde, eski 'Türk' düşüncesi ile bezenmiştir. Bu kitabımızda, "Türklerde Hızır anlayışı" ile ilgili, ayrı bir bölümümüz vardır. Müslüman olmayan Türklerde de, "kayın ağacından inip", insanlara yardım eden "Gök sakallı ihtiyarlar" görüyoruz. Müslüman olmayan 'Altay' Türklerinde, "kayın ağacından inen Gök sakallı bir ihtiyar, yeni doğan çocuğa, ad veriyordu..."


'Altın Taycı' masalında, "Ak İhtiyar, yeni doğan çocuğun, adını koyuyordu...". 'Anadolu' masallarındaki benzer motifleri, ad koyma ile ilgili bölümümüzde vereceğiz. İslam sentezi, 'Hızır' için, çeşitli tipler yaratmıştır. Nitekim 'Radlof, "eşeğe binen, beyaz sarıklı bir ihtiyarın, Halife Hz. Ömer'e benzediğini" söylemekten kendisini alamamıştır.


Elma ve elma ağacı ile doğum
'Anadolu' masallarında, "Bir ak ihtiyarın veya dervişin kesip verdiği elmayı karıkoca; kabuklarını da atları yiyor. Böylece karı kocanın çocukları, atlarının da konuşan bir tayı doğuyor". Bu motif benim Harputlu annemin masalında vardır.


'Manas'ın babası çocuğu olmayan karısından, "elma ağacının altında oynamadı" diye şikayet ediyordu. Bizim buradaki konumuz, bu değildir.



TÜRK DESTANLARINDA MİTOLOJİK DOĞUMLAR


1.Annesinin karnını yırtarak doğma: Ak-Köbök, yani "Ak-Köpükédestanı, 'Kuzey' Türkleri tarafından çeşitli varyantlarla söylenir. 'Batı' türkleri, mitolojikçağı çoktan aşmışlardır. Dış tesirlerden soyutlanmış 'Kuzey-Türk' destanlarında ise, mitolojik motifler, henüz kaybolmamıştır:
"...Ak Köpük'ün doğma zamanı gelmiştir. Herkes toplandı. Ak- Köpük, annesinin (ine-) karnında, şöyle söylenip durdu:
"-Ben bu yola (yolınğnanğ) doğmayacağım! Ben, annemin karnının her yanını yırtarak (yırta) doğacağım!" Bunun üzerine yengeleri (yinge), "Biz onu, altın beşiğe koyup, Köpük'e bakacağız!..." diye (ninni) söylediler. Annesi (inezi) karnındaki oğluna şöyle dedi:
"-Balam! Sen Tanrının yarattığı yolla' çıkmazsan (Kuday yaratgan yolınanğ), benim rızam (rıızam) yoktur!" Bunun üzerine Ak-Köpük, Tanrının yarattığı yolla çıkıp doldu.
"Hemen ayağa kalktı (turdu). Babasının (adazınınğ) kılıcını saçına bağladı. Çıplak olarak (yalangaç) göle, balık tutmağa gitti..."
'Balıkçı Kuzey' Türklerinde, Proto-Türk mitolojisi motifleriyle İslamiyet veya gelişmişlik, karşı karşıya geliyorlardı. "Tanrı'nın yarattığı yol", onların söyleyişiyle, Kuday yaratkan yol", normal bir doğum olan kabul ediliyordu. 'Anne-oğul' anlaşması, burada da görülüyordu.



2.Şarkı söylerken doğma "Bir şehirde Al-Butuk adlı bir bey vardı. Onun bir oğlu oldu ve adını Ak-Köpük koydular. Annesinin karnında şöyle konuşmuştu.
"Ben doğacağım! Ben doğacağım! Doğunca, belimi bağlıyacağım! Suyun.. en derinliklerine ineceğim! vücudumu, (boyum), yıkayacağım!
"Ben doğmak istiyorum, dğomak istiyorum! Bu dünyayı göreceğim! Gümüş gibi yengelerimin ağzını burnunu öpeceğim!
"Oraya oturun, analıklar! Yanyana oturun, analıklar!
"Bunun üzerine oradaki kadınlar kaçtılar. Bundan sonda Ak-Köpük doğdu. Dışarı çıkıp, derin sulara girip, yıkandı.
Yine 'Balıkçı' Türklerin, aynı masalından başka bir varyant görülüyor. Burada da, "kahramanlık şarkısı" ile bir doğum görülüyor.


3. Kurban ile hâcet dileme ve ak sakallı ihtiyarların duası: Yine 'Kuzey' Türklerinden, Orta ve 'Batı-Türk' motiflerini içinde toplayan, bir değer doğum olayını gözden geçirelim:
"Kendisi, 90 yaşında; karısı da 80 yaşında iki ihtiyar varmış. Adam (amışka), karısına şöyle dedi:
"-Ey 'hatun' (paşılıg), bizim çocuğumuz yok. Yalnızca bir ineğimiz (sıyır) var. Bu tek ineğimizi kesip (soyıp), kişilerin çağırıp, dualarını alalım!...İhtiyar, bozkıra doğru gitti ve Ak sakallı bir yaşlıya rastladı. Bu Ak sakallı yaşlıyı, (ak sakallı amışka), davet etti ve eve getirdi. 'Ak sakallı'ya:
"-Benim oğlum yok. Dua kılıp, Tanrıdan dile,)Kudaydan surap, duğa kıl)" dedi. Ak sakallı yaşlı, "Alla akber", deyip dua kıldı. Evden çıkarken, "ey ihtiyar, Tanrı sana bir oğul verecek", dedi... Bir yıl sonra Tanrı, bir oğul verdi.
'Atlı Türklerin', gelişimiş düşünceleri, bu masalda kendisini göstermektedir. Bundan öncekiler ise balıkçı Türklerdi, Oğul, biraz büyüdükten sonra, "kementle tay tutmağa gidiyordu"... "Uçan atlar1" ile "keloğlan" motifi de, bu gelişmiş destanda görülüyordu.



4.Aydan ve güneşten olan doğum:'Manas' destanında, böyle anlatışlar, belkide mecâz ve benzetme yolu ile söyleniyorlardı. 'Manas'ın yiğitlerinin doğumu, diğer ölümlü kişilerikilere benzemiyordu. "Ay ve güneşin, birinden var olan kul!" deniyor ve bu doğuma, "bir azizin duası, bir ruhun nefesi" gibi tanıtmalar da katılıyordu.
"...Bir yıl sonra karısı(paşlık), gebe(kursaklu) oldu. Kocasına: "-Belim ağrıyıp duruyor. Sen bana ebe (ineklikçi) ol!" Kocası, yatağa yatırdı. Bir oğlan (er pala) dünyaya geldi. Ay gibiü, ağzı vardı! Güneş gibi, gözü vardı..."
Bu benzetme, daha gelişmiş Türk kavimlerinde görülüyordu.
"Akıllı doğan", "aptal doğan", "yiğit doğan", "doğuşlu": 'Yiğitlerin doğumu' ile ilgili diğer örnekler, bu eserimizin, I. Cildinde verilmiştir. "Akıllı doğan", "aptal doğan", "yiğit doğan" veya "doğuşlu" deyimleri de bize gösteriyor ki, insanlar özlerini doğuşla alıyorlardı. 'Göktürk yazıtlarında' da bu anlayış görülüyordu: "Küçükler, büyükleri gibi yaratılmadığı (kılınmaduk) için, kötü kağan, bilgisiz kağan, olmuşlardı!..."


Manas Han'ın Doğuşu
"Kim baksa bu oğlana, eti apak, tüy sanki! Görürse sanırdı ki, kemiği bakır, sanki!" Manas Han'ın doğumunu, I. Cildimizde, böyle yorumlamıştık. Doğan yiğidin rengi ve fizyonomisi üzerinde, az sonra duracağız.


"...Kanlı elini gören, herkes şaşırmış idi! Bir kara kan parçası, sağ avucunda, var idi! Bir koyun bağrı kadar, bir kan tutar idi!.."'Kan tutarak doğma'da, bizi burada ilgilendirmemektedir. Çünkü Türk mitolojisinde, çok geç olarak görülür. Ayrıca 'Oğuz' destanlarında da yoktur. 'Alman-Bet'in doğuşu da, 'Manas' destanının önemli bir bölümüdür:


"...Yer, yer olanda! Su, su olanda!...


"Kara-Han'ın bu oğlu, doğunca sağ selamet! Ona ad vermişlerdi, "Kaplan doğan" Alman Bet.


"Bütün evliyaların sözüyle doğmuş idi! Bütün evliyaların duasıyla, olmuştu! Bütün kutsal yerlerin takdisiyle, doğmuştu! Ardıçlı mezarların, ruhlarıyla doğmuştu!


"Alman-Bet doğduğunda:


"Kara dağlar korkudan, basılmış, alçalmıştı! Büyük sular kokudan, çay olmuş azalmıştı..."


