Sayfalar

20 Eylül 2010 Pazartesi

YAKIN ZAMANDA DÜNYANIN DENGESİNİ DEĞİŞTİRECEK ELEMENT.......TARİDYUM

Ama bu elementi buraya yazmamın asıl sebebi bu değil. Şimdi lütfen koltuklarınıza yaslanın ve hikayeyi okuyun:


Yıl: 1940
Yer: Almanya
2.Dünya Savaşının başlamasından bu yana 1 yıl olmuş ama savaş henüz tüm dünyayı etkileyecek hale gelmemişti. Ama Hitler'in doyumsuz egosu bu savaşın önce tüm Avrupa'yı, sonra tüm dünyayı kasıp kavuracağını gösteriyordu. Alman bilima damlarının en büyük arzusu bu savaşı almanya lehine çevirebilecek silahları ve enerji kaynaklarını yaratmak veya bulmaktı.

İşte tam o yıllarda Asya'dan gelip Avrupa'ya bir kısrak başı gibi uzanan ve başlamakta olan savaşı uzaktan izlemeyi yeğleyen Türkiye'de; kuruluşundan bu yana 5 yıl geçmiş olan Maden Tetkik Arama (MTA) Anadolu'yu karış karış kazıyor, ülke ekonomisine katkıda bulunmak için var gücüyle doğada yeni şeyler bulmaya çalışıyordu.Şanlıurfa ile Gaziantep sınırında küçük bir kasabada araştırma yapan ekibin başındaki Ahmet Rıza Erbay 7 şubat 1940 yılında bulduğu minerallerin aslında yeni bir çağ açmaya yetecek kadar önemli şeyler olduğunun farkında değildi. Zaten ilk tetkiklerin sonunda MTA bu bulguyu sınıflandırmayı ve periyodik tabloya yerleştirmeyi dahi başaramamıştı. İşte bu nedenle tahlil için Almanya'ya göndermek gibi vahim bir hata yaptılar.

Tarih: 16 Nisan 1940
Yer: Berlin / Almanya
Labaratuvara Türkiye'den gelen ve o güne dek keşfedilen tüm radyoaktif elementlerden çok daha fazla yoğunluğa sahip olduğu anlaşılan bir element; inceleme yapanları şaşkına çevirmiş, Nazi diktasının tüm dünyayı ele geçirmesi için çırpınan ve bunun için kaynak arayan Alman bilim adamlarını sevince boğmuştu. Ekibin başındaki Herbert Taninbaium hemen durumu orduya raporlamış, daha fazla araştırma için ödenek istemiş, element hakkında geniş bilgi almak için Türkiye'ye gönderilecek bir de ekip kurulması gerektiğini bildirmişti.

Tarih: 13 Mayıs 1940
Yer: Ankara / Türkiye
Almanya ile iyi ilişkiler içinde bulunan ama her halükarda savaştan uzak durmakta kararlı olan Asya'nın bu yeni yeni gelişmekte olan ülkesi Türkiye Almanya'dan gelen ekibi şaşkınlıkla karşılamış, açıkçası ne istediklerini tam olarak anlamamışlardı. Almanya Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde sınırsız araştırma yapma hakkı istiyordu ve bunun karşılığında Türkiye'ye çok yüksek maddi bedeller ödemeye hazırdı. Konu İsmet İnönü'ye intikal ettirildiğinde kurt siyasetçi bunun aslında büyümekte olan savaşa iştirak anlamına geleceğini hemen anlayıp ekiple bizzat görüşmek istedi. Onca yokluk içinde Almanya'nın vaatleri çok çekici gelse de, zaten son savaştan yıkık dökük ayrılmış bir memleketi yeniden savaşa sokmaya hiç niyeti olmayan İsmet İnönü; sunulan tüm teklifleri geri çevirdi. Alman ekibi eli boş ve biraz da kızgın bir şekilde Almanya'ya döndüler.

Tam o esnada hiç istenmeyen birşey oluverdi ve hangi ülkenin casusunun buna sebep olduğu hiç bir zaman anlaşılamadı: Konu İngiltere'nin ve oradan da ABD'nin kulağına gidivermişti bile. Birden bire savaşla uzaktan yakından alakası olmayan Türkiye savaşın taraflarından gelen ekiplerle dolup taşmaya başladı. Ama hiç birisi İsmet İnönü'yü ikna etmeyi başaramadı. Sonrasında gerek İsmet İnönü'nün korkuları, gerekse iki tarafın da bu elementi karşı tarafa kaptırmama telaşı dolayısıyla Türkiye'nin de Doğudaki araştırmalarına son vermesi, bu element konusunun uzunca bir süre bir daha açılmaması konusunda tüm taraflar anlaştılar. Öyle ki, MTA'nın o dönemde bütün idari yapısı değiştirildi ve araştırma ekibinden kimse MTA'da bırakılmadı. Toplam 500 dönümlük bir araziye yayıldığı düşünülen Taridyum elementinin adı bir daha anılmadı.

Savaşın bitiminin ardından kimse Sovyetlerin bu kadar güçleneceğini, dünyanın iki kutuplu bir hale geleceğini, son savaşta birbirinin yanında olanların savaşın hemen ardından birbirine rakip olacaklarını elbette beklemiyordu. Savaş sona erdiğinde İngiltere ve ABD'nin aklından hiç çıkmamış. Taridyum elementinin enerji kaynağı olarak gündeme gelmesi bekleniyordu, ama işin içine bu kez de sovyetler girmişti ve iki tarafda bu elementi işletme hakkına sahip olmak istiyordu.

Yıl: 1950
Yer: Türkiye
Bir yandan ABD-İngiltere baskısı, bir yandan da Sovyetler baskısı arasında sıkışmış küçük Asya'da Adnan Menderes hükümeti kendini ABD'ye yakın hissediyor ama Sovyetleri de karşısına almaya çekiniyordu. İşte tam o sırada ABD'den garip bir öneri geldi. Sovyetlerin Türkiye'ye coğrafi olarak daha yakın olduğunun ve elemente ulaşmak için kendisinden daha şanslı olduğunun farkında olan bu uzak ülke, bu elementin kimselerin eline geçmemesi için; içinde bulunduğu arazinin zaten son zamanlarda iyice artmış kaçakçılığın bahane edilerek tümüyle mayınlanmasını öneriyordu. Üstelik mayınların da maliyetini karşılamaya hazırdı. Bloklar arasında sıkışmış haldeki Türkiye Cumhuriyeti bu öneriye balıklama atladı ve toplam 500 dönümlük arazi tümüyle mayınlandı.

Aradan yıllar geçti ve Sovyetler tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alırken ABD dünyanın tek süper gücü olarak varlığını sürdürdü. Orta Doğu'da birileri karakol vazifesi gördürttüğü İsrail'le petrol bölgelerine yakın olurken diğer yerlere de gerek işgaller, gerekse uydurma barış güçleriyle yerleşiyordu. (Somali, Afganistan v.s.) Ama tüm bu süper güç olmanın bir faturası vardı ve o fatura da ABD'den çıkıyordu. üstelik de ABD'nin enerji ihtiyacı sürekli artmaya devam ederken kullanabileceği kaynaklar azalıyordu. İşte bu şartlar içinde birden bire birilerinin aklına Türkiye'deki Taridyum elementi geldi. Bu element ABD'nin enerji ihtiyacını fazlasıyla karşılamaya yetebilir, Uranyum'dan çok daha yoğun radyoaktivite kapasitesi ile aynı zamanda ABD ordusunun Nükleer Silahlar konusunda rakiplerine fark atmasını sağlayabilirdi.

2001'de kurulmasından 1 yıl sonra 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerle iktidara gelen AKP hükümeti ABD ile daima iyi ilişkiler içinde olmuş, ABD'nin ileri karakol vazifesini İsrail'le birlikte paylaşmaya başlamıştı. Ama her şey gibi bunun da bir bedeli vardı ve ekonomiyi yabancılara teslim etmek, bu bedeli ödemek için yeterli değildi.

Ekonomik krizle birlikte yeniden alternatif enerji kaynaklarının peşine düşmüş ABD, bu elementi her ne pahasına olursa olsun elde etmek ama işletme hakkını Türkiye ile paylaşmamak istiyordu. Çünkü çok fazla enerjiye ihtiyacı vardı ve artık Doğuda bir denge unsuru olmaktan çıkmış durumdaki Türkiye'ye, pay vermeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Bunun için hemen alternatif planlar hazırlandı ve mayınların temizlenmesi konusu gündeme getirildi. Ama bunu doğrudan yapması batıda bu konuyu bilen diğer devletleri işkillendirebilirdi. Bu nedenle Ortadoğu'daki güvenilir karakol konumundaki İsrail'in kullanılmasına karar verildi ve Türkiye çeşitli yönlendirmeler sonucu mayınlı arazilerin temizlenmesi için Taridyum elementinin bulunduğu tüm arazileri İsrail'e 49 yıllığına kiralamak için meclisten bir yasa çıkardı.

Şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz Meclisin, İsrail'e bu arazileri adeta peşkeş çekmek için bunca ısrarcı olmasını?

Şimdi tam olarak anlayabiliyormusunuz birden bire Kürt sorununda adımlar atılmasını?

Şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz Türkiye ile İsrail'in köşe kapmaca oynar gibi bir iyi, bir kötü ilişkilerini?

Şimdi tam anlayabiliyor musunuz ABD'nin Türkiye'ye ilgisini?

