Sayfalar

21 Ekim 2009 Çarşamba

ÇAY ÜRETİMİ VE ÇAYIN KIYMETİNİ BİLELİM

çayın üretimi ve aşamaları

Siyah çay ; Camellia sinensıs (Lınneaus) O. Kuntze türünün farklı varyetelerinin yaş çay yaprağı (iki buçuk yaprak), tomurcuk ve bunlarla bitişik taze sap kısımlarının uygun yöntemlerle işlenmesiyle elde edilen üründür. Siyah çay kendisine has görünüş, renk ve kokuda olmalı, yabancı koku ihtiva etmemeli, İçersinde gözle görülebilen yabancı madde bulunmamalıdır. Yabancı maddeler, siyah çay dışındaki tüm maddeleri kapsar.

Üretim Aşamaları

soldurma
Guests cannot see links in the messages. Please register to forum by clicking here to see links.
Soldurma, taze çay yapraklarının ihtiva ettiği % 70-80 oranındaki suyun % 50-55’e düşürülmesi işlemi olup, siyah çay üretiminin zorunlu ve en önemli ilk aşamasıdır. Soldurma, soldurma teknelerinde yapılmaktadır. Soldurma teknelerindeki çayların solma süresi yaş çayın tazeliği ve ıslaklık durumuna, hava ve çalışma koşullarına göre değişir.
Soldurma sonucunda yaprakların hücre özsuları daha yoğun hale gelir ve kıvırma işlemi için uygun elastiki yapı temin edilir. Taze yapraklar soldurulmadan doğrudan doğruya kıvırmaya tabi tutulursa, hücre özsuyunun dışarı çıkması ve hücre parçalanması tam olmaz, yapraklarda kıvrılmadan ziyade kırılma meydana gelir, presleme esnasında kıvırmadan akan sularla çayın içerisinde bulunan etkin maddeler dışarı atılır. Solmuş yaprağın; sarkık, halsiz ve pörsümüş durumda olması, canlı ve parlak olmaması, sap kısımlarının kırılmadan eğilir ve bükülebilir durumda olması yaş çayın iyi solduğunun göstergesidir.

kıvırma

Kıvırma, solmuş çay yaprağının değişik çay imalat makinelerinde parçalanması, ezilmesi ve bükülmesiyle hücre öz suyunun kıvrılmış yaprak yüzeyine yayılması ve oksidasyonun başlaması işlemidir.

fermantasyon
Fermantasyon, kıvrılan yaş çay yaprağının hücre öz suyunda bulunan kimyasal bileşiklerinin oksidaz enziminin tesiri ile biyolojik değişikliğe uğrayarak siyah çayda istenen renk, burukluk, parlaklık, koku ve aromanın oluşması olayıdır. Çay imalatında ilk kalite kontrolü fermantasyon safhasında yapılır. Bu esnada çayın kıvrılma ve solma durumu hakkında bilgi edinilir.
Fermantasyon müddeti denilince; çayların fermantasyon kısmında geçirdiği süre akla gelmemelidir. Bu süre; kıvırmanın başlamasından oksidasyonun tamamlanmasına kadar geçen zamandır. Fermantasyon esnasında nispi rutubet yaklaşık %90-95 civarında tutulmalıdır. Sıcaklık hava şartlarına bağlı olarak 21-320C arasında olabilir. Çay da ideal bir oksidasyon 24-260C arasındadır. Çay liköründe parlaklık ve canlılık düşük sıcaklıkta yapılan oksidasyon da artar. Sıcaklığın yüksekliği nispetinde canlılık azalır, mat ve donuk bir renk oluşur.

kurutma
Kurutma, kıvrılmış ve fermente olmuş çay yaprağının fırınlanarak nem oranını %2-4 seviyelerine indirme işlemidir. Kurutmanın amacı: enzim oksidasyonunu durdurarak, kazanılan özelliklerin ve oluşan maddelerin yitirilmesine engel olacak ortamı oluşturmak, çayı depolanabilir, paketlenebilir ve taşınabilir duruma getirmektir.
Kurutmada giriş sıcaklığı 90-100°C, çıkış sıcaklığı 45-60°C arasında olur. Çıkış dereceleri farklı davlumbaz sistemlerine göre değişebilir.
Fırına giren havanın sıcaklık derecesi, debisi, palet üzerindeki yaprak kalınlığı ve çayların fırın içerisinde kalma müddeti, kurutma olayını etkiler.
Fırınlarda başlıca iki ayar vardır. Birincisi kalınlık (palet) ayarıdır ki; çayların ince ve kalın tabakalar halinde serilmesini sağlar. İkincisi ise devir (kayış-kasnak veya varyatör) ayarı olup, çayların fırın içinde kalma müddetini belirler.
Fırına verilen fermente olmuş çaylar; Marshall tipi fırınlarda 1'nci kayışta 32 dakikada, 2'nci kayışta 27 dakikada, 3'ncü kayışta 21 dakikada, 4'ncü kayışta 17 dakikada, 5'nci kayışta 12 dakikada fırından çıkar.