'Dede Korkut' kitabı'ndaki, "bir ağzı dualının duası ile doğuş", burada da kendisini göstermektedir. Bu anlayışa, diğer 'Türk' masallarında, "Gök sakallı, ak sakallı, Hızır" ın yardımları da katılıyordu.


DOĞUŞUNDA, OĞUZ HAN'IN YÜZÜ VE RENGİ
"... (Oğuz Han doğduğunda), yüzü gök, ağzı ateş kızılı, gözleri al saçları ise, kara idi!..." 'Uygur yazıs ile yazılmış 'Oğuz' destanında böyle söyleniyordu. İkinci 'Göktürk' Kağanı, 'Mohan Kağan' için de Çin kaynakları, "yüzü kıp kızıl, gözleri cam gibi idi", diyorlardı. Bu biraz da 'Çin' Tanrıları ile kahramanlarına benzetilerek, söylenmiş olabilirdi. Biz yine fazla yorum yapmadan, 'Oğuz Han'ın, bu tanımları ile ilgili, paralel metinler bularak, sunmağa çalışacağız:


1-"Altı kat kürk giyiniyordu. Gözleri ateşli göğsü ise, alevli idi!..."
2-"Gözümün (karağımın) ateşi (odu) olassın! Çor Türkleri: Kozun odı, (Gözün ateşi).
3-Ağzı ateşli: "...Er- Töştük'ün annesi, Dudar Kız'ın, erkek kılığına girmiş bir kız olduğunu öğrenince, "uf" dedi. Ağzından ateş çıktı. Ev yanmağa başladı..."
4-Yüreği ateşli: "...Mangus Batır'ın kalbini yüreğini suya atınca, su kaynamağa başladı... Bu yiğidin sırtına vurunca da, ateş çıkıyordu..."
5-Ateş dumanlı nefes: "...Ana-Solım, şöyle dedi:'-O görünüp duran dumanı (tüdünnü) gördün mü? O, yedi yüz devrin (yilbegen), nefesidir (tınığı)", dedi..."
6-Etin nuru, göz: "...Etin nuru, ışığı(yarıg), gözdür! Gözün, arı (aru), pâk olursa, vücudun (etin) da, nurlu ve ışıklı olur..."


Doğan çocuklar için yapılan, diğer tanımlar
1-"...Ay ve gün börklü": 'Ebülgazi Bahadır Han' tarafından yapılan bu tanıtma, çok anlamlıdır.
2-"...(doğan çocuğun): Ağzı, ay; yüzü ise, gün gibiydi..." Oldukça gelişmiş ve İslâmiyet tesirlerini görmüş bu masal üzerinde, yukarıda durmuştuk.
3-"...Burnu, gümüş şekilli doğan Ak-Köprü!..." Bu destan, balıkçı 'Kuzey' Türklerine aittir.
4-"...(Doğan çocuğu): "Başı, altından, Kıçı ise, gümüşten idi..." Bu tanıtma, 'Manas' destanının bir bölümü olan, 'Er-Töştük' destanında görülüyordu.
5-"...Göğsü, altın; sırtı, gümüş" olarak doğan çocuk". Bu motif, 'Altay-Türk' destanlarında görülüyor.
6-"...Eti, ap ak tüy gibi; kemiği, bakır gibi..." Manas Han' doğarken, böyle idi.
7-Manas Han'ın doğuşu: "Akreb (çayan) gözlü Er Manas!...Kaşları çatık, çatık; göz üstü büyük idi! Gözleri, kızıl kızıl; yüzüde, gömgök idi!
8-Büyük aşık kemikli! Yakup-Bay'ın öz oğlu! âsil doğan Er Manas..." Yüzü (öngü), boz (sas), gök idi. Bunlar 'Oğuz' destanları tamamlayan ve teyid eden tanıtmalardır.
9-Yarısı altın, yarısı gümüş çocuk: "...Ak-Han, ağzından ateş çıkan bir çocuk görüyor...Çocuğun yarısı altın ve yarısı da gümüştü...Ağzından çıkan ateşle, bulutlar yanıyordu..."
10-Omuzu demir: "...Yiğidin, omuzu demir ve altınmış. Demirden yapılmış bir sarayda oturuyormuş...Süt denizi'ni geçerek, öbür yakaya gitmiş..."
11-At nalı ve bacak şekilli yerlerin destanları: bu çok mitolojik 'Kuzey-Türk' destanında, çeşitli kutlu yerler, at nalı ile bacaklara benzetiliyordu. At nalı, 'At kültürü'nün bir izidir...
12-Yiğid ve köprücük kemiğin sertleşmesi: "...(Manas destanının bölümlerinde), Er-Kökçö'nün karısı, oğluna: "-Köprü kemiğin sertleşmeden, sakın savaşa gitme", diyor..."
13-Kemiklerden dağların oluşma: "Yiğid düşmanı güreşle yeniyor...Sonra savaşa başlıyor. (Ölenlerin) kemiklerinden, dağlar oluşuyor...Kan, ırmaklar (tengiz) gibi akıyor..."



1-"...Ay ve gün börklü": 'Ebülgazi Bahadır Han' tarafından yapılan bu tanıtma, çok anlamlıdır.
2-"...(doğan çocuğun): Ağzı, ay; yüzü ise, gün gibiydi..." Oldukça gelişmiş ve İslâmiyet tesirlerini görmüş bu masal üzerinde, yukarıda durmuştuk.
3-"...Burnu, gümüş şekilli doğan Ak-Köprü!..." Bu destan, balıkçı 'Kuzey' Türklerine aittir.
4-"...(Doğan çocuğu): "Başı, altında, Kıçı ise, gümüşten idi..." Bu tanıtma, 'Manas' destanının bir bölümü olan, 'Er-Töştük' destanında görülüyordu.
5-"...Göğsü, altın; sırtı, gümüş" olarak doğan çocuk". Bu motif, 'altay-Türk' destanlarında görülüyor.
6-"...Eti, ap ak tüy gibi; kemiği, bakır gibi..." Manas Han' doğarken, böyle idi.
7-Manas Han'ın doğuşu: "Akreb (çayan) gözlü Er Manas!...Kaşları çatık, çatık; göz üstü büyük idi! Gözleri, kızıl kızıl; yüzüde, gömgök idi!
8-Büyük aşık kemikli! Yakup-Bay'ın öz oğlu! âsil doğan Er Manas..." Yüzü (öngü), boz (sas), gök idi. Bunlar 'Oğuz' destanları tamamlayan ve teyid eden tanıtmalardır.
9-Yarısı altın, yarısı gümüş çocuk: "...Ak-Han, ağzından ateş çıkan bir çocuk görüyor...Çocuğun yarısı altın ve yarısı da gümüştü...Ağzından çıkan ateşle, bulutlar yanıyordu..."
10-Omuzu demir: "...Yiğidin, omuzu demir ve altınmış. Demirden yapılmış bir sarayda oturuyormuş...Süt denizi'ni geçerek, öbür yakaya gitmiş..."
11-At nalı ve bacak şekilli yerlerin destanları: bu çok mitolojik 'Kuzey-Türk' destanında, çeşitli kutlu yerler, at nalı ile bacaklara benzetiliyordu. At nalı, 'At kültürü'nün bir izidir...
12-Yiğid ve köprücük kemiğin sertleşmesi: "...(Manas destanının bölümlerinde), Er-Kökçö'nün karısı, oğluna: "-Köprü kemiğin sertleşmeden, sakın savaşa gitme", diyor..."
13-Kemiklerden dağların oluşma: "Yiğid düşmanı güreşle yeniyor...Sonra savaşa başlıyor. (Ölenlerin) kemiklerinden, dağlar oluşuyor...Kan, ırmaklar (tengiz) gibi akıyor..."


OĞUZ HAN'IN ANNESİNİN MEMESİNİ ALMASI
"Ata kadrini bilmeyen, ana sütü emmeyen!" Yarı Müslüman, yarı şaman 'Kırgız' baksıları, kötü insanları, iyilerden böyle ayırıyorlardı. Bunun için insanın insan olabilmesi için, annesinin hiç olmazsa ilk sütünü, "avuz", yani 'ağız'ını emmesi gereklidir. Bu konu ile ilgili örnekleri, sıralayalım:


1-"Herkes (cemagat), kendi canında eş(deng) yaşar! Belsize, bel verir! Çocukları da, eşit verir (teng bergen)! (herhalde çocuklar da eşit doğarlar, demek istiyordu)... Güne karşı, başını tarayan! Baba (ata) kaderini bilmeyen! Ana sütü emmeyen!..."Bir insanın insan olabilmesi için, ana sütü emmesi gerekiyordu. Bizde, "helâl süt emme", dendiği gibi.
2-"Anasının göğsünden, avuzunu içip, bundan sonra içmedi! Çiğ et, yemek (aş) ve içki (sürme) diledi!... ": (Oğuz Kağan destanı: Bang-Rahmeti). 'Uygur' yazısı ile yazılmış, İslâmiyetten önceki 'Türk' düşüncesine ait bir metindir.
3-'Atalarda' durum değişiyor: "Tay (kulun), kırk kısrağı emip, gezdi..." Bu 'Atalay' Türk sözünde de anlaşılıyor ki taylar, anneleri ile diğer kısraklar arasında pek ayırım gösteremiyorlardı.