Size daha vahim bir şey söyleyeyim, internette Taridyum diye arama yapın, bakın bakalım hiç kaynak bulabilecek misiniz?

Her elementle ilgili bir sürü kaynak bulunabilirken Taridyumla ilgili tek bir kaynak bilgi dahi bulamazsınız.

Sizce bunun sebebi ne olabilir?

Lütfen, bu yazıyı tanıdığınız herkese gönderin. Bu peşkeşe son verelim. Bu peşkeş Türkiye'nin ihtiyacından da fazla enerji kaynağı sunabilecek. Taridyum elementinin sonsuza dek elimizden çıkması anlamına geliyor. AKP'nin ülkeyi satması karşısında sessiz kalabilirsiniz ama bu sadece ülkemizin satılması değil, aynı zamanda geleceğimizin de satılmasın anlamına geliyor.

Çok geç olmadan, bu talanı durdurun!

6 Eylül 2010 Pazartesi

KİMDİR BU HANEFİ AVCI ?

Hasan Pulur  

Olaylar ve İnsanlar  

h.pulur@milliyet.com.tr

00:49 | 06 Eylül 2010
Herkes soruyor?    “Kim bu Hanefi Avcı?”  Soranların bazıları onun polis olduğunu, hatta siyasi eğilimin “sağa yatkın”  olduğunu biliyor, bilmeyenler ise hayretle “Hem de polismiş!”  diyorlar.
Hanefi Avcı ’nın kitabı referandum öncesi siyaset sahnesine, pek moda bir deyimle “bomba gibi”  düştü, referandum gürültüsünü perdeledi... (x)
Kimdir Hanefi Avcı?
*  *  *
Hanefi Avcı 1956 doğumludur, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesine bağlı Karabıyıklı köyünün ilkokulunu bitirmiş. Ortaokulu Gaziantep’in Karşıyaka okulunda okumuş, liseyi ise Ankara’daki Polis Koleji’nde bitirmiş, Polis Enstitüsü’ne devam etmiş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş...
*  *  *
1976’da mezun olduktan sonra Mersin’e atandı, Gülnar ve Mut ilçesinde Emniyet Komiserliği, Mersin’de Terörle Mücadele Şubesi’nde görev yaptı,
1984’de terör olaylarının hızlanması üzerine Diyarbakır İstihbarat Şubesi’ne atandı, burada 8 yıl görev yaptıktan sonda İstanbul’a İstihbarat Şubesi’ne “müdür ” olarak getirildi. 1996 yılında terfi etti, İstihbarat Daire Başkan Yardımcılığına atandı.
*  *  *
Susurluk Olayı Hanefi Acı’nın yaşamında önemli bir kavşaktır, Meclis araştırma komisyonunda ifade verirken ilk kez “Devlet içindeki çetelerden ” söz etti, güvenlik güçleri içinde çeteler oluşturulduğunu ileri sürdü.
Bu açıklamalar bazılarının hoşuna gitmedi, soruşturmalar başladı, Hanefi Avcı açığa alındı,  “devletin gizli belgelerini temin etmek ve açıklamaktan ” sanıktı, Devlet Güvenlik Mahkemesi O’nu tutukladı, on gün hapis yattıktan sonra beraat etti, İdare Mahkemesi kararı ile göreve döndü.
*  *  *
Devlet, Hanefi Avcı’dan ne vazgeçebiliyor, ne de yaptıklarından hoşlanıyordu.
2003 yılına kadar geri hizmette kaldıktan sonra, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi Başkanlığına getirildi.
Hanefi Avcı bu, durur mu?
Yolsuzluk operasyonlarına başlayınca Edirne Emniyet Müdürlüğü’ne gönderildi.
Dedi ya Hanefi Avcı bu, durmaz ki!
Bu defa, Kapıkule Sınır Kapısı’nda polisi ve gümrükçüleri rüşvet alırken gizli kamerayla görüntüledi. Ve en son Eskişehir Emniyet Müdürlüğüne atandı...
Burada da rahat durmadı, bu kitabı yazıp bitirdi.
Fırtına kopunca da kendi isteğiyle “Merkez” e alındı...
*  *  *
Bunlar Hanefi Avcı’nın kuru hayat bilgileri.
Bir de kendisi kendisini anlatsın, kimdir Hanefi Avcı?
“Hayatım boyunca, yapmam gereken işin gereği ne ise onu yapmaya çalıştım. Ne para, ne makam, ne de başka bir menfaat, hiçbir zaman eylemlerime etken olmadı. Yaptığım işin yapılmasının gerekliliği önem taşıyordu. Bütün enerjimle, gayretimle, aklımla, yaptığım işe kilitleniyordum. Ne özel hayatım, ne eğlencem ve merakım, ne istirahatim vardı. Sabah uyanınca işe başlar, yorulunca uyur, uyanınca tekrar hedefime yönelirdim. Bir derviş edası, bir ideal tutkusu, bir iş sevdasıydı benimki. Her iş tehlike, her iş riskti aynı zamanda .”
*  *  *
İstanbul’da yaşamak, iyi yaşayabilmek hemen her Türkün isteği olabilir, ayıp da değildir.
Hanefi Avcı da İstanbul’da yaşamıştır, ama nasıl?
Anlatır:
“Dünyada herkesin hayran olduğu, hakkında şiirler yazılan aşıklarının her tepesi için ayrı eser verdiği İstanbul’da dört koca yıl çalışmış; her türlü lüks yaşamı sağlayacak imkan ve konuma sahip olmama rağmen bir defa bile ne İstiklal Caddesi’nde ne Bağdat Caddesi’nde gezmedim. Bir defa bir gazinoya gitmedim, resmi mecburi yemeklerin haricinde bir defa bile lüks değil, sıradan bir restorana gidip yemek yemedim, bir arkadaşımı yemeğe götürmedim. İş varken, ülke tehlikedeyken, yemeğe gidilir mi? Hayatım boyunca hiç 20 gün izin kullanmadım, hiç kampa veya tatil anlayışı ile bir yere gitmedim. Gitmeyi de uygun görmez, gidenlere ise görevden kaçıyorlar diye kızardım. Bu konudaki en büyük lüksüm restoranlardan paket servis olarak acılı, baharatlı yemekler getirtip, bu yemekleri şubenin makam odasında çalışma arkadaşlarımla birlikte yemekti.”
*  *  *
Hani bir şarkı vardır “İşte böyle bir şey der.”  Hanefi Avcı da, “İşte böyle bir adam.”
Tanıyamasanız bile kitabını okuyun.
“Devlet” i de “Cemaati ” de ondan öğrenin...
————————
(x)Angora Yayınları

