Sayfalar

17 Aralık 2009 Perşembe

Flamenko Dansı ve Tarihsel Gelişimi



Flamenko Sözlüğü 1 2 3 4 5 6 >

Flamenko kendine has bir Güney İspanya sanatıdır. Üç şekilde hayat bulur : şarkı "Cante"; dans "Baile"; ve gitar "Guitarra".

Flamenko, Güney İspanya'nın kendi folklorik müziği ile çingenelerin aynı kültürden yaratmış oldukları müziğin kaynaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Populer halk müziği, çingene müziğinin gelişimini etkilemiştir ancak o günlerde bu müzikle bağdaşmamıştır. Günümüzde ise bu iki müziğin birleşmesiyle Flamenko ortaya çıkmıştır.

Eski Zamanlarda Flamenko

Milattan önce 1100'de, Fenikeliler "Cadir" diye adlandırdıkları Kadiz şehrini kurdular. İspanya'nın Atlantik kıyılarındaki bir yarımada üzerinde kurulan Kadiz, Avrupa'nın sürekli yerleşim alanı olan en eski şehri ve İspanyol müzik ve dansının gelişimi açısından önemli bir merkezdi. Çünkü günümüz İspanyasın'da halen canlandırılan danslara benzer danslar ilk kez Fenikeliler tarafından burada sergilenmişti.


İspanya haritası

Milattan önce 550'de, Yunanlılar Güney İspanya'yı kontrolleri altına aldılar. Bu sebebledir ki; Yunan sanat eserlerinin üzerinde bugün İspanyol dansçılarının yaptığığı gibi kastana tarzı enstürmanlar kullanan veya dansa eşlik etmek için el çırpan yada bu tip benzer el ve vücut pozisyonları olan dansçılar sergilenir. Bugün İspanya'daki birçok folklorik dansın izi Yunanlılara kadar sürülebilir.

İspanya milattan önce 201'den milattan sonra 206'ya kadar Roma İmparatorluğunun bir parçasıydı. İspanya'nın güney kısımlarının Batika olarak tanınmasına rağmen; Kadiz o zamanlar "Gades" olarak anılıyordu ve halkına günümüzde de olduğu üzere "Gaditanos" deniliyordu.



Milattan sonra 537'de Vizigotlar İspanya'nın çoğu bölgesinde otoritelerini yitirdiler ve bir Gotik kralının yönetimi altındayken Hıristiyanlık İspanya'nın dini haline geldi. Vizigotların bölgeye olan kültürel katkılarıysa çok azdı.

711 senesinde, Mağribiler (Faslılar) olarak bilinen Araplar, Suriyeliler ve Berberiler Cebelitarık boğazından İspanya'yı işgal ettiler ve yedi sene boyunca kuzey hariç her yere hükmettiler. Yaklaşık yediyüz yıllık bir hakimiyet süresince başta güney kesimler olmak üzere Arap kültürü İspanya'yı çok büyük boyutlarda etkiledi ve burayı Batı dünyasının kültürel merkezi haline getirdi. Müslümanlar bu ülkeye şiir, şarkı ve müzikal enstürmanları getirdiler. Bunların içinde flütlerin, davulların yanısıra git gide tel sayısını yitirerek onüçüncü yüzyılda "guitarra latina" denilen iki telli enstürmanın daha sonradan tek telli bir saza dönüşmesine esin kaynağı yaratan üç telli uda benzer "guitarra morisca" da vardı.

Araplar İspanyol müziğine duygusallık ve duyarlılık kazandırdılar. Fevri insanlar olan Araplar başlarında fanuslar kırar, elbiselerini parçalar yada yerde yuvarlanırlardı. İspanyol müziği ve Flamenkoda önem kazanan çoğu şarkının zambra, zorongo, zarabanda ve fandango gibi Arapça isimleri vardır. Aslında "zamras" terimi o zamanki müzisyenlere yada bunların çaldıkları toplantılara verilen isimdir; günümüzde halen Kanada'daki çingeneler festivallerine "zambras" demektedirler. Bu döneme ait yazılı Arap müziğine örnekler bulunmamakla beraber bu müziğin bugün halen Kuzey Afrika yada Ortadoğu'da var olan müziği çağrıştırdığı bilinmektedir ve modern flamenko bu müzikle belirli öğeleri paylaşır.


Flamenko

21 Kasım 2009 Cumartesi

KURBAN


“KURBAN BAYRAMI” DEĞİL, “HAC BAYRAMI”!


Yarın ne bayramı?

Kurban bayramı değil!. HAC Bayramı!. Hacc’a gidenlerin bayramı!.

Hacc’a gidenler günâhlarından arınıyorlar. Bu arınmanın bayramını yapıyorlar.

Biz de onların bu sevincine, mutluluğuna iştirak ediyor, onlar bayram ettiği için biz de bayram ediyoruz.

Ve de, şükür olarak kurban kesip onların etini de kendimize hiç bir parça ayırmadan olduğu gibi ihtiyaç sahiplerine, yoksullara yetimlere, fakirlere dağıtıyoruz..

Bu, zahirde kesilen kurban!.

Bir de mânevi kurban var!.

"HAC BAYRAMI",

ZAMAN İÇİNDE “KURBAN BAYRAMI”NA DÖNÜNCE…

HALKIN DİLİNDE “KAVURMA BAYRAMI” NİYE OLMASIN Kİ!

Kebapçılardan çıkmayanların, barbeküde bonfile, pirzola çevirenlerin, stres atmak için çıktığı balıktan dönenlerin oturup kurbanlara acıdıklarını söylemelerini “timsahın gözyaşları” olarak nitelesek sanırım hiç yanlış olmaz!.

Hac Bayramı”, zaman içinde Kurban Bayramı”na dönünce, halkın dilinde Kavurma Bayramıniye olmasın ki?