Ancak 'Radlof, "Annesinin memesini bir ay emmedi (emçeğin emmen), ancak bir ay sonra emdi", gibi destan parçaları da veriyordu.


Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında








4-" Konuşarak, doğanım bem soyumu kirletmem!" Deyip, 'Er Tangın meme emiyordu. Bu, eski 'Kırgız' destanlarında görülen,deği şik bir düşüncedir.


5-'Ebülgazi Bahadır Han"a göre: ... "Üç gece gündüz, anasını emmedi. Her gece (Oğuz Han), annesini düşüne girip, şöyle dedi:


"-Ey Ana! Müslüman ol! Eğer olmazsan, senin memeni emmem!" Anası, oğluna kıyamadı. Tanrı'nınbirliğine iman getirdi..." Bu, bir Türkmen anlayışıdır.


6-'Farsça Oğuz destanı' içinde ise, konu İran edebiyatı ile süslenmiştir. Konu, ana çizgileri ile şöyledir:


"1- Kara-Han'ın padişahlığa lâyık bir oğlu dünyaya geldi.


2)Üç gün ve üç gece annesinin sütünü emmedi.


3)Annesinin rüyasına girip, şöyle dedi: "Eğer sütü emmemi istiorsan, biricik Tanrı'yı ikrar ve itiraf et".


4)Annesi, gizli olarak Tanrı'ya iman etti. Elini göğe kaldırıp, dua etti ve şöyle dedi:


"-Ey Tanrım! Bari ben biçare kulunun sütünü, bu çocuğun zevkine uydurup, tatlı kıl!" Oğuz, o anda annesinin göğsüne yapışıp, emmeğe başladı..."


'Doğu Türkleri', türkçe olarak bu olayı daha güzel anlatıyorlardı:


7- "...Oğuz doğduktan sonra üç gün meme emmedi (emük emmedi). Annesinin südü ise, hiç damlamadı(südi tammadı). Ancak annesi Müslüman olduktan sonra, Oğuz süt istedi (tiledi). Annesi de, oğlunun başını silip, okşayarak, ona süt verdi..."Bir yıl sonra oğlan büyüdü, (oğlan ulug boldı)...


8- "...Yeni doğan çocuk, (yani Sayın Batur), annesinin verdiği memeyi emmedi: (Emçek berse emmedi). Et verdiler, yemedi. Belki annesinin yaşlılığı, onun hoşuna gitmedi... Nogay halkı düşündü (kengeşip), üç günde bir kısrak kestirdi. Böylece (doğan çocuğu) doyurdular..."


Bu 'Nogay' destanları, çeşitli yerlerden, çeşitli destan motifleri alınarak oluşturulmuşlardır. 'Sayın Batur' da 'Hızır'ın yardımı ile doğmuştur.


OĞUZ HAN'IN DOĞUNCA KONUŞMASI
Ana karnında konuşma" üzerinde yukarıda da durmuştuk. Dış dünya ve hatta daha Güneyindeki Türklerin tesirlerinden bile uzak olan, balıkçı Kuzey Türklerindebu mitoloji motifi görülüyordu. Bunlar, Proto-Türk motifler olmaları bakımından, ayrı bir değer taşırlar. Ak-Köpük, önce "Annesinin karnını yırtarak dünyaya gelmek istiyordu" Ancak annesi, karnındaki oğluna, "Tanrı'nın yarattığı yolu,(Kuday yaratgan col)", tavsiya ediyor. Aynı destanın bir diğer değişik döyleyişinde ise Ak-Köpük, dünyaya gelirken kahramanlık şarkıları söylemeye başlıyor. Bunlar, tam bir mitolojidir.


Oğuz Han, Uygur destanında, annesinin sütünden bir ağız aldıktan sonra, konuşmuştur. Müslüman Türk destanlarında ise Oğuz Han, annesinin memesini almamış ve ilk önce, annesinin Müslüma olmasını, istemişti. Yani annesinin sütünü içmeden konuşmağa başlamıştı. Bizce, annenin ilk sütünü aldıktan sonra konuşma, Türk Mitolojisine daha uygun düşen bir anlayıştır. İslamiyetin tesirlerininaz görüldüğü bazı Ortaasya ve Altay destanlarında ise, "çocuğun koşarak doğması", daha bir anlayışa dayanıyordu.


1-Yiğit Muradım, şöyle diyordu: "-Güzel söz söyleyen (sözlü)insan ları, ben konuşturamam. Çünkü ben, anamdan güzel konuşan hatip (çeçen) olarak doğan bir Beyim! Avı ardından çeken, bir arslana benzerim!


"Atları geri çeker, her yarışta yenerim! İşim kime yararsa, ona hizmet ederim!


"Ramazan ayında, ayın tam onbeşinde, perşembe gününün cuma akşamında, dolunaylı ayla güneşin kavşağında, soyu bütün bir asilden, dünyaya böyle gelmişim..."


2-"Ben, konuşarak doğanım! Ben soyumu körletmem!..." Toktamış ve Muradım destanında, Muradım, böyle söylüyordu. "Güzel konuşma" ve "hatip olma", özellikle Kuzey- Türk destanlarında, bir üstünlük olarak kabul ediliyordu. Belki bu anlayışın içinde, ozanlık da vardı. Muradım destanında, güzel konuşanlar için, "ayguçı" da deniliyordu. Bu söz, "ayıtmak", yani söylemek kökünden geliyordu. Eski Türklerde "ayguçı", vezir veya öğüdçü manasında da söyleniyordu.


3-Ak-köpük doğar doğmaz, (süt annelerine), oturun analıklar (inelikler) deyince, analıkların hepsi korkudan kaçıp, suya düşüyorlar...".


"88 baltadan kendisine kılıç yaptıran" Ak-Köpük destanı, Oğuz destanı gibi ata destanlarının, proto-tiplerinden birisi olsa gerektir.


OĞUZ HAN'IN ÇABUK BÜYÜMESİ
Bu motif, hemen hemen bütün Türk destanlarının, birleşik bir özü gibidir. Anadolu masallarında da yğitler çok çabuk büyürler. Zaman zaman İran edebiyatının şalına bürünen Farsça Oğuz destanı, Oğuz Han'ın çocukluğunu hızla geçer. Yalnızca, "bir yaşında konuştuğunu", söyler. Ancak büyük devlet hayatı yaşamış olan Türklerde, erlik çağı, önemli bir yer tutar. Kuzey Türk destanları, gelişmiş Türklerin masallarının, bir çeşit Proto-Türk masal motiflerini içinde toplarlar. Bunlar, dış tesirlerden uzaktırlar.


Oğuz Han'ın, "sosyal bir kişiliği" vardı. Han babalı, oymaklı ve milletli, devletli olan bir yiğid ve aynı zamanda "ulu bir ata" idi. Bir Dünya Devleti kurmuştu. Kuzey-Türk masallarında ise böyle yiğidler, "yalnız yiğidler" dir ve yalnız başlarına gezerler. Günlük hayattan uzak, tam bir mitoloji dünyası içinde gezerler. Şimdi, bu motifler hakkında biraz örnek vererek, konuyu biraz pekiştirelim:


1-"...Ak-Kükül adlı yiğid doğunca, bir günde bir yaşında oluyor. Yedi günde ise, yedi yaşında bir çocuk olmuş. Bundan sonra da ata binerek, silah kullanmağa başladı..."


Bu destan dünyasında erlik yaşı, 7 yaşında başlatılıyordu.


2-"...Sayın Batur, bir yaşına gelende, bilekli bir bey oldu! İki yaşına gelende, (güçte) bütün il ile (elimnen)denk (tenk)oldu! Üç yaşına gelende, erkenden atına bindi!Akşama kadar, atından inmedi! Çağrılmadıkça, aşını yemedi! Dört yaşına gelende, kara çamdan (karagay) mızrağını (neyze) attı..."


Bu destandan, yiğidin her yaşta neler yapyığından söz açılır. Ancak 6 yaş, erlik yaşı gibi görünüyordu.


3- "Yalnız (yani tek oğul olarak) doğmuş Er-Manas, 10 yaşında ok atmış; ondördünde...Han olmuş..."


4- "...Karaca adlı bir dev, bir adamın iki oğlunu yutar. Küçük oğlu, bir günde bir yaş büyür ve devden kardeşlerinin öcünü almağa gider..."