5 Eylül 2010 Pazar

METAFOR * = CEMATLER

Türkiye'de hep bir cemaat konuşulup tartışılıyor.
Kimi eğitim çalışmalarını alkışlıyor,
Kimi açılan okulların gizli ajandasından bahsediyor.
Kimi cemaatin toplumsal uzlaşma için çaba sarf ettiğini iddia ediyor, Kimi cemaatin emniyetten adalete,
Milli eğitimden TSK'ya kadar gizli örgütlenmeler içinde olduğunu ileri sürüyor.
Hanefi Avcı’nın kitabı gündeme bomba gibi düştü.
Emniyet’in eski İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabında Fethullahçılar”ın devleti nasıl ele geçirdiğini anlatıyor.
Kitap yurtsever aydınların Gülen cemaati ile ilgili iddialarını doğruluyor. 
TSK, yargı, emniyet teşkilatı, Milli Eğitim ve diğer devlet kurumları içinde yıllardır örgütlenen Gülen cemaati AKP iktidara gelene kadar son derece temkinliydi.
AKP iktidara geldikten sonra,
Özellikle Ergenekon davalarının açılmaya başlanmasıyla özgüvenleri aşırı derecede arttı.
Etkin oldukları kurumlarda kendilerinden olmayanları dinlemeye,
İzlemeye, çember altına alarak üzerlerinde baskı kurmaya, daha da olmadı iftiralarla bertaraf etmeye başladılar.
Biz aynı şekilde tartışılan başka bir cemaati tanıyalım:
Opus Dei.
Okullar, üniversiteler açıp medyada büyük bir güç haline gelen ve kiminin kutsal mafya diye tanımladığı bu cemaatin adını hiç duymuş muydunuz?
Jose Maria Escriva
(Opus Dei kurucusu)
Opus Dei,
(Latince: Tanrının işi) 2 Ekim 1928'de Madrid’te sıradan bir papaz olan Jose Maria Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulan,
KATOLİK bir örgüt.
Opus Dei, İspanyol asıllıdır ve sadece 81 yıllık bir örgüttür.
Katolikliğe sadık Laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmak amacı ile kurulan ama günümüzde Vatikan’da en etkili olan Laik kurumdur.
Gizli bir örgüt olan Opus Dei’nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta fakat her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır.
Onlara göre Papa'nın kimliği, Kilise'nin de, Papalık Makamı’nın da üstündedir.
Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal önderidir.
Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette Olağanüstü bir kişidir.
Bu nedenle Opus Dei, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir ve Kilise’yi ikinci planda görür.
BEŞ kıtada 475 üniversite ve yüksekokulu,
200 koleji vardı...
604 gazete ve dergiye sahipti...
52 radyo ve televizyon kanalı aralıksız yayındaydı...
Bu bilgiler 30 yıl önce Opus Dei üyesi Alvaro del Portillo'nun 1979'da ağzından kaçırdığı bilgilerdi.
Bugün ne kadar bir güce hükmettiği bilinmiyor.
TV ve radyo sayısının 700 olduğu tahmin ediliyor.
Peki iş ve siyaset dünyasında karmaşık ilişkiler yürüten Opus Dei neydi?..
“Allah'ın Eseri”
Adı, Josemaria Escriva de Balaguer'di.
Madrid'de sıradan bir Katolik papazdı.
İnzivaya çekildiği kilisede,
Tanrı'dan gelen vahiy sonucu 2 Ekim 1928'de Opus Dei (Allah'ın Eseri) adlı gizli cemaatini kurdu.
Amacı;
Vatikan ve kiliseler dışında Papa'ya destek olacak iyi eğitim görmüş elit bir grup oluşturmaktı.Opus Dei'ye göre Papa'nın kimliği, kilisenin ve Papalık kurumunun üstündeydi!
Papa; Tanrı-Krallığı'nın kutsal önderi olağanüstü bir kişiydi.
Opus Dei'nin ruhaniliği kendine özgündü.
Çilecilik; acı çekme yüceltiliyordu.
Müritler kırbaçla göğüslerine, sırtlarına vuruyordu.
Çünkü onlara göre acılar ruhu Allah'a yaklaştırıyordu!
Müritler okullarda yetiştirildi
Papaz Balaguer müritlerini genelde Katolikliğe sıkı sıkıya bağlı varlıklı,
iyi eğitim görmüş zenginlerden oluşturmaya gayret etti. (Cemaate bağlı işadamları genellikle turizm ve inşaat sektöründeydi.)
Mesleğinde başarılı doktor, mühendis, gazeteci, yazar vs. hepsini cemaatine kazanmaya çalıştı.
Başarılı da oldu.
Tamamen gizli olan cemaate üç tipte katılım olanağı vardı.
En kalabalık olan kadro dışı olanlardı.
Bunlar günlük hayatını cemaat idealine bağlı olarak yaşayan evli ya da bekar müritler idi.
Kadrolular ise kendini tamamen cemaate adamış seçkin, önderlik edecek erkekler ve kadınlardı.
Bir de yardımcılar vardı; cemaate üye olmayıp etkinliklere katılan ve özellikle de bağış yapan kişilerdi bunlar.
Kadrolu kişi Opus Dei'ye kabul edilmek için tanıklar önünde yemin etmek zorundaydı.
Sadakatle bağlı kalmak, gizliliğe harfiyen uymak ve havarilere özgü bir yaşam sürmek şarttı.
Aile yaşantısı onaylanmayan müritler ailelerinden uzakta özel evlerde barındırıldı.
Eğitim yoluyla seçkin-önder elemanlar yetiştirmeyi hedeflediler.
Okullar açtılar ardı ardına.
Yetmedi taşradaki başarılı çocuklar için yurtlar hizmete soktular.
Yurtdışı burs olanaklarını iyi kullandılar.Yetişen müritleri devletin kilit yerlerine yerleştirdiler.
Ve hep devlet desteği gördüler.
Çünkü düşman ortaktı...
'Hoşgörü' ve 'diyalog'
Opus Dei'nin anahtar iki sözcüğü vardı:
Hoşgörü ve diyalog!
Bu iki kavramı kullanarak dünyanın çeşitli ülkelerindeki insanlarla yakınlaştılar,
Konferanslar-seminerler düzenlediler,
Okullar açtılar,
TV-gazete satın aldılar.
Adları duyulmamış aydınları ünlü yaptılar.Sahibi oldukları 12 film şirketini psikolojik savaşın emrine verdiler.
Hoşgörü,
diyalog sözcüklerini ağzından düşürmeyen Opus Dei, diğer yandan soğuk savaşın en güçlü antikomünist örgütlerinden biri oldu.
Özellikle İspanyolca konuşulan Latin Amerika'daki ülkelerde sosyal hareketleri destekleyen kiliseler ile sol hareketlerin kurduğu ittifakı bastırmak için aktif olarak kullanıldı. Örneğin, Şili diktatörü Pinochet gibi eli kanlı askerlerle sıkı işbirliği içinde oldu.
Arjantin, Paraguay ve Uruguay'da otoriter rejimleri destekledi.
Nikaragua'da diktatör Somoza'yı, Peru'da Fujimori'yi finanse etti.
Yani CIA ile Opus Dei hep içli dışlı idi.Cemaat Avrupa'daki politik kirli işlerin de içindeydi.
Fransa'da sosyalist Mitterrand karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak çıkarılan Maliye Bakanı Valery Giscard d'Estaing'i desteklediler.
Zaten baba Edmond Giscard d'Estaing, Opus Dei'nin sahibi olduğu Banco Popular Espanol'un başkanıydı!,
Gladio'nun Türkiye'deki dinci ayağı hep gözlerden kaçırılmak istenmektedir.
Komünizmle Mücadele Derneklerini,
İlim Yayma Cemiyetlerini hangi hoca efendiler kurdu? CIA, Türkiye'de hangi hoca efendilere kefildir?)
Tanrı'nın Ahtapotu
Opus Dei'nin kurucusu Papaz Balaguer, ülkesi İspanya'ya bir daha dönmedi.
Hayatının sonuna kadar Vatikan'da yaşadı.
1975'te öldükten sonra önce 1990'da üstat ilan edildi. Ardından 2002'de azizlik mertebesine çıkarıldı!
300 yıl beklemesi gerekirken 15 yılda bu unvanı alıvermişti!
Tüm bunlara rağmen kamuoyundaki imajını hiç iyileştiremedi.
Milyar dolarlık serveti nedeniyle kutsal mafya olarak değerlendirildi.
İngiliz araştırmacı Michael Walsh, cemaate, Opus Dei (Tanrı'nın Eseri) değil Actopus Dei (Tanrı'nın Ahtapotu) adını verdi.
İsviçreli toplum bilimci, siyaset adamı Jean Ziegler ise Opus Dei'yi terörizm kadar mücadele edilmesi gereken aşırı sağcı bir hareket olarak gördüğünü yazdı.
Bu arada şunu yazmalıyım:
Avrupa'da Gladio'lar bir bir açığa çıktı;
Bir tek Türkiye'deki bilinmiyor diye yeri göğü birbirine katan liberaller,
İspanya'daki Gladio-Opus Dei ilişkisinin neden açığa çıkarılmadığını biliyorlar mı?
Bilmiyorlar.
Bilmedikleri çok...
Opus Dei, Vatikan'ın en önemli Hıristiyanlık Dışı Dinler ve İnançsızlar kurumunu elinde bulunduruyor.
Bu diyalog arayıcısı hoşgörülü kurum,
Müslüman ülkelerdeki bazı cemaatler ile sıkı bir işbirliği içinde.
Peki, kimdir bu cemaatler?
Ortak paydaları nedir?Yeni Dünya Düzeni'nin İslam ayağı olan Ilımlı İslam Projeleri nerelerde, nasıl kotarıldı?
Neymiş, cemaatler yalnızlaşan insanın terapi merkezi imiş!
Keşke mesele bu kadar basit olsa.
Opus Dei ve benzeri cemaatler aslında gerçeği yüzümüze çarpıyor.
Tabii görmek isterseniz.
Opus Dei ile ilgili pek çok tartışma yaşanmış ve olumsuz görüşler dile getirilmiş buna rağmen örgüt herhangi bir açıklama yapmamıştır.
Bu görüşlerden bazıları şunlardır:
Opus Dei kendisiyle terörizm kadar mücadele edilmesi gereken,
Gizli çalışan aşırı sağcı bir harekettir.
İngiliz araştırmacı Michael Walsh;
Bu örgüte Opus Dei (Tanrının işi) değil Actopus Dei (Tanrının ahtapotu) denilmelidir.
2.8 milyar dolar serveti,600 medya aracı bulunmaktadır;
15 üniversitesi,
97 teknik okulu,
36 ilköğretim okulu olan Opus Dei Tarikatı son olarak karikatür krizi ile gündeme geldi.
Tarikata bağlı 'Studi cattolici' dergisi HZ. Muhammed'i cehennemde tasvir eden bir karikatür yayınlayarak dinler arası diyalog girişimine ağır bir darbe vurdu.
Tarikat dünya siyasetini tıpkı bir ahtapot gibi sarıyor. İngiltere Milli Eğitim Bakanı,
Polonya hükümetinde görev yapan 3 bakan,
Perulu 2 bakan,
ABD Anayasa Mahkemesi'nin 2 yargıcı,
Amerikan Kongresi'nin onlarca üyesi,
Eski FBI Başkanı Louis Freeh
Ve Fox televizyonunun yorumcusu Robert Novak;
Opus Dei müridi olduğunu gizlemiyor.
ABD'de kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve kök hücre çalışmaları konusunda yönetimin muhafazakâr tutum göstermesinin ardında Opus Dei'nin yattığı vurgulanıyor.
Opus Dei tarikatı Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi kitabının sayfalarında ölümsüzleştirilmiş ve sağ kanat politik gündemini belirlemekle suçlanmıştır.
Opus Dei, hakkında çok fazla konuşulan fakat günümüz dinsel toplulukları içinde hakkında en az şey bilinen örgüttür.

Dünyadaki siyasal gelişmeleri analiz etmeden cemaat olgusunu tek mistik boyutuyla kavrayamayız.