Oysa gözden kaçırılmaması son derece önemli olan bir gerçek var?

DİN”deki kurallar uzaydaki bir tanrının, bizim yaptıklarımızla eğlenip zevklensin diye, keyfi kararlarından mı oluşmuştur;?

Yoksa…


Her birinde yüz milyarlarla yıldızın yer aldığı Milyarlarca galaksinin yüzdüğü evreni Yaratan ve ALLAHadıyla işaret edilenin, oluşturduğu SİSTEM ve DÜZEN bilinsin; onun şartlarına göre yaşanarak, geleceğimiz cehennem olmasın; diye mi Allah Rasülü tarafından bize bildirilmiştir “DİN”?

Bu ikisi arasındaki farkı anlayacak çalışır beyin kapasitesi olmayanların; “DİN”deki konuları değerlendirip, günün şartlarına göre gerekli çözümleri bulup açıklamaları mümkün değildir!.

“KURBAN”IN ÜÇ DERECESİ VARDIR

Bu durumda, Kurbanın üç derecesi çıktı ortaya!.

1-Zâhirdeki kurban.

2-Tabiatın, yani bedenin istek ve arzularını kurban.

3-Allah’tan ayrı saydığın, ayrı bir varlık olarak düşündüğün “ben” kavramını kurban.

ZÂHİRDE KESİLEN KURBAN

Kurban kesmek imkânı olan, kurban keser ve etini mümkünse tamamıyla, et alma imkânı olmayan fâkirlere dağıtır…

Bu bir yoldur…

Ancak, yenilip ertesi günü dışarı atılacak et yerine, o parayla insanlara âhıretlerini, ebedî yaşamlarını kazandıracak bilgileri ihtiva eden kitaplar veya kasetler de dağıtılabilir!.

Bu da bir yoldur!.

İslâmiyete düşmanlığın bu kadar açık ve güçlü olarak sergilendiği; insanların, “DİN”den uzak kalmaları için bu kadar mücadele edildiği bir ortamda, insanlara ilim verilmesi, imkânı olanlar için farzdır!.

Eğer müslümanlar yıllarca, bina-yurt-cami gibi toprağa ölü yatırım yapacaklarına; onlara, gerçek İslâm Dini’ni insanlara öğretecek yayınları dağıtsalar; insanları ilimle mücehhez kılsalardı, sanırım bugün çok daha farklı şartlar altında olurduk.

Ne yazık ki, insanları ilimlendirmek için kullanılması gereken para, uzun yıllardır, cennette köşk ya da huri satın almak isteyen bilinçsiz müslümanlar tarafından, taşa-toprağa yatırılarak bugünkü ortama gelinmiştir.

Lâfta yüzde 99’u Müslüman olan ülkede, İslâm Dini tanınmıyor; insanlar Kurân hükümlerinden öcü gibi kaçıyorlarsa, bunun vebâli, biraz da onlara bu ilmi ulaştırmayanlardadır.

İlim kadın-erkek her müslümana en öncelikli farzdır… Maddi imkânı müsait olan tüm müslümanlara, imkânlarını, insanlara ilmin ulaşması için değerlendirmeleri de farzdır.

Elbette bu, bizim anlayışımızı paylaşanlara göre.

BEDENİN DOĞASINI,

TABİATINI KONTROL ALTINA ALARAK

BEDENİ KURBAN ET!

Kendine ait olarak kabul ettiği bedenin, istek ve arzu ve zevklerinden arın! Bedenini kurban et!.” denmek istenmektedir.

Bedenini kurban etmekten mânâ, kafayı kesmek değil, bedenin aşırı istek ve hırslarını frenlemek!.

Doğal yaşamı için gerekli olanları verip onun ötesindeki şeylerden bedeni frenlemektir. Yani, tabiatı kontrol altına almaktır.

Bedenin doğasını, tabiatını kontrol altına almak!. Bedeni kurban etmek!.

Daha önemlisi; Allah’tan ayrı olarak var kabul ettiğin “ben”liğinin, gerçekte hiç bir zaman var olmadığını idrâk etmek sûretiyle “benlik” kavramını kurban etmek. Daha da zoru!.

KURBAN

ARINMAK İÇİNDİR…

DİYET, KURTULMAK İÇİN!

Adam bir hata yapmış!.

Bağışlamamışlar, çaresiz kolunu kesecekler… Diyetini ödeyecek parası da yok… Çıkmış biri, adamın kolu kesilmesin diye diyetini ödemiş… Kolu kurtulmuş… Sevinmiş adam…

Mesleğini icraya devam etmiş… Kasapmış…

Diyetini ödeyen de uğrarmış dükkanına… Selâm sabah,

sevgi dilekleri… Derken, dermiş…

-Unutma bu iyiliğimi… Kolunun diyetini ben verdim!. Vermeseydim diyetini, bugün kolsuzdun!. Aç açık değilsin; bunu bana borçlusun!.

Bir defa…İki defa… Üç defa… Beş defa… On defa!

Boğazına kadar gelmiş nihayet kasabın… Atmış kafatası!. Kaldırmış kemik kestiği satırı havaya ve indirmiş koluna!. Demiş:

-Al diyetini verdiğin kolu!. Sen yoluna, ben yoluma!.

Allah rahmet eylesin Ömer Seyfettin’den okumuştuk bu hikâyeyi çocukluğumuzda!. Neyse ki artık böyle kol bacak diyetleri yok…

Kol bacak diyetleri yok da…

Çok daha büyük beynelmilel diyetler var!… Ya da… Ev, araba, iş, eş, aş, kitap, ilim, nâm, isim!

Sana bunları ben verdim, ben kazandırdım; diyen hazımsızlar!.

- “Ben”!. Der…

Aynı anda “Allah” der, “BEN”!.