Bu, kuzeylerdeki İşim Türklerinin bir masalıdır.


5- "...Düşman, yeni doğmuş bir çocuğu öldürmek istiyor. Fakat Kılıç kesmiyor. Böylece kurtulan çocuk, yedi yaşında, ata binmeğe başlıyor..." Bu Altay masalında, en ufak bir İslâmiyet izi yoktur. Göktürklerin, türeyiş efsanesine benzemektedir.


6- 6 yaşında güreşe başlama: Bu Kuzey-Türk mitolojik destanlarında savaşlar, ilk önce güreş ile başlıyordu. "6 yaşında dev vb. ile güreş", deniyordu..."


7- 7 yaş,erginlik: "...Altın-Han'ın oğlu, 7 yaşına gelirse, onunla başa çıkılmaz. Çünkü o. 7 günlük iken tata biniyordu..." Altın Han, 105yaşında idi.


Kuzeydeki Türk destanlarında, böyle çabuk büyüyen çocuklar, Tanrı'dan ad istiyorlar. Tanrı da onlara ad ile at veriyor". Ancak bunlar, Oğuz Han gibi sosyal bir kişi ve hakan değillerdi. Yalnız başlarına gezen ve zaman zaman sihirli bir güce sahip olan "yalnız yiğidler" idiler. Bunun üzerinde, önemle durmak gereklidir.



TEK VE DEĞERLİ OĞUL
Türk destanları ile mitolojik masallarında, büyük yiğitler, yaygın olarak, babalarının tek oğlu idiler. Oğuz Kağan da, babasının tek oğlu idi. Diğer kardeşlerin adları görülmüyordu. Mete de, babasının tek oğlu gibi görünmektedir. Manas destanında, Manas han için, şöyle söyleniyordu:


"...Yalnız doğmuş Er-Manas, on yaşında ok atmış, ondördünde...Han olmuş..."



OĞUZ HAN'IN AD ALMASI


Türklerde çocuklara ad koymakiçin, büyük törenler yapılır ve komşu beyler de çağrılırdı. Yeni doğmuş veya erlik çağına girmiş çacuklar için yapılan ad verme törenleri ile ilgili, elimizde birçok belge vardır. Ancak bizim buradaki konumuz, Oğuz destanıdır. İran edebiyatına bürünümş Farsça Oğuz destanı içinde, şöyle deniyordu:


1- ...Çocuğun, (yani Oğuz Han'ın), bir yıl sonra, Tıpkı İsa Peygamber gibi dili açılmış ve konuşmaya başlayarak, şöyle demişti:


"-Ben bir otağda doğduğum için, adımı Oğuz koymak gerekir!" demiş. Oğuz, çocukluğunda ve büyüme çağıda, ergin oluncaya kadar, Tanrı'yı anıp, ona şükrederdi..."


2- Uzunköprü, Oğuz destanı ise, şöyle diyordu: "...Kara Han, oğlu Oğuz'a ad vermek için büyük bir ziyafet çekti(aş tarttı). herkes, boğazına kadar yediler". Bu sırada, "oğul,öz adını, atadı!". Oğlanın böyle konuşup, kendi adını vermesine, herkes şaşırdı(tangladı)..." Görülüyordu ki, Uzunköprü destanı, farsça Oğuz destanı'nın tesiri altında idi.


3- "Çocuğa, 4 yaşında, büyük bir törenle, ad konuyor. ...100 at, armağan veriliyor..." Bu çok mitolojik destanda, ad koyma töreni, ayrıntıları ile anlatılıyor.



DOĞAR DOĞMAZ, YEMEK İSTEME



Bunu, büyük devletmitolojisinde, yalnızca Uygur yazısı ile yazılmış Oğuz destanı içinde görüyoruz. Ancak annesinin ilk sütünü, avuzunu, emdikten sonra, yani insanlığınıduyduktan sonra istemişti:


1-"...Annesinin memesinden ağız, (yani ilk sütünü içtikten sonra), çiğ et ile yemek(aş) ve şarap (sürme istedi..." Uygur yazısı ile yazılmışbu Oğuz destanı içinde, "çiğ eti" niçin istediği, pek anlaşılmıyordu. Türk destanlarında, ünlü yiğitler, yaygın olarak çok yemek yiyorlar.


2-"...Kara-Kükül'ün annesi, oğluna on koyun ile üç sığır pişiriyor ve kemiklerini de, burnundan tükürüyordu..." Bu, bir Kuzey-Destanıdır.


3-"...Sayın Batur doğunca, üç günde bir kısrak kesildi. Çocuk bu kısrağı yiyerek üç gün doydu..." Oğuz Han gibi, doğunca annesinin memesini emmiyor.



YİĞİTLERİN SEMBOLLERİ
Oğuz Destanı, bir imparatorluk destanıdır. Bunun için halkb destanlarında görülen küçüçk ayrıntıları, Oğuz destanı içinde görme, mümkün değildir. Bunun yanında, Dede Korkut kitabında bu sembollere katılabilir. Proto-Türk mitolojinin en ilkel örneklerinden,bazı şeyleri sunarak, konuyu biraz olsun genişletmeye çalışacağız:


1- Yiğitlerin beşiği: zaman zaman Kuzey-Türk destanlarında oldukça geniş olarak anlatılmıştır. Doğuş ve beşik, birbirini tamamalayan iki sembol gibi idiler: "...Muradım doğduğu zaman beşiği ünlü oymacı ve boyacılara süslettirildi. Kara atlas ile kemahlara belendi. Üşümesin diye, en değerli kürklere sarıldı..."


2- Yiğitlerin kılıçları: Kuzey-Türk masallarında, kılıç motifine pek rastlanmıyor. Kılıç ustaları, ancak sihirli destan kişileri olarak görülüyorlardı. Bir imparatorluk destanı olan, Farsça Oğuz Destanı'nda şöyle deniyordu:


"...Ali Han: oğlunun beline bir kılıç bağlayıp, "adını Kılıç Arslan olsun" dedi... Bir kaç yıl geçtikten sonra Kılıç Arslan bülûğ çağını geçirip, delikanlı oldu..."


3- Kuşak ve kemer: Türk hakanları ile beylerinin belli başlı bir sembolüdür: "...Ak-Köpük adlı yiğiy, annesinin karnında konuşuyor: "Doğunca belimi (kuşak ile) boğacağım!" Kuzeydeki bu balıkçı Türklerin, altın veya kayış kemerlerden haberleri yoktur. Kemer, Türk devletlerinde hakanlık sembolüdür.


Yiğid ve çizme: yanyana görülen iki semboldür: "...Kara-Kökül adlı yiğit, 14 yaşına kadar uyudu. Ondan sonra uyanıp kalktı. Kulan kula atını eğerledi. Sahtiyan çizmesini (saktiyan itigin) giydi. Kılıcını kuşandı. Süngüsünü sürütüp, atına bindi..."


"...İdege Bey, küçüklüğünde, çizmenin içinde taşındığı için bu adı almıştı...". Bunun üzerinde, çeşitli yerlerde durduk.


"...Muradım'ın babası, oğlunun hanlığa lâyık doğduğunu göstermek için, hakandan bir ayakkabı (kebiç) istiyor..." Bu Kuzey destanları, Oğuz destanına göre çok geride kalıyorlardı ve ayrıntılara iniyorlardı. Ancak bunların derlenmeleri de, önemlidir.



OĞUZ HAN'IN BİR CANAVAR ÖLDÜRMESİ



Bir gencin, "erlik" çağına girmesi
Uygur yazısı ile yazılmış Oğuz Kağan destanı içinde, Oğuz bir canavar öldürüyor ve böylece erlik veya ergenlik çağına girmiş oluyordu. Bu arada bir yiğidin, genç veya çocuk çağda savaşa gitmesi de, söz konusudur. Şimdi biz yine Proto-Türk mitolojisinin alt katlarına inip, Kuzey-Türk masallarından örnekler verelim. Bu motifler, Anadolu masallarında da yok değildir:


1- "...Ormanda yaşayan, Karaca adlı kötü bir ruh, bir baba ve iki oğlunu yutuyor. Babanın bir oğlu daha, olağan üstü bir doğuşla doğuyor. Oğlan, bir günde bir yaş büyüyor. İki günde, iki yaşına geliyor. Altıncı günde, altı yaşında oluyor". (Bu kesimdeki veya İşim ırmağı ağzındaki Türklerde, 6 ve 60 sayıları, kutludur).


"Altıncı günde, yayını koluna aldı. Yola çıktı bir canavar veya yaban hayvanı (anğ) ile karşılaştı. Hayvana ok attı. Anne ve babasına haber verdi. ..Hayvanı kesip, soydular Ak sakallılar ile mollaları çağırdılar. Kur'an okuttular (katım kuça). Yemek verdiler. Yiğit, böylece er oldu(yiğid er boldı)..."