*Metafor: bir şeyi başka şey ile benzetmeye, kıyaslamaya, anlatmaya yarayan mecazlardır.



İbrahim Halil OKUYAN
İnşaat Yüksek Mühendisi





--
Serpil İpekçi KÖLE



--

Vedat KÖLE

1 Eylül 2010 Çarşamba

Efsanevi Kıta Mu

Büyük Okyanus'ta yer alan ve 14 bin yıl önce batan efsanevi kıta "MU". Binlerce yıl öncesine dayanan mitlere göre, kıta üzerinde yaşayan 64 milyon insan esrarengiz bir şekilde sulara gömülmüştü. O kıta batmasaydı insanlık belki de bugün olduğu yerden çok ileri olacaktı. Peki neydi bu kıtanın esrarı?



Efsanevi ada üzerinde dört ayrı ırk, tek tanrılı bir din, sembolizme dayalı bir öğretim sistemi ve gelişmiş bir uygarlık yaşadığına dair ilk iddianın sahibi James Churchward.



Ne mi diyordu James Churchward? Churchward'ın adayla ilgili en önemli iddiası yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer olmasıydı.

Yine bu iddiaya göre, Yeni Zelanda ve Hawaii de birdenbire ortadan kaybolan bu esrarengiz kıtanın parçaları... Peki neden yok oldu bu koca kıta?


Varsayımlara göre, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, kıta milyonlarca kişiyle birlikte sulara gömüldü.

Şimdiye kadar ortaya atılan tüm bu iddialar ve Pasifik Okyanusu'nda bir kıtanın varlığı konusundaki görüş, çeşitli belge ve bulgular mevcut olmakla birlikte, henüz arkeologlar arasında yaygınlık kazanmamış bir görüş veya bir varsayım olmaktan öteye gidememiştir.



Çin'e ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde kıtamız battı, biz de buraya kaçtık yazmaktadır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllıktır, c14 karbon testleriyle sabittir. Türkler'in de Mu Kıtasından geldiği söylentileri de varsayım olarak eklenmiştir.

Mu Kıtası, Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla kurulan bir ekip tarafından araştırılmıştır.

Deniz dibinde bulunan kalıntılara Karbon testleri yapılmıştır.

Yaklaşık 50 yıl boyunca 20'den fazla ülkeye giderek mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward'un ve mu varsayımını destekleyenlerin mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.

Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan, üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.



Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.

Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.



Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü'nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu'ydu.

Mu dininin öğretimini "Naakaller" adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.

Mu dininin esası, Tanrı'nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.

"Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "o" diye hitap ettikleri tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da 'Mu'nun güneşi' anlamında ra-mu adıyla ifade edilirdi. "Ra" sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.



Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı.

Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.



Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.

Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır.

Genelde bu iddiaların herhangi birini destekleyecek arkeolojik veya antropolojik bulgu bulunmamaktadır. Mu dinine, kolonilerine (örneğin uygur imparatorluğu kolonisi fikri) ve Mu kıtasının nasıl battığına ilişkin iddialar 'Mu' varsayımını savunanlar arasında da genel geçer kabul görmemiştir ve farklı düşünceler mevcuttur.

Yıllar öncesinde Atatürk'ü epey heyecanlandıran bir araştırma Türkiye'de ortaya çıkabilmek için yıllarca beklemek zorunda kalmıştır. Türk tarihinin ve coğrafyasının araştırılmasını isteyen Atatürk, ilkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'i görevlendirmiş ve ömrünün son yıllarında ilginç kaynaklara ulaşmıştır.

Mayapetek'in raporunda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlik dikkat çekiciydi.

Süreci inceleyip Atatürk'e raporlar halinde iletmesi için 1935'de Meksika'ya maslahatgüzar atandı ve Arkeolog William Niven'in Meksika'da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churchward'ın Hindistan'da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk'ü haberdar etti.

Sağlığının bozuk olmasına rağmen Atatürk, Türkiye'ye getirilen kitaplarla çok ilgilendi ve hızlıca çevirilerini yaptırıp, bizzat kendisi geceler boyu okuyup üzerlerinde notlar aldı.

Halen Anıtkabir'de bir kısmı sergilenen kitaplar ancak 2000'li yıllarda Türkçe'ye çevrilebildi.

Günümüzde bile bilimselliği hala tartışılan adres, 'MU' kıtasından başka bir yer değildi. 'Mu' kıtası üç büyük kara parçasından oluşuyordu, günümüzde küçük adacıkların olduğu bölgede dört ayrı ırk, tek tanrılı bir din, sembolizme dayalı bir öğretim sistemi ve gelişmiş bir uygarlık mevcuttu.



Kıtadaki uygarlık devam ederken Asya’da ve diğer kıtalarda koloniler kurmuşlardı. Bu kolonilerden bir tanesi de Uygurlardı.

Azımsanmayacak sayıda bilim adamına, mevcut ve geçmiş medeniyetlerdeki pek çok ortak noktanın kaynağının Mu kıtası olduğunu düşündüren kanıtlar ciddiye alınmayacak gibi değil. Sadece yazılı kaynakların değil, imgelere ve simgelere dayanan kültürel tarihin de incelenmesi bugünkü geçmiş tarih bilgimizin değişmesini sağlayacaktır. Buzul çağından önce yani, günümüzden 30.000 ile 15.000 yıl öncesi göçlerle oluşan Maya, Aztek, İnka kültürlerinin incelenmesi, efsanelerinin tekrar gözden geçirilmesi bakış açımızı mutlaka değiştirecektir.

Haliç'te Yaşayan Simonlar




Emniyet Teşkilatının efsanevi ismi, Susurluk sürecinde cesur duruşuyla gerçek bir kanun adamı tavrı gösteren Hanefi Avcı yine doğru bildiklerini söylemeye devam ediyor. Ucunun kime dokunduğuna bakmadan, yalnızca ülkesine karşı vicdani sorumluluğunu yerine getirmek için son dönemde yaşananların iç yüzünü kamuoyuna açıklıyor.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Devlet başlıklı ilk bölümde, yıllarca devlete hizmet etmiş bir güvenlik görevlisi olarak geçirdiği fikirsel dönüşümü, bu dönüşüme neden olan olayları okurlarla paylaşıyor. Bu fikirsel dönüşümün sonucunda Avcı artık, uzun yıllar mücadele ettiği, sisteme muhalif grupların demokratik ve sağlıklı bir sistemin olmazsa olmazı olduğuna, farklı fikir ve düşüncelerin topluma zarar değil, ancak bir zenginlik katacağına, güvenlik sorununa indirgenen Kürt sorununun ancak demokratik hak ve özgürlükler alanının genişletilerek siyasi yollarla çözümlenebileceğine ve ordunun batılı ülkelerde olduğu gibi siyasetin dışında kalarak güçlü bir ordu olabileceğine inandığını açık yüreklilikle ifade ediyor.  Avcı, bu kitabı yazmaktaki önemli amaçlarından birinin, böyle köklü bir değişim yaşamasına neden olan mesleki tecrübelerini aktararak, çok geniş bir kriminal yelpazede çalışmış olmanın verdiği donanımla kendinden sonra geleceklere yol göstermek olduğunu belirtiyor.

Cemaat başlıklı ikinci bölümde ise Avcı devletin çeşitli kurumlarına nüfuz etmiş cemaat yapısının son zamanlarda meydana gelen olaylardaki (özel yetkili mahkemelerin sürdürdüğü tahkikatlardan, telefon dinlemelerine,  vs.) rolünü ortaya koyuyor. Cemaatin polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütleme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engellediğinden, üstüne üstlük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaraladığından bahsediyor. Bugün özellikle özel yetkili mahkemelerce yürütülen tahkikatların, arka planda cemaatin talimatı ile Emniyet İstihbarat Şubesindeki unsurları ve cemaate bağlı savcılar desteği ve zorlaması ile yürütüldüğüne, yürütülürken hukuksuz işlemlerin yapıldığına dair ciddi emareler olduğunu iddia ediyor. Tüm bu iddialarını, delilleriyle sağlam bir zemin üzerine inşa ediyor.  

Avcı kitabın başlığında iki metafor kullanıyor; bunların devlet görevlilerinin, belli bir ideoloji etrafında örgütlenmiş grupların ve genel anlamda toplumun zihniyetini tanımlayabilmek için ne kadar isabetli bir biçimde seçilmiş olduğunu kitabı okuyup bitirdiğinizde anlayacaksınız.  Görünen değil, perde arkasındaki gerçekleri merak ediyorsanız Emniyet teşkilatının güvenilir ve öncü ismi Hanefi Avcı’nın dürüst ve cesur sesine kulak verin!


Hanefi Avcı,
meslek hayatına 1976 yılında Mut ilçe Emniyet Komiserliği görevi ile başladı. Daha sonra İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü, KOM Dairesi Başkanlığı ve Edirne Emniyet Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Avcı, halen Eskişehir Emniyet Müdürü olarak göre yapmaktadır. 2006 yılında TASAM’ın Stratejik Vizyon Sahibi Bürokrat Ödülü’nü kazanmıştır. Avcı, Emniyette teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinir. 



27 Ağustos2010

Yılmaz ÖZDİL

 yozdil@hurriyet.com.tr





Haliç’te Yaşayan Simonlar...

Türkiye’nin en çok konuşulan ama, bir türlü bulunamayan kitabı!