Derken, âlemlerin Hâliki ve Rabbi Allah “BEN”, dersen sen de “ben”!… Bil ki sonra çok yanarsın sen!.

Kulunu yaratmış, yaratmadan önce de rızkını takdir etmiştir!.

Kulun rızkı, yaratıldığı andan sonsuza kadar, kendi

sine takdir edildiği kadarıyla ulaşacaktır; dem be dem!.

Zâhirde ve Bâtında kulluğunu yerine getirmesi için, ihtiyacı ne kadarsa, o kadar rızk her an kendisine ulaşmaktadır gene Allah eliyle!.

Kişi, takdir edilenin eline geçmesi için, fıtratı üzere gereken kadar çalışmayı ortaya koymaktadır.

Kimse, ne bir eksik ne de bir fazla alamaz!. Şunu yapsaydım veya yapamadım da alamadım derse; bu onun içinde yaşadığı gerçek sistem ve düzenden gâfil olmasındandır!.

Gözleri görmeyen değil; basîreti sistem ve düzen

i görmeyen, âmâdır!.

Allah verir!…

Bazen de kurban ister!. Diyet ister!.

Kurban, arınmak içindir!… Diyet, kurtulmak içindir!.

MÂNEVİ KURBAN

Mânevi kurban nedir?

Genelde, klasik anlatımda; “Nefsini kurban etmekten” söz ederler.

Nefsini kurban et Allah yolunda!.” derler.

Bu söz ile, aslında başka bir şey anlatılmak istenmektedir.

Nedir bu anlatılmak istenen?

“KURBAN KESMEK”,

BÂKİYE FÂNİYİ KURBAN ETMEKTİR!

Besili, semiz, ama boynunda tasma izi olan köpekle, kuru kemikleri çıkmış kurdun konuşmasını dillendirmişlerdir! Tasmalıyla tasmasız arasındaki fark anlaşılsın için!.

Bazen kurtlar da tasmalanır takdiri ilâhi!

Ama tasmalar, asla takılamaz sonsuza dek, başkaları tarafından!. Birinin taktığı tasma er geç çıkar…

Ya senin kendine taktığın tasma!.

İşte onu bu dünyada çıkaramazsan tasmanı, ebeden çıkaramazsın boynundan!…

O elinle, beyninle, taktığın tasmanın adı “BEN”dir!

Bu tasmadan kurtulmanın yolu, diyetini vermektir!. Kendini kurban etmektir…

“KURBAN KES”, hükmüne itaat edip, gerçekte varolmayan “BEN”ini (eneni) yok etmek; Bâki’ye Fâniyi kurban etmektir!.

Kâmiller, “al” elimi derler…

Kâmiller, karşılıksız verirler…

“Ben”le tasmalılar ise “ver” elini derler…

Verdiklerini başa kakarlar…

Karşılıksız, belki selâm bile vermezler!.

Allah ahlâkı odur ki…

Yağmuru karşılıksız yağdırır!. Havayı karşılıksız solutur… Gözü karşılıksız vermiştir güzellikleri seyredesin diye; eli karşılıksız vermiştir, güzeli tutasın, zevkine eresin, diye…

Ya Hulûsi hâlin nîcedir, Allah ilmini, dağıtırsın karşılıksız diye de; hâlâ, ne beklersin bu ilmin gereğini yaşasınlar diye!. Bu ilme vesile kılınmanın karşılığı olmaz mı? Derler…

De, öyle mi acaba?

Var mı, bir beklentisi Hulûsi’nin bu yolda!.

Biliriz ve dillendiririz ki…

Herkes kendisine takdir edileni yaşayacak ve bunun sonuçlarını da daha sonraki anda görecektir…

İnsanlar birbirlerine sadece onun takdirinde olanı ulaştırabilir; veren ise yalnızca Allah’tır!. Herkes, yaradılışında kolaylaştırılanı kolayca başarır; başaramadığı da takdirinde olmayandır!.

DÜNYALIĞINIZI VERİN, AHRETLİĞİNİZİ DE VERİN…

YAKSA DA

YANA YANA VERİN!

ÇIPLAK GELDİK, ÇIPLAK GİDECEĞİZ..

VERİN KURTULUN, “BEN”İNİZİ BİLE!

Nice çöllere karşılıksız yağar yağmur ama, kum taneleri sadece seyreder damlaları!

Beklenti ya umuttandır, ya ilimsizlikten!.

Toprak mezarını sırtında taşıyanlar, geçmiştir dünyadan ve içindekilerden… Zira “fefirru ilallah” onlarda zuhûr etmiş, firar etmişlerdir Allah’a!.

Allah ef’âlini seyreder onlar, acaba bir gül daha açacak mı bahçede diye… Umutla… Sevgiyle… Bu da beklenti sanılır başkalarınca…

Gönül ne mey ister, ne meyhâne; gönül yâr ile dostluk ister, mey bahâne… Dedikleri gibi, hemhâl olacak bir yâr ararlar cihânda.. Bu da kesretin gereğidir, ve sonucu!… Kesret mertebesinde, bu durum sonsuz devam eder…

Neyse dostlar, sizin fazla vaktinizi almayayım…

Verin…

Karşılık beklemeden verin…

Gerekirse diyetlerini de verin!

“Ben”inizi de verin!

Allah ahlâkıyla ahlâklanmak için sahip olduğunuz ne varsa verin!.

Zaten alacaklar; mertlik yiğitlik sizde kalsın; verin!.

Çıplak geldik; çıplak gideceğiz!…

Dünyalığınızı verin; ahretliğinizi verin!. Yaksa da yana yana verin!

Altıncı bilir, altın yanmadan saflaşmaz!.

“Kurban”dan bahseden âyetteki “nusûk” da, gümüşün saflaşması için arıtılması işlemi anlamına geliyor..