2- "...Yakup oğlu Er-Manas! Yalnız doğmuş Er-Manas! On yaşındaok atmış! Ondördüne basınca, ordu devirip Han olmuş..."


3- "...70 yaşında bir adamla, 40 yaşında bir kadının, bir oğlu oluyor.Oğlan, bir günde bir yaşında; iki günde, iki yaşında... Yedi günde de, 7 yaşında oluyor. (Kuzey Turalı boyunda, kutlu sayı, 7 oluyor). Kula renkte bir atı, altı batman bir eğeri vardı. Kolanını altı yerden bağlardı.


" Demirciye, altı batmanlık bir Kılıç ile mızrak yaptırdı. Yola çıktı, sahralarda kondu, ayılar ve arslanlar ile arkadaş oldu...Annesi,14 koyun ve üç ineğin etini pişirdi, hepsini yedi, kemiklerini de burnundan tükürdü. 14 yaşına kadar uyudu ve ondan sonra uyanıp, yola koyuldu..." Erlik yaşı, burada 14yaş olarak kabul ediliyor.



OĞUZ HAN'IN AĞZININ ATEŞ GİBİ OLMASI








1- Kara gözleri, Çolpan yıldızı gibi parlak: "...Kül-Çoro'nun kara gözleri, çolpan yıldızı gibi (çolpondoy) idi! İki yanağı dopdoluydu! İki omuzu (iki uni), iki kişinin, bulutları gibiydi..."


2-Ağzından ateş çıkaran çocuk: "Ak-Han ile karısı Altın Arıg'ın çocukları yok..Halkı ve sığırları çok. At, giysi ve hayvanlarını halka veriyor. Otağ ve malını dağıtıyor. Bir oğul armağan ediyor..Ak-Han, ağzından ateş çıkan, çıplak bir çocuk görüyor. Çocuk, "oğlun olayım", diyor. Han, (belki de korkudan) kabul etmiyor.. Çocuk, Tanrı beni, senin oğlun olayım diye gönderdi, diyor. Ak-Han'da:


"-Gökle yer yaratıldığında, bende vardım,diyor.. Ancak sonunda, çocuğu alıyor.. Çocuğun ağzındaki ateşden, bulutlar yanıyor! Yer, dümdüz oluyor..Çocuğun, yarısı altın; yarısı, gümüş!... Avları, halka dağıtıyor.."


Oğlanın avı ve mağraya girişi: "...Üç yaşındaki çocuğun " alp atı", şu siyah tilkiyi avla diyor... Kayada, bir kapı açılıyor ve çocuk atı ile bir mağraya giriyor. Mağrada, arslan, ayı ve 13 kız varmış. Kızlar, kurt donuna giriyorlar..."


Bu gerçekten muhteşem, Kuzey Yenisey-Türk destanında herkes, atlar bile, İlâhî gök kişileri idiler. Anadolu'daki Geyik hikâyeleri içinde olduğu gibi, mağraya da giriliyor. Fakat bu destan çok Proto-Türk ve mitolojiktir. Çocuk için, hâcet dileme ve sadaka da vardır.


3- Keremin ağzından ateş çıkaması:Kerem ile Aslı hikayesinde de, "ağzından ateş çıkması" ile ilgili bir motif görülmektedir. Ancak insanlığın müşterek düşünceleri ile universal eğilimlerini de, göz önünde tutmak gerekir.


4- Ateş donuna girme:" Bir yiğidin, iki çocuğu oluyor. Karısı, çocukları ateşe atıp yakıyor...Yiğit, kayın annesinin (belki de ateş tanrıçası idi) yanına gittiği zaman, çocukların ateş yolu ile büyük annelerinin yanına geldiklerini görüyor..."



OĞUZ DESTANINDA, "IRMAK VE ADALAR"


Irmak adaları:Oğuz Han, ikinci hatununu, iki ırmak arasındaki bir adada, ağaç kovuğu'nun içinde bulmuştu. İt-Barak veya Kıl-Barak adlı kavimle savaşırken ise, yine bir adaya çekilerek, savunma zorunda kalmıştı. I. cildimizde de geniş olarak belirtmeğe çalıştığımız gibi adacıklar, eski Türklerin düşüncelerinde önemli bir yer tutuyorlardı. Türk halk edebitaından derlediğimiz bir kaç örneği, burada sunmayı, yararlı görüyoruz. Bunlar bir çeşit Proto-Türk ve mitolojik örneklerdir:


1- Farsça Oğuz destanı'nda:"...Oğuz Han Kıl-Barak kavmine karşı savaşırken, gemi ve sal yaptırıp, iki su arasına çekiliyor. Kıl-Barak kavminin kadınları, Oğuz erkeklerini çok beğeniyorlar ve onlarla birlikte, adaya geliyorlar..."


2- "...Bir hakanın 3 oğlu varmış. En küçük oğlu, 24 dil ve 24 hüner biliyor. Yollarını şaşırıyorlar, 24 günde, 24 atlarını da yiyorlar. Bir sal yapıp, (sal çabıp), suya düşüyorlar. Bir fırtına (yel kuyun) çıktı. Hepsi boğuldu. Han'ın oğlu, bir ağaca yapışıp (bir ağaçka yabışıb), bir aday (otrau) çıktı. Adada bir kavak ve kavağın üzerinde de bir kartal (kara-kuş) yuvası vardı..." Mitoloji, burada kendisini gösteriyordu. Han'ın küçük oğlu adaya düşmekle, ya göğe çıkmış veya yerin altına inmişti. Kavak ağacı, Tirek veya terek, bir éDünya ağacı gibi idi.


Sal ve Gemi yapma:Yukarıda Oğuz Han'ın, Kıl-Barak akınında sal yapıp, aday nasıl gittiği üzerinde durmuştuk. Uygur yazısı ile yazılmış Oğuz destanı içinde de, bir Oğuz beyi'nin, sal veya kayık yaptığı görülüyor. Oğuz Han, buna sevinmişti: (Sevinç attı küldi). Bu sal veya kayık bir ağaç kavuğu da olabilirdi. Çünkü bu kayığı yapan beye, Oğuz Han, Kıpçak yani "ağaç kovuğu adını verdi. Anlaşıldığına göre Türkler veya Türklerin Oğuz kesimi, büyük ırmakları geçmede, tecrübe sahibi idiler. Nitekim, Farsça Oğuz destanı içinde şöyle deniliyordu:


"...Biz geldiğimiz yerlerden, kaç tane derya (büyük ırmak) geçmişiz. Sizin derya ve sularınızın, askerimin gözünde, bir değeri yoktur... Atı, sal yerine kırbacı da kürek yerine kullanılır ve sizin ülkenizi alt üst ederler...



Büyük Irmakları geçme
Eski Türklerin anayurtlarında, denizler yoktu. Türkler, ırmaklara "deniz" tengiz derlerdi. Okyanus içinde, Güney Kültürlerinden gelen, taluy sözü kullanılırdı. Göktürk devletinin ilk ataları, "Batı denizi" nin kıyısında idiler. Çingiz Han'ın ilk ve ulu ataları olan Gök Kurt ile Ala Geyikde, "denizi geçerek", gelmişlerdir. Rodlof'un Proben'inin 1. cildinde, Ak-Deniz ve Kara-Deniz'i geçen yiğitlerden söz açılır. Destan geleneğine uygun bir su geçmeyi, aşağıda kısa olarak veriyoruz:


"...Kuzu-Körpöş, atını eğerledi, nalladı (taga kalktı). Bir derya kıyısına (yakasına) geldi. Deryanın öbür yanına, bir günde çıktı.. Orada, Kara-Han'ın oğlunun davarları vardı..." Burada, Dünya ağacı, (Bay-Terek) de vardı.



OĞUZ HAN'IN İKİNCİ HATUNU VE YER RUHU
Uygur yazısı le yazılmış Oğuz destanında şöyle deniliyordu:" ...Oğuz Han, bir gölün ortasında, bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda (kabuçağında) ise, bir kız oturuyordu..." Oğuz bu kızla evlendi. Gök, Dağ ve Deniz adlı oğulları, bu kızdan oldu. Bu konuya "Türklerde ağaç kültü" dolayısıyla, sık sık dokunmuştuk. Ağaç ile dev ve kızı, Anadolu masallarında da görülüyor.


1- "...(Algazar), babasının gitme dediği ağaca doğru gitti. Göğe dikilen büyük bir ev (tengrige tirelme) gördü. Yiğit bacadan baktı. Yaşlı dev okunu yonarken çıkan rüzgâr, evin kapısını açtı. Kılıcını yere vurdu, yedi kat kesti. Ağaca vurdu, Ağacın 6 katını kesti... Eşikte oturan, kızı aldı ve döndü..." Kötü yer ruhları, yaygın olarak ağaç köklerinden ve pınarlardan çıkarlar.