*
İlk baskısı çıktı, adeta görünmez el tarafından toplatıldı, anında buhar oldu, ahali kuyrukta beklediği halde, yeni baskıları çıkmıyor. (Muhtemelen bandrol verilmiyordur yayıncıya.)
*
Hal böyleyken, onlarca köşe yazarı, “papağan korosu” gibi, aynı cümleleri tekrar ediyor, bu kitabın aslında tırışkadan teyyare olduğunu, dedikodu mahiyetindeki lafların sıralandığını, somut verilerin bulunmadığını anlatıyor... Dolayısıyla, boşu boşuna vakit kaybı olduğu, okunmasına gerek olmadığı tavsiyesinde bulunuyorlar.
*
Birincisi, kitap somut veri dolu.
İsimler, dilekçeler, şahitler var.
*
(Yalaka tayfası yıllardır, Özdil şöyle, Özdil böyle diye yazıyor mesela... Kitapta bi Özdil var! Özdil’in feriştahı... Niye yazmıyorlar?)
*
Madem bu kadar yalayıp yuttular, sizin bir türlü bulamadığınız kitabı... Simon kim? Var mı yazan? Neden Haliç’te yaşıyor? Okudunuz mu tek satır bununla alakalı? Kitabın her satırını incelediğini öne süren arkadaşlar, bismillah, kitabın adı birader, niye bahsetmiyorlar?
*
Okumadılar mı yoksa?
*
Buyrun...
*
“Simon” cemaatçi değil aslında, kod adı “Simon” olan üst düzey bi PKK’lı... Bekaa’da örgütün sözde mahkemesinde başkanlık yapmış... Ve, aşna fişne yaparak, militanların kafasını karıştırdığı iddia edilen, özbeöz kız kardeşi hakkında “idam” kararı vermiş.
*
“Simon”u yakalayan Hanefi Avcı, “gerçekten bu suçu işlemiş miydi?” diye sorduğunda ise, “asla” cevabını vermiş... Yani, kız kardeşinin isnat edilen suçu işlemediğinden kesinlikle emin olduğu halde, sırf örgüt istiyor diye, haklıyı savunmak yerine, kalemini kırmış.
*
Bu davranış biçimine “Simonlaşmak” adını koymuş Hanefi Avcı... Sadece illegal örgütlerde değil, başta Emniyet teşkilatı olmak üzere, körü körüne itaatin hâkim olduğu, grup menfaati için körü körüne itaat istenen her yerde “Simonlar”ın var olduğu sonucuna ulaşmış.
*
Sonra Haliç’e geçmiş...
*
İstanbul’da görevliyken, işiyle evi arasında Haliç’ten geçmek zorunda olduğunu, o zamanlar Haliç’in berbat koktuğunu, camları kapatıp, burnunu tıkadığı halde midesinin bulandığını anlatıyor... Kendisi bu haldeyken, insanların Haliç kıyısındaki parklarda dolaşması, hatta piknik yapması dikkatini çekmiş... Sürekli kötü ortamda bulunan insanların, bir süre sonra uyum sağladığını, içinde bulundukları çirkinliği fark edemediklerini fark etmiş...
*
Haliç örneğinden yola çıkarak, sadece fiziki ortamlarda değil, düşüncelerde, sosyal davranışlarda da benzer tavırlar sergilendiği sonucuna varmış... Anormalliklerin normalleştiğini; kirli, yozlaşmış sistemi teneffüs eden insanların, bir süre sonra Haliç’te piknik yapanlar gibi uyum sağlayıp kötülükleri pislikleri algılayamadığını saptamış...
*
Özetle, her şey kabak gibi ortadayken, gözümüzün önündekini, burnumuzun dibindekini, soluduğumuz atmosferi, bile bile görmezden, duymazdan geldiğimizi, sustuğumuzu anlatmış.
*
Yani...
*
Kitabı okuma fırsatı bulamayan insanlara, ha bire “okumanıza hiç gerek yok, çünkü kitapta somut veriler yok” diyenler, aslında “somut veri”nin bizatihi kendisi...
*
“Uyandırma kerizi” demek istiyor, gazeteci kılığındaki Simonlar!


Vedat KÖLE


22 Haziran 2010 Salı

Bedava ve sonsuz enerji bulundu


İrlanda merkezli teknoloji enstitüsü Steorn tüm dünyayı baştan sona değiştirecek bir buluşa imza attıklarını açıklayarak bilim dünyasını karıştırdı. Fiziğin en temel kuralı olan “Enerji yaratılamaz ya da yok edilemez. Sadece form değiştirebilir” teorisini deldiklerini açıklayan uzmanlar, “sonsuz ve bedava enerji üretmenin yolunu bulduklarını” duyurdu. Steorn başkanı Sean McCarthy, “Tabi ki buluşumuz üzerinde birçok spekülasyon olacaktır ama sonunda tüm dünya ne başardığımızı görünce dillerini yutacaklar” açıklamasını yaptı.
Bugün Vatan Gazetesi'nde Uğur Koçbaş imzasıyla yer alan habere göre, McCarthy, yıllardan beri bilim dünyasında tartışılan termonidamik teorisini by-pass ederek 3 yıllık bir araştırma sonucunda mıknatıslar tarafından oluşturulan manyetik alanların birbiriyle etkileşimi sayesinde bir rüyayı hayata geçirdiklerini duyurdu. Steorn, kuşkuyla bakılan bu açıklamalarını bir adım daha öteye taşıyarak dünyanın en prestijli finans dergisi The Economist’e tam sayfalık ilan vererek bilim dünyasına meydan okudu.

Enstitü, dünyanın en iyi 12 fizikçisine, “Gelin bizi test edin” çağrısını yaparak küçük miktarda enerjiyle dev bir enerji elde etmenin mümkün olduğunu kanıtlamaya hazır olduklarını duyurdu. İlanın ardından 500’e yakın bilim adamı test için başvurdu. Önümüzdeki haftalarda teorinin gerçekliği ispatlanırsa bu buluş, gelmiş geçmiş en önemli icatlardan biri olarak tarih sayfalarındaki yerini alacak.

RÜZGAR ENERJİSİ ARARKEN TESADÜFEN BULDULAR

Steorn uzmanları, teknolojiyi rüzgar enerjisi üretiminde kullanılan tirbünleri mıknatıslar yardımıyla çok daha etkin bir hale getirmek üzerine çalışırken icat ettiklerini açıkladı.

GELİN TEST EDİN

Economist dergisinde yayınlanan ilanda İrlandalı uzmanlar, “Tüm gerçekler önceleri yerleşmiş değerlere hakaret olarak algılanır” başlığını kullandı. Devamında ise şu ifadeler yer aldı: Steorn enstitüsünde bedava, temiz ve sonsuz enerji üretmenin yolunu bulduk. Bu buluşumuz bilimadamları ve mühendisler tarafından onaylandı. Şimdi tüm bilim dünyasına sesleniyoruz. Dünyanın en iyi fizikçileri bize jürilik görevi yapsın. Gelip teknolojimizi incelesinler ve daha sonra tüm dünyaya bunu açıklasınlar.

GERÇEK OLABİLİR Mİ

Steorn uzmanlarının yeni bir kapı açtığı tartışma 1600’lü yıllardan beri bilim dünyasını meşgul ediyor. “Bedava ve sonsuz enerji” üretebilme rüyası, bir kere başlatıldıktan sonra kendi kendine sonsuza dek çalışmaya devam edecek bir cihaz yapma isteğine dayanıyor. Bilim adamları bu şekilde sıfır maliyetle çalışan cihazın üreteceği enerji ile hayatı tamamen değiştireceklerini ileri sürüyor. Ancak son 400 yıldır bu alandaki çalışmalarda başarıya ulaşılmış değil. Bu nedenle patent ofisleri de fizik bilimini alt üst edecek bu iddiaları incelemeye değer bulmuyor. Steorn uzmanları, patent başvurusu yaparken işte bu gerekçeden dolayı mucize cihazlarını bir bütün olarak değil parça parça onaylatmak için girişimde bulunduklarını açıkladı.
__________________

19 Haziran 2010 Cumartesi

Taştaki Türkler


image00150.jpgZaman zaman bir kültür endüstrisi kurarak “milleti yeniden yetiştirmek” ten söz ederim.

Buna bağlı olarak, hali vakti yerinde olanların Türk kültürünün kaynaklarının ortaya çıkarılması konusunda destek vermeleri gerektiğini belirtir, zenginlerimize sitem ederim.


Türkçülüğü, Ziya Gökalp’ın öngördüğü “ilmî, felsefî, bediî bir okul; kültürel bir uğraş ve yenilik yolu” haline getirmek, milli kültür hareketlerini ve bu alandaki bilimsel çabaları desteklemekle mümkün olabilir.

Dolayısıyla durumdan vazife çıkararak üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirenleri de zikretmek gerekir.

***

Türk tarihinde sessiz sedasız muhteşem bir adım atıldı. Rünik Türk alfabesinin belki 30 bin yıllık serüveni, bir Türk gazeteci tarafından film ve fotoğraflarla tespit edildi. Servet Somuncuoğlu, TRT’deki “Karlı Dağların Ardındaki Sır” programıyla Türk Dünyası’na sunduğu bilgi, belge ve görüntülerden daha fazlasını “Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler” adıyla yayınladı.