Bize teklif edilen belli…

“Saf”laş… “Safiye” ye ulaş!.

Bunun için yaratıldı iseniz, bir dem gelecek bu kolaylaşacak; gerekenleri yapacaksınız; saflaşacaksınız, safiyeye ulaşacaksınız!.

Ama bu belki de kolay olmayacak; çok zorlanaca

ksınız!…

Üzerinizdeki fazlalıkları vermek, bunca yıl çalışıp emek vererek sahip olduklarınızı dağıtmak, hele hele karşılıksız olarak uzatmak çok ağır gelecek ve yanacaksınız!. Belki de yanıyorsunuz!. Ama bilin ki bu yanış hayrınıza!. Çıplak geldik, çıplak gideceğiz, verin kurtulun “BEN”inizi bile!

“ALLAH”tan, “ego”muzu kurban etmeyi bize kolaylaştırmasını; gelecekte yanmamıza sebep olacak her şeyden uzak kalmayı; ve he

pimizin sonsuz mutluluğa ulaşmasına vesile olacak şeyleri bize nasip etmesini niyâz ederim.

ÜÇ KURBANI KESEBİLEN

SIRAT’I GEÇMİŞ,

CEHENNEMDEN

KURTULMUŞ,

CENNET HAYATINA ERMİŞ OLUR!

Mâdem ki senin varlığın, Allah’ın varlığından meydana gelmiştir, varlığın Allah’a aittir. “sen” diye bir şey yok!.

Yapacağın şey; bunu anlayıp idrâk etmek sûretiyle “ben” kavramından kurtulmak…

İşte bu üç kurbanı kesebilen sırat’ı geçmiş, cehennemden kurtulmuş, cennet hayatına ermiş olur…

Cehennemin üstündeki Sırat, şu dünya yaşantısıdır.

Şu anda siz, Sırat’ın üstünde adım atıyorsunuz.

Bu attığınız adımlarla, yanlışlık yapıp, cehenneme düşüyorsunuz, bu defa yanmaya başlıyorsunuz, üzülüyor, sıkılıyor, bunalıyorsunuz, isyan ediyorsunuz.

Ama, bütün bu isyan ve üzüntüler, sıkıntılar sizin azabınızı hafifletmiyor. Sonra tekrar o cehennemden, sıratın üstüne sıçrayıp gene

yürümeye devam ediyorsunuz!.

Şimdi, burada bir nebze duralım ve, şunu anlamaya çalışalım!.

Bizim, cehennem azâbını şu dünyada iken çekmemizin sebebi, yanlış bilgilenmeler sonucu, bizde oluşan sahiplik duygusu ve hırstır.

İnsanın cehennemde yanmasına; dünyada veya ahirette, kabir aleminde veya mutlak cehennemde yanmasına yol açan şey sahiplik duygusu ile hırs’tır.

Bir insanda kanaat varsa, cehennemin yarısından kurtulmuştur.

Bir insan sahiplik duygusunu atıp da

;

“Mülkün sahibi Allah’tır!. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!” diyebilirse, cehennemin tamamından kurtulmuştur, tamamından azâd olmuştur.

Madem ki, bu varlığı yaratan Allah!.

Ben, mülkün sahibi olarak şu kâğıdın üstünde istediğim gibi tasarruf edebiliyorum; ister yırtar, ister cebime koyar, ister başıma koyar, ister yere atarak üstüne basarım… Bu kâğıt benim olduğuna göre, dilediğim gibi tasarruf edebilirim,” diyebiliyorsam…

Madem ki, “Malik-el mülk,” yani "mülkün sahibi" Allah’tır diyorum; Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, kimse O'na karışamaz, etkileyemez, hesap soramaz!.

Öyleyse, her birimizin üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan Allah’tır!

Dilerse, vezir eder, dilerse rezil!.

Dilerse, başlara tâc eder, dilerse ayakkabı!.

Ona; “Niye beni aç bıraktın,” demeye benim hakkım yok!.

“Niye bu hazımsızlık” demeye de hakkım yok!.

Allah’ın mülkünün içinde isem ben, O'nun tasarrufu altında isem;“Allah dilediğini yapar!.”

Allah’a imân etmiş kişi olarak bize düşen şey; O'nun hükmüne ve takdirine razı olmaktır!.

Ya Rabbi!. Bu gün aç bıraktın, yarın da, dilersen doyurursun. Bugün rezil ettin, edersin!. Yarın, dilersen vezir edersin. Sen ne dilersen onu yaparsın. İçinde bulunduğum her hâl, senin hükmün ve tâkdirin gereğidir,” diyebilmek!.

Bunu diyebilirsek, işte o zaman, iman sa

hibi bir kişi olarak, Sırat’tan kolaylıkla geçer, ateşe, azâba düşmez, cennete ereriz.

Yok eğer bunu yaşayamazsak, “Ben mülkün yegâne sahibiyim! “derken Allah;

O mülkün biraz da sahibi benim. Bana niye böyle davranıyorsun?“ diye Allah’a hesap sormaya kalkarsak,göğe tüküren adama benzeriz. Bir yere ulaşmaz o tükürük, döner kendi yüzümüze gelir…

Akıllı adam, Allah’a isyan edilmeyeceğini idrâk eder.

Zira bu isyan ve itiraz, hiç bir şey kazandırmaz!. Senin hayatını cehenneme döndüren ateşin, biraz daha körüklenmesini sağlar.

BİSMİLLAHİ ALLAHÛ EKBER” DİYEN

NEFSİNİ KURBAN EDER!

“Besmele”yi ya çekeceğiz ya da çekmeden gideceğiz!