2- "...Bir savaşta çocuğu kurtarmak için dedesi, onu bir ağacın kovuğuna koyuyor..." Çok mitolojiktir.


3- "...Bir ağacın kovuğundan bir kedi çıkıyor ve onu görenlere, çok zenginlik veriyor..."


"...Oğuz Kağan yolda giderken, Büyük bir ev gördü. Evin duvarı altından, pencereleri gümüşten ve çatısı da, demirdendi. Ev, kapalı idi ve anahtarı da yoktu..." Yukarıda da, Algazaradlı yiğit, ağacın yanına gelince, "göğe yükselen (tenğrige tirelme), büyük bir ev gördü..."



OĞUZ DESTANINDA, ALTIN VE GÜMÜŞ EVLER
Uygur yazılı Oğuz destanı'nda şöyle deniliyordu:
1- " Kara-Kükül adlı yiğit atına binip, günlerce yürüdü. Bir taş eve (taş üygö) geldi. Kapısı, açık(işigi açık) duruyordu. İçinde Yeş Yiğit-Alp yatıyordu. Başını tör (onur) yerine koymuş; ayağını da kapıya doğru uzatmıştı... İki yiğit güreşmeye başlayınca ev yıkıldı..."


2- "...Yiğit, bir kartalın sırtında 12 gün uçuyor... Yolda bir taş eve (taş üy) rastladı. Taş evin kapısı kilitliydi. Açmak için anahtarı (atkıçı) yoktu. Kapıda bir yazı vardı: "Bu eve girmek isteyen kişi, "bismillah irrahman irrahim" derse, kapı açılır..." Yiğit, bundan sonra da büyük bir ağaca (tirek) rastladı. Ağacın altında, 40arşın boyunda bir kişi yatıyordu..." Burada da taş ev ve Dünya ağacı motifi yanyanadır.


3- Oğuz Kağan destanında:Kapısı kilitli bu evi, Kalaç adlı bir Oğuz beyi açmıştı. Ancak Oğuz destanında mitoloji yerini, gerçek hayata benzer olaylara bırakmıştır.


4- Savaşta demir ev: "...Kiden Han ordusunu alarak, Ak-Köpük'e doğru yürüdü. Ak-Köpük, bunu işitince, dağa çıktı (tau başına çıktı). Demir bir ev yaptırdı(temir üy saldı). Okuna, demirden bir başak soktu..." Kuzeydeki Şamanist ve balıkçı Türkler, altın ve gümüşü, iyi tanımıyorlardı. Taş veya demir ev, bir çeşit saray sembolüde olabilirdi.


Yılanlı taş ev: Yurtlarda oturan bu Türkler için taş ev, sihirli ve değişik bir sembol gibidir: "...(Bir Altay destanında) yiğit, içi yılan dolu bir ev görüyor. Yiğit, yılanları boşaltıp, içinde kendisi oturuyor..."


Karataşev: "...Kuzu Körpöş, bir çölde, bir kargaya rastlıyor: "Sana, babam diyeyim! Karga! sana annem diyeyim! Kara-Han'ın evi, nerdedir? Kara-Taş ev (üy), nerdedir, karga!..." Bu destanda, güneyden gelen tesirler de vardır. Ancak yerli motifler, bellidir.


Görülüyor ki Oğuz destanı içindeki sihirli evler, Proto-Türk mitolojiiçinde de görülüyordu. Bu ev motifi, Oğuz destanı içine nasıl girmiş? Bu örnekler bir fikir verebilir.



OĞUZ HAN'IN VEZİRİNİN BÜYÜK RÜYASI
"Altın bir yay gündoğusundan, günbatısına doğru uzanıyormuş. Üç gümüş ok ise kuzeye doğru gidiyormuş!"
Oğuz Han'ın veziri Uluğ Türk, böyle bir rüya görüyor ve bunu, Oğuz Han'a söylüyor.


Büyük imparatorluk kurulurken, devletin kurulmuş felsefesini böyle bir rüyaya dayandırma ve böylece manevî bir kazanma, Türk devletlerinde bir gelenek halindedir Bu inanışlar, çoğu zaman devletin kuruluş ve yücelmesinden sonra oluşturulmuşlardır. Bu inanışı, Osmanlı kuruluşunda da görüyoruz. Proto-Türk mitoloji'nin temellerine inip, Türk Halk Edebiyatı'ndan bazı örnekler sunalım:


Harputlu annemin bir masalında, şöyle bir motif vardı: "...Keloğlan rüyasında bir yatakta yattığını görüyor. Sağında ve solunda ay ile güneş varmış. Göğsünde de yıldızlar ile oynuyormuş. Bunu hakanlığa yormuşlar. Oynadığı yıldızların ise, şehzadeleri olduğunu söylemişler..."


Rüya satan Keloğlan: (Tüş satkan taşşa):Bir kadın şöyle bir rüya görüyor: "- Başının üzerinden , ay doğuyor (ay tuuptu) Ayağında gün çıkıyor (kün şıkıptı). Yüreğinden de, bir yıldız (culduz) doğup yükseliyor". Keloğlan bu rüyayı satın alıyor. Ay, kendi hatunu oluyor. Ayağından yükselen güneş, devlet ve hakanlığı sayılıyor. Yıldız ise, oğlu olarakyorumlanıyor..."


3- (Rüyada), sağda güneş; solda da, ay duruyormuş. Rüyayı görenin alnında da, Zühre yıldızı parlıyormuş..."


4- (Kırgız Hanı Abılay)'ın atası, nurdan peyda olmuştur: (Nurdan peyda bolgan). O, yayını, güneş ışıklarına asabilir: (Sadagın küngö askan). Sizin atanız ise âdi(kara) Hokendli Sartlar idi..." Güneşin ışıkları, Abılay Han'ın yayını yüksekte tutuyorlardı. Güneş soylu da olabilirdi.



Oğuz destanındaki "Buz Dağı"
1- "...Oğuz Han'ın "aygır bir atı" vardı. At, yolda büyük bir adağa kaçtı. Dağ, çok büyük bir dağdı. Üzerinde herzaman,don ve buz (tonğ muz) vardı. Başı ise soğuktan hep ap aktı... Oğuzi dağda atını bulup geiren beyine , Karlık adını verdi..."


2- "...Oğuz Han'ın iki atı, (Kafkas?) Derbend'in de kaybolmuştu. Irak-kula ve Süt-kula adlı bu atları, Derbendliler bulmuşlar ve böylece vergi vermeden kurtulmuşlardı..."


3- "...(Kuzu-Körpöş'e şöyle dediler):...İyi bir at bulamazsan, Bayan-Sulu'ya gidemezsin. Baban ölünce, "Ak-burşun" ve "Gök-burşun" adlı iki atı, göğe uçtular. Eğer sen, Buz-dağına (muz tau) gidersen. Yedi ay, daha yürürsen, altın ve gümüş iki yemlik göreceksin. Orada, bu atları bulabilirsin.


Kuzu, Buz-Dağı'na gidip,... iki atı buldu getirdi. Ondan sonra yola çıktı..." Bu Kırgız masalında, "annesinin memesini çıkarıp and içirmesi" üzerinde durulmalıdır.


4- "...Buz Dağı'ndan (Muz-tau) iki hakan çıkmış... Malları, birbirine eşit olan, Sarı-Han, Kara-Han'da, vardı. Yiğit Kuzu'da, gelip Buz-dağı'na kondu..." Yiğid, Buz-Dağı'nda "konuş aldı" yani konak yaptı. Bunadn sonra Hanların kızını almak için, çalışmağa başlar. Bu masalda, çok güzel av sahneleri vardır.


5- "...Şor Türklerinin kamları, davul yapma emrini, (veya ilhamını), Mustag (=Buzdağ) denilen dağdan alırlar. Buzdağ, şamana, bütün ömrü boyunca kaç tane davul kullanabileceğini tayin eder. Belirlenen sayı tamam olunca, şamanın ömrü de tükenmiş olur..."


Proto-Türk mitolojisi'nin, birer nefes alır gibi, yerli yerinde sıralanmış, izleri idiler.





OĞUZ DESTANINDA BABA OĞUL REKABETİ VE TÜRK HALK EDEBİYATI



"...Kıral Ödip rüyasında oğlunun kendisini öldüreceğini görüyor. Bunun üzerine, telaşa düşüyor. En sonunda Kıral Ödip, bir kaza ile; ancak oğlunun yüzünden ölüyor..." Mete ve Oğuz Han ile babaları arasındaki rekabet, böyle basit bir efsane ile karşılaştırılmamalıdır. Babaların, töreye karşı gelmeleri, devlet töresi ve imparatorluk geleneği gibi bir çok meseleler vardır. Oğuz Han ve Mete söylentileri, birer imparatorluk mitolojileridir. Dış tesirlere kapalı, Proto-Türk geleneklerini taşıyan, Kuzey-Türk destanlarından, bazı parelel örnekler sunalım:


1- "...Bir Han'ın kendi oğlu eve gelince, han'ın evden hemen çıkıp, gidesi geliyormuş. Daha doğrusu babanın ruhu, (ervahı), babayı oğlundan uzaklaştırıyordu. Han, bunu falcılara sormuş. Falcılar da, oğlun seni öldürecek, demişler. Bunun üzerine Han, oğlu İdege-Bey'i öldürmek istemiş. Fakat Han'ın veziri Yen Bay, babasının öldüreceğini oğluna haber vermiş.." Bu destan, Kuzey Türk kültür çevrelerinin, en önemli destanlarından biridir.