Bu eser, bilim tarihinde, yazının doğuşu ve gelişimi ile ilgili bugüne kadar yayınlanmış dünyadaki en büyük eserdir. Eşi benzeri yoktur. Türkoloji ve yazı ile ilgili bilim adamları, eseri inceledikleri zaman, Avrasya coğrafyasında dört yıl içinde, 138 gün ayırarak, 150 bin kilometre yol yapmış kadar büyük bir kazanç sahibi olacak.

***

Tabii böyle bir çalışmayı yapabilmek için insanda bir aşk olması gerekirdi. Servet Somuncuoğlu’nda bu aşk vardı ama yetmiyordu. Kendisinin de belirttiği gibi aynı heyecana sahip insanların kendisine inanması, destek olması gerekiyordu.

Bursa Türk Ocağı’na mensup işadamlarını organize eden Turgay Tüfekçioğlu’nun Kazakistan ve Kırgızistan’a düzenlendiği gezi ile başladı her şey. Tabii bu aşkın en yaşlı sahibi, hepimizin tarih tutkusunu alevlendiren Kazım Mirşan idi. Gezi, zaten onun bilimsel araştırmalarına katkı sağlamak için düzenlenmişti.

Kazım Mirşan ile bu geziye Servet Somuncuoğlu ve ben de katıldık. 30 bin yıllık kaya resimleri alanını gördükten sonra, Servet, Yaşar Canca ve Kaptan Mustafa Can’ın da desteğiyle Kırgızistan’daki Saymalı Taş’a gitti. Sonra projesini yaptı, TRT’ye sundu ve toplam beş yıl çalışarak Hakkari’nin Gevaruk Yaylası veya Kütahya’nın Çavdarhisarı ile Avrasya’da Türklerin yaşadığı bütün merkezlerdeki kaya resimleri ve Türk alfabesinin ilk şekli olan tamgaların aynılığını ortaya çıkardı.

Esasen, bu bilgiyi Kazım Mirşan 40 yıllık çalışmasının sonucu olarak ileri sürüyor, vaktiyle kendisinin de büyük bir kısmını gezerek fotoğrafladığı coğrafyadaki tarihi bağlantıyı bilim alemine sunuyor ama Batı’da üretilen tarih teorileri ile yetişmiş tarihçilerimiz ikna olmuyordu.

Servet Somuncuoğlu’nun çalışması, bana göre Kazım Mirşan’ın ana teorisini doğruluyor, bu alanda çalışan genç akademisyenlere bir hazine sunuyordu.

***

Peki başka imlerdi bu çabaya maddi destek verenler? 550 sayfalık, büyük boy bir Türk tarihi atlası sayılabilecek dev eserin kuşe kağıt baskısını yayınevleri yapamaz, yapmazdı. Önce Bedrettin Dalan, sonra A-Z Yapı İnşaat’ın Yönetim Kurulu üyeleri Cevdet Erdem ve Ali Coşkun, “Türk kültürüne hizmet şereflerin en büyüğüdür” diyerek maddi külfetin altına girdiler ve o muhteşem kitap basıldı.

Hani son yazılarımdan birinde Azerbaycan‘dan Ekrem Abdullayev’in, “Türk Dünyası edebi bir inkılap yapmalı ki medeni bir inkılap başlayabilsin” sözlerini hatırlatmıştım ya, bence bu eser hem Türk, hem insanlık tarihinde bir devrim başlatacaktır.

***

Kitaptaki fotoğrafların akademisyenler ve araştırmacılar tarafından kullanılmasının serbest bırakılmış olması da takdire değer.

Takdirin üzerinde olan başka bir husus, A-Z İnşaat’ın, kitabı para ile satmaması, aralarında tarih ve Türkoloji bölüm başkanları ve rektörler de bulunan 400 akademisyen ve 200 gazeteciye hemen göndermiş olması.

Kitap ayrıca 30 devlet başkanına, TBMM üyelerine, komutanlara, valilere, Türkiye’deki yabancı büyükelçilere ve dünyadaki Türk büyükelçilerine, büyük kütüphanelere, kültürel alanda çalışan vakıf ve derneklere ve holdinglere de ücretsiz olarak gönderilecek.

Atatürk‘ün deyimiyle “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı” nın temelleri ve Kazım Mirşan’ın deyimiyle “Türk kozmolojisinin kökenleri” bu eserle hem Türk hem dünya kamuoyuna sunuluyor dostlar.

ARSLAN BULUT

OK, UÇ, ON, AT ve OW, UW, OĞ TAMGALARI

Daha önce de söylediğimiz gibi, şimdi kullandığımız alfabe ve onun dayandığı LÂTİN alfabesinde harfler bir mânâ ifade etmez. Çoğu bir hece bile değildir. Ancak başka harflerle birleşerek heceleri, heceler de kelimeleri oluşturur. çoğu hece de bile anlam yoktur, anlamlar kelimelerle ortaya çıkar.

Halbuki PROTO-TÜRKÇE yazı sisteminde öyle değildir. PROTO-TÜRKÇE’de TAMGA sistemi vardır. ÇİZGİLER, NOKTALAR ile ifade edilir ve her biri kendi içinde tam ve yeterli bir anlam taşır.

Meselâ, yukarıdaki TAMGALAR’dan,

- OQ (OK) = yeryüzü kişisi, yeryüzünde varoluş,

- UÇ = bey, han, lider, bayrak

- ON = kozmos, kozmos kişisi,

- AT = ad, TANRI’ya atılma, egemen

anlamına gelirler. Dikkat edilirse, hepsinin SESLİ HARF’le başladığı görülür. TÜRKÇE’de bazı SESSİZ HARFLER’in kelime başına gelmemesi meselâ R), bazı yabancı kelimelerin SESSİZ HARF’le başladığı için (stasyon, spirit) TÜRKLER tarafından başına bir SESLİ HARF getirilerek okunması da (istasyon, ispirto, Rus-Urus, Recep-İrecep gibi), bu yüzdendir.

TEK başına iken bu anlamı taşıyan ve birer kelime olan bu TAMGALAR, eğer bir CÜMLE içinde iseler iki şekilde karşımıza çıkar. Birincisi, okunuşunu ve anlamını korur. İkincisi, başındaki SESLİ HARF düşer, kalan SESSİZ HARF’ten sonra başka SESLİ HARF gelir ve cümle içinde yerini öyle alır.

Bir daha tekrarlamak gerekirse, eski TÜRKÇE’de her işaret TAMGA’dır, aynı zamanda tek seferde söylenebilen bir HECE’dir, ve ayrı bir KAVRAM ifade eden bir KELİME’dir. Eski TÜRKÇE’nin aslı HECE-KELİMELER’den oluşurdu. Sonradan heceler kaynaşarak kelimeler oluşturmuştur.

Bugün ÇİNCE, JAPONCA, KORECE böyle bir YAZI’ya ve HECE-KELİMELER’den oluşan bir dile sahiptir. Ancak bunların en eskisi ÇİNCE bile, M.Ö. 1700’den önceye gitmez. Yani ÇİNCE’nin TÜRKÇE’yi etkilemiş olabileceği gibi bir sonuç çıkarmak yanlıştır. Olsa olsa TÜRKÇE, kendinden sonra gelen ÇİNCE’yi etkilemiştir. Nitekim şimdiki ÇİN ALFABESİ’nden 41 TÜRK TAMGASI vardır.

PROTO-TÜRKLER… (ki, bu ifadeyi TÜRK kelimesinin kavram olarak ortaya çımadığı dönemler için kullanıyoruz, çok eski tarihleri kastediyoruz) bilgi ve tecrübeleriyle, üstün vasıflarıyla halk arasında sivrilmiş kimselere ÖGÜL-UKUS derlerdi. ÖGÜL, “düşünme yeteneği, felsefe, haysiyet, sahip olma, majeste” anlamlarına gelir. UKUS ise, YAZI demektir!

Bu kişiler üstün gözlem ve sezgi kaabiliyeti ile etraflarındaki tabiatın, hayatın ve kâinatın sırlarını araştırmışlar, üzerinde kafa yormuşlar, sonra da tesbitlerini soyut kavramlar halinde “taşa urmuş”, kaydetmişlerdir..

Burada çok önemli bir husus vardır…. Şimdi lütfen önce yukarıdaki HAYVAN FİGÜRLERİ tablomuzu bir kaç dakika inceleyiniz…

Eminiz ki, yukardaki GEYİK resmi ile, aşağıdaki çeşitli hayvan figürleri arasındaki farkı görmüşsünüzdür.

GEYİK, BODENSEE’de, THAYGEN yakınlarındaki KESSLERLOVCH Mağarasında, bir MAMUT DİŞİ’ne çizilmiş resimdir… Aynen resmedilmiştir, bir fotoğraf kadar gerçeğe uygundur! Bir sanat eseridir, ama başka bir özelliği yoktur. Bir AVRUPA insanının ürünüdür.

Halbuki diğer üç figür, GEYİK resmi gibi değildir. Hayvan figürleri tabiattaki şekilleriyle değildirler, şematik bir hal almışlardır. Onlar ASYA İNSANI’nın ürünüdürler.

Daha önce belirttiğimiz gibi, ASYA’da kaya resimleri M.Ö. 30.000’lerde başlar… Bunların yazı elemenler içermeye başlaması M.Ö. 15.000’lerdedir… Ve yazıya geçiş ise M.Ö. 8000’in sonlarındadır. (G. Musabayev, A. Maxmutov, G. Aydarov; KAZAK EPİGRAFYASI, Almati, 1971)

ŞEKİL 1’de görülen figürler TAMGALI SAYI galerisindendir. Hayvanlar naturist değil, şematiktir. AT,İT, KEÇİ figürleri, bu hayvanları sembolize eder ama; boynuzları, bacakları, kuyrukları da ayrı anlamlar taşır. TAMGA anlayışı henüz başlamıştır.