ÂMENTÜ BİLLAHİ diyebiliyorsak, bizi

bu besmele noktasına getirecektir. AMENTÜ BİLLAHİ diyemezsek, bir Hz. Musa, Hz. İsa ümmeti olarak çekip gideceğiz. AMENTÜ BİLLAHİ yi bu ümmete getiren, Hz. Muhammed’dir.

“BİSMİLLAHİ ALLAHU EKBER” diyen, nefsini kurban eder! Varlıkta Allah’tan başka bir şey kalmaz!

BİLGAYBI’daki B, BİLLAHİ’ye eşittir. Gayb’ın kendisi olan ZÂT’ına; varlığını , özünü vareden Allah’a iman ederler. BEN dediğin ÖZÜNÜ teşkil eden Allah’a iman eder. O’nun gaybıdır. Bu anlaşılmadan, dışarıdaki tanrı kavramı kalkmaz!

Özünde O’nun olduğunu idrak ederse, kiş

inin yaşamı nasıl etkilenir?

Biz birbirimize numuneyiz. Kalpten, karaciğerden, özüne Zâtına kadar bunu idrak eden bir kişi kızdığı zaman, sövdüğü zaman, çekiştirdiği zaman kime yapmış olur?

Sevmediğinin, tiksindiğinin gaybı, Zâtı kimdir?

Yasakların gelmesi, bunların Özünde Allah’ın olmasıdır. Perdelenip şirke düşmüş oluyorsun yani MÜŞRİK oluyorsun…Ve Kurân’ı eline alamıyorsun!



Kaynak : Ahmed Hulûsi


BİR DE ŞU YORUMU

OKUYUN LÜTFEN !

(Çok hayret edecek ve şaşıracaksınız!....)

Kaynak: BİR İYİLİK

Kurban Bayramı adını Müslümanların büyük veya küçük baş bir hayvanı Allah rızası için kurban etmesinden alır. Kurban, Arapça kökenli bir kelime olup Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş bir sözcüktür.

Arapça “K-R-B” kökünden türemiş olup akraba kelimesiyle aynı kökene sahiptir. “Yakınlık” veya “Yakınlaşma” demektir. Kurban kelimesiyle “kul’un Allah’a yaklaşması” veya yakınlaşmasını sağlama anlatılır.

Kurban’ın ıstılahı anlamı

Istılahta, yani bir İslam dini terimi olarak Kurban, Allah’a yaklaşmak ve Allah rızasına ermek niyetiyle kesilen, kurban edilen, hayvan demektir. Kur’an’da geçen İbrahim peygamber ve oğlu İsmail ile ilgili kıssadan yola çıkarak, kurban kavramı, çok daha genel bir adanmışlığı, Allah için bireyin her şeyini feda edebilecek olmasını, Allah’a teslimiyeti ve ona karşı şükür içinde olmayı ifade etmektedir. Kur’an ‘da Hac Suresinde geçen şu ayet, kurbanın islam inancındaki yerini özetler:

“Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.”

Diğer Dillerde Kurban

Kurban Bayramı farklı dillerde ve farklı kültürlerde, kültürel etkilerle de, farklı isimlerle anılmaktadır. Arapça İyd-el Adha şeklinde okunan tüm dünyada yaygın olan bir isimdir. Türkçe'de Kurban Bayramı olarak anılırken, Hindistan ve Pakistan’da bayrama genelikle Bakra Eid denir ki bunun anlamı “Keçi Bayramı”dır; bu ülkelerde sıklıkla kurban edilen hayvan keçidir. Bakra Eid Güney Afrika’da da kullanılan bir isimdir. Bangladeş’te kullanılan yaygın isimlerse Id-ul-Azha ve Korbani Id’dir. Türkçe ismine benzer bir şekilde Bosna-Hersek, Bulgaristan da Koç bayram, Arnavutluk’ta Kurban Bajram şeklinde anılır. Nijerya’da Babbar Sallah, Somali’de ve Kenya ile Etiyopya’nın Somalice konuşan bölgelerinde ise Ciidwayneey olarak anılır.

Tarihçe

Tevrat’a göre İbrahim’in Eşi Sara’dan bir çocuğu olmuyordu ve İbrahim Sara’dan bir çocuğu olması durumunda bunu Allah’a Kurban olarak adadı. “Tanrı, “İshak’ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git” dedi, “Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.”, (Yaratılış:8-9-10-11-12-13)

İbrahim, “Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak” dedi.

İkisi birlikte yürümeye devam ettiler. Tanrı’nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak’ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama RAB’bin meleği göklerden, “İbrahim, İbrahim!” diye seslendi. İbrahim, “İşte buradayım!” diye karşılık verdi.

Melek, “Çocuğa dokunma” dedi, “Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı’dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin.” İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu.”

(Yaratılış: 22:2-8-9-10-11-12-13)

Kur’an metinlerinde bahsi geçen çocuğun “yumuşak huylu bir erkek çocuk” olmasından bahsedilip ismini belirtilmemiştir. Fakat genelde İsmail olarak tefsir edilir ve müslümanlar çocuğun İsmail olduğuna inanırlar.

Diğer İslami kaynaklara göre, İbrahim Peygamberin eşinin kısır olması nedeni ile bir çocuğu olmayınca (bazı rivayetlere göre 125 yıl) Allah’a yalvarır, dua eder. Kendisinin ve eşinin yaşlı olduğu bir zamanda mucizevi bir şekilde oğlu olur. Çocuk biraz büyüdüğünde, İbrahim peygamber rüyasında onu kurban etmesi gerektiğini görür. Oğluna “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” der.