2- "...Muradım adlı bir yiğit, komşu hakanı yeniyor. Hakanın ikikızını esir alıyor. Düşmanı kovalayıp, babasının ülkesinden geçerken, iki kızı, savaş sonuna kadar, babasına emanet ediyor. Muradım savaşta iken, babası kendisine emanet edilen iki kızı da, kendisine nikâhlıyor. Oğlan savaştan dönüyor. Babasının yaptığını görünce, bir okla, babasının gözünü kör ediyor. Sonra da, Timur'un yanına kaçıyor..."



Oğul ve baba hakkı
Bu destan, atasözleriyle söylenmiş bir edebiyat şaheseridir. Baba kör olunca, oğluna şiirle "babalık hakkı"nı hatırlatıyor. Oğul da, oğulların da böyle bir hakkı olabileceğini söylüyor ve babasına, "Oğul hakkı" nı anlatıyor. Böylece baba ile oğul arasında, şiirli bir atışma başlıyor. Şiirlerin tamamı, ikişer satırlık, atasözlerinden oluşmuşlardır.


Töre ve Tanrı korkusu, babyı sarmıştır. Oğlu Muradım da, Töre ve Tanrı adına, babsının gözünü kör ettiği için, rahattır. Baba hakkı'nın yanında, oğul hakkı'nın bulunduğunu da hatırlatır. Tıpkı. Mete ve Oğuz gibi.


3- "Altain Sayın Süme'nin atı, babası ile annesinin kendini öldüreceklerini haber veriyor. Yiğid, atına binip, kaçıp gidiyor. At, konuşarak kendisine yol gösteriyor..." Bu destan, çok mitolojik bir eserdir. At, zaman zaman, "kel-at"olur. Oğlan da, "kel-oğlan" olup, göğün yedi katını ve yıldızları dolaşır.


Anadolu'da da, mitolojidenkutulmuş, buna benzer masallar vardır. Harptulu annem söylerdi: "... Üvey annesi,şehzadeyi öldürmek ve zehirlemek ister. Şehzadenin Alnı beşik attı, her defasında, şiir ve melodi ile haber verir. Oğlan, atını ağlarken görür ve ondan haber alır..." Anadolu'da, bunun çok çeşitli variyantları vardır. Mete olayında olduğu gibi, arada bir üvey anne tesiri vardır.


4- Küçük oğul, "baba ocağının sahibi ve iyesidir". Baba ile küçük oğul rekabetine, yalnızca bir Altay masalında rastladık: "...Bir baba ortanca ve büyük oğullarına, küçük kardeşlerini öldürmelerini söylüyor. Fakat çocuklar, küçük kardeşlerine kıyamıyorlar. Küçük kardeşimizi öldürdük diye, bir köpeğin kanını getiriyorlar. Baba, o gece bir rüya görüyor ve korkusundan, sabahleyin evini ve yurdunu bırakarak kaçıyor..." Buna benzer bir masal daha vardır.


5- Dede Korkut kitabı içinde de, zaman zaman mitolojik bir anlatışla, baba-oğul rekabeti görülür. Burada, "40 yiğid ile oğlu rekabeti",rol oynar.


Deli Dumrul hikayesinde ise, "karı koca bağlılığına" karşı, "anne-baba rekabeti", söz konusudur.


6- Manas destanının bir bölümü olan Er-Töşük destanında ise, şöyle bir olay vardır: "...Tepegöz gibi türeyen bir dev, İlemen-Bay:


Gel sana, 8 oğlumla, gelinlerimi vereyim", der. Fakat dev, razı olmaz. İlemen-Bay: "- Gel sana, Alp oğlum Ertöşük'ü vereyim", deyince, dev razı olur. Bundan sonra, baba- oğul arasında kavga başlar. Gelin, kocasının yanını tutar..."



OĞUZ DESTANINDA "DEMİR EV" HAKKINDA


Uygur yazısı ile yazılmış Oğuz Destanı'da, "pencereleri gümüşten, duvarı da demirden", kapalı bir evden söz açılmaktadır. Bu bölüm, Türk mitolojisinin çok yaygın bir motifi olan "Buz Dağ"dan sonra gelmektedir. Bu demir evden sonra da, Oğuz Han'a yol gösteren kurt'tan söz edilmektedir. Yani bu üç bölümün, tarihle hiç bir ilgisi yoktur. "Anahtarsız" bu "demir ev", Oğuz Destanı'nın içinde, birden bire neden yer almıştır. Oğuz Destanı'nın bu bölümü şöyledir:


" (Oğuz) yolda büyük bir ev gördü. Bu evin damı (tagamı) altından, pencereleri gümüşten, çatıları da demirden idi. Kapısı vardı; fakat anhtarı yoktu...".


"Kapısız ve penceresiz demir ev": Hemen bir örnekle işe başlayalım: Kuzey Türklerinde Turalı boyunun, Kara Kökül destanında şöyle deniyordu: Çoyın Alp'e gelen yiğit Kara Kökül, (onun) demirev'ine erişti. Demir evin, açacak bir kapısı yoktu (açarga işik yok). Ne de bakacak bir deliği; yani bir penceresi vardı: (karaga teşik yok). Dökme demirden, dağ şekilli bir eve geldi..." Bu ev, Çayın Alp adlı bir deve aitti. Bu demir ev motifine, Kuzey Türk destanlarında sık sık rastlanır.


"Evin Kapısı, çatısı, penceresi ve direği": Bu dört şey, Türklerde, evin esasını oluşturur. Bunların hepsinin de, destanlar ile dualarda ayrı ayrı yerleri ve değerleri vardır. Bunlara, ocak ile bacayı katmak gereklidir. Eski Türk destanlarında, "50 kapılı, 40 pencereli, 30 kilişli ev"ler den söz açılır. Dikkat edilirse pencere sayısı, kapılardan daha azdır.


"Evin kapısı ve eşiği" Kapı için söylene eşik sözü, evin bütünü için de, söylenir. Kuzey Türk destanlarında çoğu zaman, ev yerine "eşik göründü" yani "ev göründü", deniyordu. Çingiz Han, "eşiğe oturmayı yasak etmiş". Çünkü eşiğe oturan kimse, eve sahip çıkıyor, sayılırdı. Kuzey Türk destanlarında, altın ile gömüler, eşiklerde, bulunuyordu. Ev için dua edilirken de, "eşiğin delinmesin", deniyordu.


"Baca": Kuzey Türklerinde, pencere yerine geçiyordu. Çünkü onlar yurtlarda oturuyorlardı. Baca için de, dua ediliyordu.


"Çatı": Evin göğü ve kubbesidir. "Çatısı delinmesin" dileği, duaların başında geliyordu. "Demir çatı" yı, yalnızca Oğuz Destanı'nda görüyoruz. Kuzeyde çatı, keçedir. Çok mitolojik Kuzey Türk destanlarında "Kuş derisinden çatı" motiflerini görüyoruz. Kara Han'ın yaptırdığı bu çatı, "Zülülö kuşu" adlı bir efsane kuşunun derisindendi


"Evi Direği": Ailenin ve göğün bir direği gibi, görülmüştür. "Evin desteği, direği olsun!" diye dua edilirdi. "30 kirişli veya direkli" evler, efsanekerde görülüyor. Büyük otağ çadırlarının direkleri elbette ki çok olurdu.


" Gelin evi ve gerdek" yeri de, bir ev veya tek kubbeli bir yurttur. Farsçada gerdek sözü, "kubbe" demektir. Gelin odası manasını taşımaz, Ancak çadırda, yurtta ve hatta Anadolu'da, gelin için her zaman ayrı bir oda düşünülemez. Oda ve yatakların ayrılmasında perde, büyük rol oynar.


"Cibinlik", yatakları birbirinden ayıran veya gelin veya gelin yatağının bir sembolüdür. Kuzey Türk destanlarının birinde, " Gün Han kendi kızını, hüner gösterebilecek birine vermek istiyor. Yiğit Kara Kökül, atı ile uçuyor, çeşitli donlara giriyor. Bunun üzerine kız, yiğidi beğeniyor. Kız hemen orada bir cibinlik (cıbındık)kurup, oğlanla gerdeğe giriyor..."