ŞEKİL 2’de görülen figürler de TAMGALI SAYI’ndadır. Daha sonraki bir döneme aittir. Hayvan ve insan şekilleri tamamen şematize edilmiş, semboller haline gelmiştir. TAMGALAR bariz şekilde görülmektedir.

ŞEKİL 3, DOĞU ANADOLU’da SAT Dağında bulunan M.Ö.8000 yıllarına ait bir kaya resmidir. (E.Alok, ANADOLU KAYA ÜSTÜ RESİMLERİ, Akbank, İstanbul, 1988) Üstünde daha sonra açıklıyacağımız pek çok TAMGA bulunur ve bize uzun bir mesaj verir.

Bir başka örnek te, üzerindeki yazı karakterleri bariz olduğu için İLK YAZIT sayılan ULU KEM SÜLYEK YAZITI’dır. YENİSEY’in kollarından biri olan ULUĞ KEM’in geçtiği vadilerden biri olan SÜLYEK’te bulunmuştur.... M.Ö. 8000’e aittir. (Gravures Rup. V. Comanica, D. Riba, ed. Fr.Empire, Paris, 1984)

Bu resimleri, AVRUPALI insanın yaptığı resimle kıyaslayıp “basit, çocukça, ve sanat değeri olmayan” çiziktirmeler saymak, son derece yanlıştır!.. Aynı yanlış LEONARDO DA VİNÇİ, MİŞEL ANCELO, RAMBRANT, VAN GOGH gibilerinin resimlerini, heykellerini SANAT eseri sayıp, (ki, gerçekten öyledirler) ancak DOĞU ülkelerinin CAMİ, TAPINAK, HEYKEL, HALI, KİLİM, ELBİSE, ÇEVRE, MENDİL, YASTIK, YORGAN ve ÇORAPLAR’daki DESENLER’i, FİGÜRLER’i, ve de MİNYATÜRLER’i “sanat”tan saymamak şeklinde karşımıza çıkar!.. Sebep onlarda figürlerin içine gizlenmiş olan MÂNÂYI OKUYAMAMAK’tandır… Nitekim BATI bilhassa PİCASSO’nun devreye girmesi ile SOYUT resmi de SANAT saymaya başlamıştır.

Ama burada gene DOĞU, BATI’dan ileridir…. Çünkü DOĞU’da şekiller, figürler, desenler her kültür için ORTAK bir anlam taşır. Sadece YAPAN değil, OKUYAN da o figürün ne anlama geldiğini bilir. Halbuki BATI’da her sanatkârın SEMBOLİZM’i kendine aittir. Aynı millette dahi ORTAK bir KÜLTÜR oluşturmaz!

Bu yazıtları ve diğerlerini ilerde teker teker ele alacağız... Bu sayfada amacımız yukarıda verdiğimiz TAMGALAR’ı biraz daha açıklamak ve onların yakın-uzak örneklerini göstermektir. Ancak bu açıklamaları yapmadan konuya giremezdik.

TAMGALAR, nasıl ortaya çıkmıştır?… Birinci sebep daha üstün bir düşünce seviyesine, bir hayat ve kâinat felsefesine ulaşılmasıdır. İkincisi ise, kayalara bu felsefeyi uzun uzun “taşa urmak”, yani kayalara kazıyarak sonraki nesillere ulaştırmaya çalışmanın zorluğudur. Meselâ GÜNEŞ’i anlatabilmek için bir DAİRE çizip etrafına bir sürü IŞIN ÇİZGİSİ koymak yerine; bir YUVARLAK, içine de bir NOKTA koyarak aynı mânâ verilmiş, ortaya OĞ tamgası çıkmıştır!

ORTA ASYA İNSANI, yani TÜRKLER’in atasının dünyanın dört bir yanına yaydığı OĞ TAMGALARI’nı görmek gerçekten heyecan vericidir.

Şimdi bu TAMGALAR’ı, taşıdıkları mânâyı, ve AVRASYA başta olmak üzere dünyada rastlanan örneklerini verelim.

OK TAMGASI:
OK; “yeryüzü kişisi, TANRI’dan gelip yeryüzünde varolma, mevcudiyet” anlamlarına gelir. PROTO-TÜRKLER’den bir kısmı kendilerine OK adını verir. Yazıyı bulanlar onlardır. Bugün kullandığımız OKUMAK fiili onlardan gelir. Aslında “OKLAR’ın yazdığını anlamak” demektir.

OK tamgasının içeriğinde

GÖK’teki TANRI’dan gelip YERYÜZÜ’nde varolma,
YERYÜZÜ’nde ölerek UÇARAK, GÖK’teki TANRI’ya dönme
mânâları da gizlidir. Ve bu geliş-gidiş ATEŞ KÜLTÜ ile bağlantılıdır. OZ’laşarak YERYÜZÜ’ne inme, kişi olma, OK olma; sonra en üst noktada OK’un BUĞ (BEY) görevini üstlenerek, halkına, etrafına iyi hizmetler yapması, bunun karşılığında yakılarak tekrar OZ’laşması ve Uç’arak tekrar KOZMOS’a, GÖKYÜZÜ’ne dönüş… Hepsi OK kelimesinde gizli anlamlardır.

YAKILMAK; TANRI’ya AT’ılmak, fırl’AT’ılmak demektir. Bu da OK tamgaları arasında en çok kullanılanlardan olan HAÇ (+) işaretinin, AT tamgasının bir çeşidi olduğunu düşündürmektedir.

Görüldüğü gibi HAÇ, Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkmış bir sembol değil; çok daha eski KUTSAL bir işarettir. Belki de “TANRI’ya UÇ’arak erişme”yi sembolize eden KUŞ figürünün “birbirini kesen iki çizgi” TAMGA’laşmasından ortaya çıkmıştır.

DOĞU ANADOLU’da, ISUB-ÖG olan ESKİ TÜRK ALFABESİ’nde mevcut, yukarıdaki ETRÜSK YAZISI resminde görülen UÇLARI HİLAL OLAN HAÇ şeklindeki OK tamgası, PROTO-MISIR’a dahi ulaşmıştır.

HALI VE KİLİMLERDE OK TAMGASI

OK UÇU, “OK bayrağı” demek olup, kelime ETRÜSKLER vasıtasıyla LATİNCE’ye CROCE(KROÇE-İngilizcesi CROSS) olarak girmiştir. Hıristiyanlar için de KUTSAL bir işaret olmuştur.

OK AÇ, “OK sembolü” demek olup bizde de KHAÇ-HAÇ kelimesini oluşturmuştur.

HAÇ şeklindeki OK damgası, Hıristiyanlıkla hiç bir ilişkisi olmayan DÜNDARLI, ÇAVDARLI, KARAHACILI, KARAKOYUNLU, YEŞİLYURT, KINIK, HAYTA gibi YÜRÜK aşiretlerinde ARMA olarak kullanılmaktadır.

ON TAMGASI :

ON, “KOZMOS, kozmos kişisi” demektir. Ya KUBBE şeklinde, ya da ON nokta, 10 benek, 10 tüy, veya 10 aynı cinsten figürle gösterilir.... Yukarıdaki resimde çeşitli ON TAMGALARI görülmektedir... birinci figür TAMGALI SAYI kaya resmindeki BUĞ’un kafasının içinde ON NOKTA bu sembolü vermektedir... İkinci figür SAT DAĞI’ndaki kaya resmidir, kral damgasında ON BENEK ile aynı sembolü gösterir... Üçühcü figür KIRGİZİSTAN ISSIKKÖL’de bir mezardan çıkan yüzüğün üzerindeki resimdir, ON TÜY ile aynı mânâyı verir. Amerikan kızılderililerinde, MAYALAR ve AZTEKLER'de de aynı sembole rastlanır.

Ayrıca İTALYAN ALPLERİ’nde NAQUANE bölgesinde HAYAL ÇEKEN ON KİŞİ figürü de aynı kavrama işaret eder. (Grav. Rup. Val Comanica, D. Riba, Fr. Emp. Paris, 1984)

ANADOLU’da bulunan HİTİT kurslarının üzerindeki ON GEYİK, ON FİGÜR de ON tamgasına işarettir.

GREK mitolojisinde geçen DAKTİLLER (Dactyiles) demircidirler. Nereden geldikleri konusunda çeşitli rivayet vardır. FRİGYA’daki İDA DAĞI’ndan (yani bizim EDREMİT’teki KAZ DAĞI), veyaGİRİT’teki İDA DAĞI’ndan geldikleri öne sürülür. Bunlar ON KİŞİ’dirler… DAKTİL parmak demek olduğuna, ve iki elde ON parmak olduğuna göre, DAKTİLLER bu açıdan ON KİŞİ, yani ON’lar anlamına gelir. ON TÜRKLERİ’ne işarettir.

Ama esas kanıt, DEMİRCİ kelimesinin eski GREKÇE’ye DEMİOERCOİ diye geçmiş olmasıdır!.. Kimse TÜRKÇE’den geldiğini bilmez.