Peygamberlerin rüyaları normal insanların rüyalarından farklı olduğundan bu bir emir olarak kabul edilmiş ve İbrahim peygamber oğlunu kurban etmeye götürmüştür. Ancak Allah’ın emriyle bıçak çocuğu kesmez. Bu esnada Cebrail kucağında bir koç ile gelir. Bu imtihan başarı ile geçildikten sonra tüm İbrahimi dinlerde Zilhicce ayının 10. günü aynı şekilde kurban kesilerek kutlanan bayram olmuştur. İslam peygamberi, Hac gibi terkedilen İbrahim’ geleneği, tekrar hayata geçirmiştir.

16 Kasım 2009 Pazartesi

7 Kasım 2009 Cumartesi

KIZILDERİLİLER VE MÜZİK

Kızılderililerin kullandıkları diller incelendiğinde batının "sanat" anlayışını ifade eden eş anlamlı bir kelime bulunamaz. Kızılderililer için sanatın amacı, sadece töresel inançlarını devam ettirmek, atalarına ve diğer kabile üyelerine saygı göstererek onların ruhlarını ve kendi ruhlarını tatmin etmektir. Topraklarına, atalarına ve inançlarına çok bağlı oldukları için bu özelliklerini sanata da yansıtmaktadırlar. Ancak, bu konu farklı bir bakış açısından değerlendirilmelidir.

Eski inançların korunarak yeni nesillere aktarılmasını sağlayan etkinlikler arasında "Pow-wow" adı verilen, genelde bir hafta ya da daha uzun süren toplu kutlamalarda geleneksel kıyafetler eşliğinde şarkı söyleyip dans etmek yer alır. "Pow-wow" terimini incelediğimizde; 'o hayal ediyor, o rüya görüyor' anlamı ile karşılaşırız. İsminden de anlaşıldığı gibi bu törenler esnasında ruhlarla iletişim ve ruhların diyarına doğru bir yakınlaşma söz konusu olur. Müzik ise bunu başarmada en önemli etkendir.

Kuzey Amerika'da Kızılderili müziği genel anlamda fonksiyoneldir, halen günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır ve genelde dini amaçlı kullanılır. Müziğin sihir gücü, onun estetik yapısından daha önemlidir. Genelde beyazların müziğe bakış açısı estetik düzeyde kaldığı için, Amerikan yerli halkı müziği, yıllarca, tıpkı Kızılderililer gibi, beyaz ırk tarafınca hor görülmüş, az ve yanlış tanındığı için küçümsenmiş ve "barbar" insanların garip ve anlaşılması güç ürünleri olarak lanse edilmiştir. Bu tavırlardan dolayı pek çok insan, onların dünyaya bakış açılarını anlayamamış, müziğin dindeki önemini ve günlük yaşamdaki yerini kavramakta zorlanmıştır.

Yerliler müziği sosyal danslara eşlik etmede, oyunlarda, törenlerde kısacası hayatın her evresinde kullanmaktadır. Doğum, evlilik, ölüm ve gömme törenlerinde müzik daima vardır.

Müzik, doğaüstü gücü kişileştirmede kullanılan bir çeşit semboldür. "Healing Songs" adı verilen "İyileştirme Şarkıları" hastalıkları iyileştirmek, ölümü uzak tutmak, kişisel sağlığı korumak ve tüm kabilenin uyumlu birlikteliğini sürdürmek için söylenir. Ya da bol ürün elde etmek, doğaya şükretmek ve çeşitli zorlukları yenebilmek için şarkılar söylerler. Papago Woman adlı kitapta Maria Chona'nın şu sözleri yer alır: "Her şeyi iyileştirmek ve her zorluğun üstesinden gelmek için kullandığımız yöntem şarkı söylemektir." Böylesine amaçlar bizlerin batı terminolojisinde "müzik" olarak adlandırdığımız kavramın çok ötesinde yer almaktadır.

Ruhların insanlara şarkılar öğreterek zorluklara karşı direnç ve dayanma gücü verdikleri düşünülür. Dolayısıyla, şarkıların çoğu dualardan oluşur ve dinsel duyguların derinliğini taşır. Bazı şarkıların anlamı ise çok kutsaldır. Saatlerce süren dinsel dualarda hiç yanlış yapmadan ve tek bir hece bile atlamadan şarkı söylemek gerekir. Yoksa dinsel tören başarısızlıkla sonuçlanabilir.

Kızılderili için müzik sanat değildir, fakat hayatı ifade etmektir. Bir yerli, kendi kabiliyetini göstermek için şarkı söyleyip dans etmez. Dinleyenleri ve seyredenleri eğlendirmek gibi bir amacı da yoktur. Müziği ve dansı, onun inançlarını ve umutlarını temsil etmektedir. Şarkıların esas amacı, trans haline geçip, ruhların garip diyarına biraz olsun yaklaşabilmektir.

Amerikan yerlileri kendi iç benliklerinden çıkan şarkılara inanırlar ve bunlara itaat ederler. Genellikle halüsinasyon görürken özel bir sebeple şarkılar yaratılır. Rüya şarkıları veya halüsinasyon şarkıları "jimson" otu ve "peyote" kaktüs sularının kullanılmasıyla yaratılır. "Teonanacatl" adını taşıyan bir mantar türü ve "ololiuqui" olarak anılan tohumların kullanımı da yaygındır. "Coca" yaprakları da çiğnenmektedir. Bu bitkiler ve etkileri sayesinde yaratılan şarkılar kişisel hazine gibi algılanır. Şarkıların başkaları tarafından öğrenilmesi istenmez; böyle bir olayın şarkının gücünü azaltacağı düşünülür. Ancak şarkının sahibi ölürken, kabile üyelerinin önünde şarkısını söyleyebilir ve özel bir bağ olarak kalması için şarkısını diğerlerine miras bırakabilir.