"Gelin odası", süslü ve güzel bir evdedir. Bunun için Kuzey Türklerinin Muradım destanında, gelin ev için, "yıbalu ev", yani süslü ve mükemmel ev deniyordu.


"Kanatlı ve köşeli ev": Türklerde daha çok büyük çadır veya otağlar için söz konusu olmalıdır. Bir Kuzey Türk efsanesinde, "Dudar kız atı kesip, 6 kanatlı bir ak ev yapıyor..." Bu, tam bir mitolojidir. "40 köşeli bir ev"den de, başka bir destanda söz açılıyor. Destanda hafif Hind tesirleri vardır. Bu çadır, saray da olabilir.


"Ak Ev" deyişinin en güzel örnekleri, Dede Korkut'ta bulunur. Bu, yalnızca temiz değil; erdem dolu bir ev demektir. Bu deyiş, Kuzey Türk destanlarında da, sık sık görülür. "Çingiz Han'ın mezarının yanına, onun ulu hatırası için, 5 ak-ev yapıyorlar. Burada da bir kutluluk vardır. Bu ak evlere, Manas destanınnı bir bölümü olan Er-Töştük destanında da rastlanır.


"Bark ve ev" de, kutlu bir evdir. Bilge Kağan'ın hatıralarını toplamak ve ona yapılan kurbanlar ve sunuşlar için, böyle bir bark yapılmıştı.


"Mezar ve ev": Türkler, mezar ile ev arasında, büyük bir ayrılık gösteremiyorlardı. Birinin bu dünyanın; öbürü de diğer dünyanın, bir evi idi. Nitekim Manas destanındaManas Han ölünce onun için "Ak Saray ile Gök Saray" yapılımştı. Çingiz Han bir söylentiye göre "araba ile birlikte mezarına konmuştu". Türk Kıpçak sözlüklerinde ise, mezar için, "kurgan ev" karşılığı kullanılır.


"Evin arsası, kurulduğu toprak": Yer Ruhu'nun malıdır. GökTürk çağında buna, "Yer-su" ruhları deniyordu. İlin ve devletin iyi ,idare edilmesi, onların gözü altındaydı. "Yerin sahibi", onlardır. eski Türkler "sahip" için "İdi" sözünü kullanırlardı. Büyük devlet kurmuş ve gelişimş olan Göktürklerde, bu anlayış de gelişti. Yakut Türklerinde ise, "Evin gerçek sahibesi" de,bu ruhlardı. Bunun için, saçı yapıp, onları hoş tutmak gerekli idi. Bunlar, "dişi yer ve toprak ruhları", idiler. Daha gelişmiş olan Kırgız Türklerinde ev yaptırmak isteyen bir kimse, bir" Ev duası" yaptırmak zorunda idi. Yatak için başlayan ve "Bacası kırılmasın, eşiği kırılmasın, çatısı delinmesin, desteği direği olsun" sözleri ile biten ev duası, bize kadar gelebilmiştir.


"Ev tutma" sözü de bütün Türklerde yaygın bir anlayıştır. Göktürklerin "il tutma", yani"devleti idare etme gibi" bu da, ev kurma ve devam ettirmedir. Türkmenlerin Şeceresi, Türkler için, "Evini tutup, oturmadıkları yurt var mı?" diyordu.


"Taş evler" de, Türk destanlarında çok görülür. Turalı boyunun bir destanında, "genç bir yiğit, devin taş evini, kılıçla vuruyor, süngü ile deliyor, kementle yıkıyor, ondan sonra da ateş verip yakıyor". Çok daha eski ve mitolojik bir Altay Türk destanında ise, bir "Yılanlı taş ev" den söz açılıyor. "Kara Han'ın ise, kara taştan evi" vardı. "Taştan Saray'lar (Taş ögöröt)"da görülüyor. Bu saraylar bazan, yalnızca "Taş kapılı saray", (yani, kapkaları taştan) olarak da anılıyordu.


"Gök ağaçlarının yanıdaki evler", Türk mitolojisinin en yaygın bir motifidir.Bu konuda Tuba veya Gök ağacı ile Anka kuşu motifleri, Türk destanları ile benzeşmiştir. "Yiğit, babasını yine Karaca adlı devi, göklere yükselen ağacın yanındaki büyük bir taş evde bulmuş ve devi öldürmüştür..." Burada devin adu da türkçedir.


"Altın evler", daha çok Türklerin hakanlık otağı'dır. "840 yılında kırgızlar, Uygur Hakanı'nın altın çadırını yakmışlardır.


"Oğuz Kağan da sık sık altın evini kurduruyordu". "Oymalı ve boyalı evler", Türk destanlarında çok görülür. Muradım destanında bu oymacı ve boyacılardan söz açılmaktadır. "Yılanlı evler", Çok mitolojik bir motiftir. "Masa örtüsü veya örtü", de Türk destanlarında sık sık geçiyor. Buna, "tastırgan yaydı", diyorlar. "zından" motifi Türk destanlarında, herhalde Güney tesirleri ile doğmuştu.


"Ev duası"üzerinde durmuştuk. Bu konuya bir vesika daha ekleyelim. Evin gerçek sahibi, toprak ile ateş,yani "Ocak"ın ruhu idi. Bunun için Şamanlar, ev yptıran veya kuran adam içinşöyle dua ediyorlardı: "Büyük Anam, Hatunum, Sekiz kenarlı yerimin (dünyanın) sahibi. Buna benzer inanışlar, Anadolu'da da görülür.


Evin Yönleri: Türklerde kapı, çoğu zaman güneye açılır. Radlof'un Kumalak falı dolayısiyle verdiği, evi yönleri hakkındaki bilgileri,sunmadan geçemeyeceğiz. Bu faldaev, 9 bölüme ayrılmıştır. Kapı, (bosaga) yanına- ev bir ata benzetilerek-, "kuskun yanı" denmiştir. Arkasına ise "alın" (Mangalai), denmektedir. Sırtımızı kapıya çevirdiğimiz zaman, sağ yanımıza gelen taraf, "özyan" (özcak), yani kendimizin yanıdır. Sol taraf ise, "Düşman yanı"(duspancak), idi. Evin tam ortası ise, "kalb, yürek", idi. Ocak yeri de burada idi. Bu anlayış Türklerde, yer yer değişmektedir.


Anlaşıldığına göre Türklerde "Evin yeri ve toprağı, Tanrının idi". Bunun için ev ve yurt kurmak isteyen kişi, kamlara dua ettirip, Tanrı ile yer ruhundan izin almak, zorundaydı. Göktürk'lerdeki, "Yer-su" anlayışı, bu anlayışın bir temeli olsa gerekti. Yakut Türklerinde yurt kurmak isteyen bir kimse, şamanı çağarır ve ona dua ettirirdi.





OĞUZ DESTANINDAKİ "BUZ DAĞI"
Mitolojiden önce, tabiatın güzellikleri ve gerçek hayat gelir. Ulu dağlar insan düşüncesinde her zaman ve her yerde kendi yerlerini yapmışlardır. Dede Korkut'ta okuduğumuz, gibi sözler, Türklerin dağlara karşı olan sevgi ve hayranlıklarının bir görüntüsüdür. Din ve mitoloji gibi düşünceler, ile diğer inanışlar bu sevgi ve hayranlıktan doğar ve gelir. Üstelik insanlar ile hayvanları en iyi besleyenlerde, yine ulu dağlardır. hayvancıların hayatı, büyük dağlara ve onları yaylalarına bağlıdır.


Yine Dede Korkut'ta dendiği gibi, "yazda kışda karı, buzu erimeyen" bu dağlar, insanlar ile hayvanlara, hayat veren tek kaynaktır. Dağın karı ve buzları erimeyecek ki, altındaki yaylalar ile otaklara, hayat versin. Bu yüce dağlar işte, böyle bir gerçek düşünce ve duygulardan güçlenerek, mitolojideki kişiliklerine bürünüyorlardı.



Kutlu Dağlar
Bilindiği gibi Kuzey Türk Edebiyatında: "Ruhların su içtiği Karadağ, Dokuzdağ, Karlıdağ, Gökdağ, Akdağ, Gök, (yani Tanrının) çevrelerine dokunan dağ, Çatalbaşlı sıradağ, Geçitli sıradağ, Merhametli sıradağ (Tegir Kayrakan), Akboz sıradağlı, taşlı ve demir dağ". Kuzeydeki Abakan Şamanlarının dualarında geçer. Hunların, Çilien; Göktürklerin Ötügen; Uygurların, Kut Tağ'ı ve hatta Çingiz Han'ın Burhan Kaldun gibi, "Gök veya Tanrı dağları", Türklerin kutlu dağları arasında, değerli bir yer tutarlar. Buna Oğuz Han'ın Or Tag ve Kür Tag adlı dağlarını katabiliriz.