GREKLER’e bağlanmak istenen FRİG adının aslı PROTO-TÜRKÇE’de UB-URUK’tur. Bu kelime bugün OBRUK olarak kullanılır, ve ANADOLU’da FRİGLER’in yaşadığı merkez yaylanın adıdır. MİDAS YAZITI’ndan öğrendiğimize göre, zaten ANADOLU’nun bir adı da FRİGYA’dır! FRİGLER ve DAKTİLLER de TÜRK’tür!

ON kelimesi, aynı zamanda bir kısım PROTO-TÜRKLER’in kendileri için kullandığı addır. Tıpkı bizim şimdi kendimize ÂDEMOĞLU dediğimiz gibi, onlar da kendilerine ON = KOZMOS KİŞİSİ derlerdi. Diğer bir kıım PROTO-TÜRKLER de OK = YERYÜZÜ KİŞİSİ adını almışlardı. Ama kullandıkları semboller hep aynı idi. ORTA ASYA’da kurulan TÜRK devletinin adı ON-OYUL, daha sonra İSVİÇRE merkez olmak üzere AVRUPA’da kurulan devletin adı da ON-OYUNG idi.

ON kelimesi, zamanımıza anlamını kaybederek, sadece ON sayısını ifade etmek suretiyle yansımıştır. Ancak ANADOLU’da ON tamgaları halılarda, kilimlerde, çeşitli eşya ve süslerde varlığını devam ettirir.

ÇEŞİTLİ AT TAMGALARI:

AT kelimesi, “ad, nam, atılma, bilinen, egemen” demek olduğu gibi, binek hayvanı AT’ı da kasteder.Yukarıdaki HALI VE KİLİM resimlerinde altta görülen şekiller, AT tamgalarıdır. < AT üzerindeki kişi yayalardan yüksekte, ve imkân bakımından ondan üstündür. Bu haliyle “bilinen, tanınan”dır, AD’ı vardır. Yüksekten bakar, “egemen”dir. AT’ılma yoluyla en yükseğe, TANRI’ya ulaşabilir. Bütün bu kavramlar, AT tamgasının çeşitli anlamlar kazanmasına, sonradan UÇ, UB ED ve BUĞ tamgalarının doğmasına yol açmıştır. ”TANRI katına AT’ılma” kavramı zamanımızda dahi KUZEY ASYA şamanlarında yaşar. Şaman davuluna AT’a biner gibi oturur, kendinden geçerek çalar, bu suretle TANRI’ya ulaşır. ETRÜSKLER’in KANATLI AT sembölü elbette ki PELASKLAR’da da vardı ve GREK mitolojisine de yansımıştır. KANATLI AT’ı SELÇUKLULAR’da da görürüz. AT tamgası sonraları ATEŞ ve OT (od-ateş) kelimelerinin oluşmasını sağlamıştır. AT + US … AT-US… ATAS…ATAŞ…ATEŞ AT*AS … ATAS… ATAŞ…ATEŞ OG*AT… OT …. OD… (ODUN kelimesi de ATEŞ üreten, ateşte yakılan anlamına gelir) BAŞKA HALILARDA AT TAMGALARI : ÇEŞİTLİ UÇ TAMGALARI: UÇ kelimesinin “bey, han, lider, bayrak” anlamlarına geldiği belirtmiştik. ATEŞ KÜLTÜ’nden doğmuşlardır. Kişi OZ’laşarak, yani şekil değiştirerek (MÂNÂ’dan MADDE^ye geçerek) YERYÜZÜ’ne İner, sonra yine şekil değiştirerek (MADDE’den MÂNÂ’ya geçerek) GÖKYÜZÜ’ne AT’ılarak , TANRI’ya döner…. Bu sebeple UÇ TAMGALARI’nın çoğu AT tamgalarının çeşitlemeleri arasında bulunur. Bu sayfadaki ilk figür hem KANAT AÇMIŞ UÇAN KUŞ, burca dikilmiş BAYRAK sembolüdür. Beşinci figür hem KANAT AÇMIŞ UÇAN KUŞ’tur, hem de cümle içinde OK anlamına gelebilir. Resmin en sonundaki ÜÇ NOKTA ise, hem UÇ tamgasını gösterir, hem de kelimenin nasıl ÜÇ SAYISI’na dönüştüğünü açıklar. Yukarıdaki resimde ilk şekil, “KANAT AÇMIŞ KUŞ şeklindeki HAÇ’tır. Adamın başının içindeki ON NOKTA dikkatinizi çekmiştir. UW, OW ve OĞ TAMGALARI : UW , OW veya OĞ, “şeref, kutsal kişi, mensup olma” anlamlarına gelir. PROTO-TÜRKLER’in ilk tamgalarındandır. Daha sonra OĞ şeklinde seslendirilmiş, şekil ve anlam sayısı çoğalmıştır. Kaynağı TEK TANRI inancı ve BOĞA KÜLTÜ’dür. Yukarıdaki OĞ TAMGALARI resminde üstteki ilk iki şekil, VAN’da, BAŞET DAĞI’ndaki KIZLARIN MAĞARASI’nda DUVAR RESİMLERİ’dir!.. Havaya kalkmış kollar, hem BOĞA’nın BOYNUZLARI’nı, hem de TANRI beldesine yönelmeyi göstermektedir. Bu sayfadaki bilgiler KÂZIM MİRŞAN'ın kitaplarından, resimler de HALUK TARCAN'ın ÖN TÜRKLER kitabından alınmıştır... Biz sadece derleyip sunmaya çalıştık.

13 Haziran 2010 Pazar

MUSTAFA CELALEDDİN PAŞA (KONSTANTY BORZECKI)

Asıl adı Konstantyn Borzecki (Konstantın Bojentıski) olan Mustafa Celaleddin Paşa,
1848 Polonya İhtilaline karıştığı için, önce Fransa, sonra da Türkiyeye sığınmak zorunda kalmıştı.
Borzecki, İstanbula gelir gelmez Osmanlı ordusuna katıldı ve maiyetinde çalıştığı Ömer Lütfi Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Sonradan Müslüman oldu, Ömer Paşanın kızıyla evlendi.
Osmanlı İmparatorluğuna duyduğu ilgiyle, 1869da Türklerin tarihini yazdı. Les Turcs Anciens et Moderns (Eski ve Modern Türkler) adlı yapıtı önce Fransızca olarak, sonra da başka Avrupa dillerine çevrilip yayınlandı. Yapıtında Türklerin ulusal bilincini uyandırmaya çalışıyordu. Mustafa Paşanın ölümünden elli yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, onun fikirlerini önemseyerek daha da ileriye götürdü. Atatürkün, Mustafa Celaleddin Paşa için "Bu Polonyalı gerçek altından anıta layıktır" dediği biliniyor. İstanbul Harp Okulunda uzun yıllar boyunca harita hocalığı yapan Mustafa Celaleddin Paşa, savaşlara da katılmıştır. Katıldığı tüm savaşlarda üstün yararlıklar göstermiştir. Hayranlık uyandıran bu cesareti sayesinde genç yaşta paşalığa kadar yükselmiştir. Oğlu, Mirliva Enver Paşa da ünlü komutanlarındandı.
Mustafa Celaleddin Paşanın torunu, ünlü Türk şairi Nazım Hikmet ise Polonyayı ikinci vatanı bilmiştir.
Mustafa Celaleddin Paşa’nın görüşleri Namık Kemal ve Süleyman Paşa’dan başlayarak,Türkçülük akımının önemli isimlerini etkiledi. Yusuf Akçura, Mustafa Celaleddin Paşa’nın “Les Turcs Anciens et Modernes” adlı çalışmasını Osmanlı Türkleri arasındaki Türkçülük faaliyetlerin ilk yapıtları arasında görür.
Müşir Mehmet Ali Paşa’nın damadı Ferik Hasan Enver Paşa, babası Ferik Mustafa Celaleddin Paşa’yı şöyle tanıtır: “Devrin şeyhülislamı,Fransa’dan gelen göçmenlere Müslüman isimleri verirken, Konstanty’nin parlak,azimkar,keskin koyu mavi gözlerine ve benzinin uçukluğuna bakarak, ‘bu delikanlı, büyük adam veyahut dehşetli bir cani olacaktır’ der ve ona Mustafa Celaleddin ismini verir."
1826 yılında doğan Konstanty Borzecki, yoksullaşmış asil bir Polonyalı ailenin altı erkek çocuğunun ikincisidir. Henüz yirmisine ulaşmadan kendi dili dışında Latince, Fransızca, Almanca ve Rusça biliyordur. Lise tahsilinden sonra iki yıl güzel sanatlar okuluna gitmiştir, resim yapmaktadır, piyano çalmaktadır. Papazlık okulundan kaçarak Prusya işgali altındaki Wielkopolska’da başlayan ihtilale katılır. İhtilal bastırılır, tutuklanır. Kısa bir müddet sonra tutsaklıktan sonra yurdunu bırakarak Paris’e sığınır. Bu arada, Polonya ve Macaristan İhtilallerinde yenik düşenlerden önemli bir bölümü Türkiye’ye sığınmıştır. Rusya, Osmanlı’ya sığınan mültecilerin verilmesi için baskı yapar. Büyük Reşit Paşa, siyasal mültecileri iade etmeyi net bir biçimde reddeder. Gelişmeleri Paris’te izleyen Borzecki, 1849 yılında İstanbul’a gelir. Müslüman olup Osmanlı ordusuna katılır. Yüzbaşı rütbesi ile orduda görevlendirilir.