Kuzeyde şarkıların söz olarak pek anlamı yoktur ama güneybatıda şiirsel güzellik taşır, doğayı ve onun sonsuz güzelliğini anlatır. Şarkılar kişisel veya kabileye ait olabilir. Şarkılar başkalarına aktarıldığında ise inanca bağlı olarak satılmalı veya alınmalıdır. Satın alınan şarkılar avcının iyi avlanmasını sağlar ve onu yüreklendirmede büyük rol oynar.

Kuzey Amerika yerlilerin müziği vokal ağırlıklıdır. Uzun notalarda Asya'ya özgü duraksamalara rastlanır. En çok rastladığımız ses stili "sert ve titrek" olanıdır. Bu stil, şarkıya renk katmak için kullanılmaktadır. Şarkı söyleme tekniği değişkendir. Yaşanılan bölgeye ve kabileye göre farklılık gösterebilir. Yerliler yüksek sesle şarkı söylemeyi severler. Genellikle beyazlar bu seslerin kulak tırmaladığını ve rahatsız edici olduğunu düşünür. Bazı şarkılar sadece seslerden meydana gelmiştir ve kelime olarak hiçbir anlam taşımazlar. Bazı şarkılar oldukça kısadır ve birçok kere tekrar edilir. Sözler veya heceler, yüksek sesle ve "ciğerden atılırcasına" kuvvetli bir şekilde tekrarlanır. Tam şarkının sona erdiğini düşündüğünüzde, örneğin Kiowa Yuvarlak Dans şarkıları veya Taos Pueblo Dans şarkılarında olduğu gibi, aynı sertlikle şarkının devamı gelir ve dinleyicileri şaşırtabilir. Araştırmalara göre Sioux Kızılderilileri, en yüksek sesle şarkı söyleyenlerdir. Navaho'lar da onlara benzer. Apache ve Pueblo'lar ise normal sayılabilecek tonda fakat Avrupa stilinden çok farklı biçimde şarkı söylerler. Pueblo Kızılderililerinin müzikleri diğer kabilelerle kıyaslandığında fazlaca çeşitlilik göstermektedir. Coğrafi farklılık şarkılara dolaylı olarak yansımaktadır.

Genelde, profesyonel anlamda müzik uzmanları yoktur. Ancak şamanlar müziğe olan katkıları ve yatkınlıkları ile bilinmektedirler. Yerli halka göre, bu kişilerin doğaüstü güçleri müzik ile özdeştir. Şamanların hayatın gizemini çözmede ve hastalıkları iyileştirmede yardımcı oldukları düşünülür. Ayrıca "kurtlar" olarak çağırılan erkek savaşçıların savaş şarkıları büyük önem taşır. Savaşçılar ve onların sevgililerinin birbirleri için söyledikleri bu şarkılar cesareti ön plana çıkarmak için kullanılır. Kadınlar şarkılarını erkekleri için söylerler, onları yüreklendirmek ve destek vermek için mizah yüklü şarkılar yaratırlar. Ayrıca dünyanın her yerinde olduğu gibi anneler bebeklerine ninni söylerler. Şarkıya katılmaları istendiğinde erkeklerden bir oktav daha yüksek sesle söylerler.

Müzik enstrümanları incelendiğinde, Kızılderililerin genellikle vurmalı çalgılar kullandıklarını görmekteyiz. Davullar ve çıngıraklar, deniz kabukları, kuş gagaları, geyik tırnakları ve hayvan boynuzları birer müzik aleti olarak kullanılmaktadır. Flütler ve düdükler ayrıca bazı yaylı enstrümanlar kullanılır. Fakat, Avrupalılarla tanışmadan önce yaylı enstrümanlar Kuzey Amerika'da bilinmiyordu. Birçok kabile deri ile kaplı su davullarını ve çıngırak çeşitlerini kullanmaktaydı.

Amerikan yerlileri için davul hayati önem taşımaktadır. Davulun hayattaki bütün güçleri temsil ettiği düşünülür. Davulların ritmi, toprak ananın nabzının ve Kızılderili yüreklerinin simgesidir. Onların mistik güç taşıdığına inanılır ve kutsal oldukları kabul edilir. Davula insan muamelesi yapılır, onun ruhu olduğuna inanılır ve ruhunu tatmin etmek için davulun onuruna yiyecek ve içecek bırakılır. Yerliler davulun tonunu ayarlamak için tahtadan yapılmış su davulunun üzerine küçük bir delik açarlar, böylelikle ton ayarı için buradan su eklenebilir veya çekilebilir. Suyun çok az miktarı tınlama ve çınlama görevi yapar, fazlası ise tonu bozabilir. Davulların üst kısmı kurudukça ton yükselir. En çok kullanılan davul türü ise el davuludur ve isteyen kişi bu tip davula sahip olabilir. Büyük davullara nazaran bunlara sahip olmak için sıkı kurallar yoktur.

"Rattles" adını taşıyan çıngıraklarda en az davul kadar değerlidir. Sihirbaz hekim tarafından kötü ruhları kovmak için kullanılmaktadır. Bazı çıngıraklar bir at kadar değerlidir ve bir at fiyatına satılırlar. Çıngırakların içine kum ya da mısır tanecikleri, minik taşlar ya da tohumlar konur. Bacak çıngırakları genellikle "stomp" danslarında kadın dansçılar tarafından giyilerek kullanılır. Diz etrafına takılan küçük kaplumbağa kabuklarından yapılmış bu çıngıraklar, dansçının hareketleriyle ses çıkartır.

"Bull Roarers" boğa kükremelerine benzetilen, bir kordona iliştirilmiş, kenarları tırtıklı, ince ve düz tahta parçalarıdır. Başın üzerinde döndürülerek rüzgarda çalınan bir enstrümandır. Hopi Kızılderilileri, "bull roarer" sesini gök gürültüsüne benzettikleri için yağmur duasında kullanırlardı. Ayrıca mistik amaçlı törenlerde ruhların çıkardığı ses olarak da bilinirdi. Günümüzde halen az yağmur yağan bölgelerde kullanılır. Üzerinde şimşek resimleri görülür. Bazı kabilelerde ise artık çocuk oyuncağı olarak karşımıza çıkabilir.

Tüm yerli törenlerinde flütlerin ve düdüklerin sesi duyulur. Özellikle Dakota bölgesinde yaşayanlar mükemmel flüt çalmaları ile tanınırlar. En ilginç düdük sesi ise "si yotanka" olarak adlandırılan ve Çim dansında kullanılan düdüktür. Bunun sesi tıpkı bir boğa gibidir. Atwater, Kızılderili flütlerinin dünyada en melankolik müziği ürettiği savunur. R. Carlos Nakai adlı flüt üstadı, bu tanıma verilebilecek en güzel örneklerdendir. Flüt çalan her yerli, kendi elinin boyutuna göre kendi flütünü yapar. Dolayısıyla aynı sesi çıkaran, tıpatıp birbirine benzeyen iki tane flüt bulmak mümkün değildir. Flütlerin üzerindeki parmak deliklerinin sayısı 5-7 arasında değişmesine rağmen, tamamen kişisel seçime bağlıdır. Ayrıca müzelerde sergilenen eski flüt örneklerine baktığımızda taştan yapılma oyma flütlere ya da insan kolundan yapılmış flüt çeşitlerine rastlayabiliriz. Tüm bu müzik aletleri tıpkı Kızılderililer gibi kendine has bir kültürün yansımasıdır.

Kızılderililer, özellikle 60'lı yıllardan itibaren kendi geleneksel müzik ve danslarına sahip çıkmaktadır. Kişiliklerini bulmak ve hayatta kalabilmek için geçmişe sarılmayı tercih etmektedirler. Yerli inancına göre "geçmişi kaybetmek kendini kaybetmektir." Dolayısıyla çağdaş yerliler bunun bilincinde olup geçmiş kuşaklardan aldıkları bu değerli mirası yeni kuşaklara aktarmaktadırlar. Böylelikle Amerikan tarihi boyunca yadırganmış, anlaşılamamış ya da hor görülmüş bu insanlar, doğru kaynaklar aracılığıyla kültürlerini ve inançlarını insanlara tanıtmış olacaktır. Müzik bu aşamada büyük rol oynayacak ve Kızılderililer için bir hayatta kalma metodu haline gelecektir.


Kaynak ; Ece Perçinler

6 Kasım 2009 Cuma

Dinamik Mimari

cihanozdemir.comİnsanlar artık tek düze, dörtgenlerden oluşan klasik binaları görmek istemiyor. Çevreyle uyum sağlamış, manzaradan maksimum seviyede yararlanan ultra lüks dairelerde oturmak istiyorlar. İşte bu noktada para devreye giriyor. Para ve yüksek binalar söz konusu olunca da, her türlü garip ve ilginç tasarıma ev sahipliği yapan Dubai akla geliyor.

Yazıya konu olan binanın ismi "Da Vinci Tower". Yani "Da Vinci Kulesi". Dinamik mimarin uygulamaya geçirilmiş ilk ve en büyük örneği. Mimarı Dr.David Fisher. "Dynamic Tower" kavramını bulan ve uygulayan ilk mimar. Yaptığı son projelerden "Da Vinci" kulesi şu an Dubai'de yapılmakta. Yapımı bittiğinde, Da Vinci kulesi dünyanın ilk dönen, hareket eden ve şekil değiştirebilen kulesi olacak. 420 metre yükekliğindeki kule 80 apartman katından oluşacak ve her kat birbirinden bağımsız olarak hareket edebilecek. Radikal bir devrim. 360 derecelik bir dönüş ortalama 1,5 saatte tamamlanacak.

Binanın 68 katı fabrikasyon yöntemiyle üretilecek. "Tailor made solutions" ismi verilen bu sisteme göre fabrikada inşa edilen bloklar binanın temelinden itibaren yerleştirilecek. Kulenin tamamlanması için gereken 18 ay içinde 2000 işçi yerine sadece 90 işçi çalışacak. İnşaat sektöründe bir kat çıkmak üç hafta alırken bu sistem sayesinde 3 gün yeterli olacak ve her kat 12 modülden oluşacak. Normal inşaatlara göre depreme 1,3 kat daha dayanıklı inşa edilecek kulede isteyen arabasını özel bir asansör sayesinde oturduğu kata park edebilecek.

Aslında binanın dönüşü kadar ilginç olan bir özelliği daha var. Her apartman katı arasında dev rüzgar türbinleri olacak ve bunlardan bina boyunca 79 adet olacak. Bu 79 adet türbin binanın dönüşüyle ve havada ortaya çıkan rüzgar kuvvetiyle 1.200.000 kilowatt-saat elektrik üretecek. Bu miktar binanın elektrik ihtiyacının 10 katı değere eşit. Ayrıca çatısında bulunacak güneş enerjisi panelleri de enerji üretimine katkıda bulunacak. Bina bu yönüyle "enerji binası" statüsüne de giriyor.

Rüzgar türbinleri

$700 milyon dolara mal olacak Da Vinci kuleleri ses komuta sistemiyle dönecek. İsteyen istediği zaman oturduğu katın manzarasını değiştirebilecek. Binanın 2010 yılında bitirilmesi planlanmakta.

Aşağıda bina ile ilgili videoyu izleyebilirsiniz.


Geleceğin binaları bu örnekte de görüleceği üzere "yeşil enerjiye" yönelmiş gibi görünüyor. Kaynaklar azaldıkça rüzgar ve güneş enerjisinin önemi artıyor.

-Kaynaklar-
dynamicarchitecture.net
skyscraperpage.com
news.bbc.co.uk
en.wikipedia.org