Tasnif ve Ambalajlama

Tasnif; fırından çıkan kuru çayların önceden belirlenen standart elek tellerinden geçirilmek suretiyle incelik, kalınlık ve kalitelerine göre ayrılma işlemidir.
Gerek fırın çıkışında gerekse tasnifin çeşitli aşamalarında kurutulmuş çaylar lif tutucularından geçirilerek lif ve çay çöplerinden ayrılırlar. Çaylar fırınlardan çıktıktan sonra ihtiva ettikleri %2-4 nispetindeki rutubet miktarı ile ancak iyi tasnif edilebilir. Bekletilen ve iyi muhafaza edilemeyen çayların rutubet miktarları arttığından ve elastikiyet kazandıklarından tasnifleri iyi yapılamaz ve kısa zamanda küflenerek sağlığa zararlı hale gelir.

Kuru Çay Nevilerinin Sınıflandırılması ve Özellikleri
Üretilen nevi çaylar genellikle imalat kırığı ve kırık (kırmadan geçen) çaylar olmak üzere 2 sınıfta toplanmaktadır.
Kurutmalardan çıkıp tasnife gelen ve her hangi bir kırma işlemine tabi tutulmadan elenen çaylara imalat kırığı çaylar denir.
Midilton eleği ile 8 ve 10 numaralı pakka eleklerinin üzerinde kalan çayların mekanik olarak kırılıp, tekrar elenmesi sonucu elde edilen çaylara kırıkçaylar (kırmadan geçen) denir. Ayrıca 30 numara tasnif eleğinin altında kalan 7 nevi çaya toz çay denir.

İmalat Kırığı Çaylar:

1. nevi (OF) Orange Fannings. Çok ince, altınbaşlı imalat kırığı çay.
2. nevi (BOP1) Broken Orange Pekoe. İnce, altınbaşlı ve kıvrım çay.
3. nevi (OP) Orange Pekoe. Az altınbaşlı kıvrım çay.
Kırık (Kırmadan Geçen) Çaylar :
4. nevi (F) Fanning. Çok ince kırık çay.
5. nevi (BOP2) Broken Orange Pekoe. İnce kıvrımlı kırık çay.
6. nevi (BP) Broken Pekoe. Kalın kıvrımlı kırık çay.
7. nevi (D) Dust. Toz çay.

Ambalajlama

Üretilen çaylar içte bez, dışta naylon olmak üzere ikili ambalaj şeklinde torbalanır. Ürün izlenebilinirliğini sağlamak üzere iki torba arasına üretim tarih,saat ve nevisini belirten tanımlayıcı bir etiket konur. 1.nevi 32 kg, 2.nevi 27 kg, 3.nevi 21 kg, 4.nevi 35 kg, 5.nevi 29 kg, 6.nevi 22 kg, 7.nevi 35 kg net olarak standart hale getirildikten sonra paketleme tesislerine gönderilmek üzere kuruçay ambarlarına alınır.

13 Ekim 2009 Salı

Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz

Tarih yeniden mi yazılacak?

Kadim Türkler tüm insanların ataları mı?

Onlar bin yaşına kadar yaşayarak, uzun yaşamın sırlarını öğrenmişler miydi?

Tüm dinler onların Tengri dininden mi türedi?

Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammet ve Buda Türk müydü?

"Işık doğudan gelir" ne anlama geliyor?

Türkler gelecekte insanoğlunun kurtuluşunda nasıl bir rol üstlenebilirler?


Amerika´da doğan ve daha sonra Meksika´ya yerleşen bir yazar, eşinin ani ölümünden sonra ruhunun hep yanında olduğuna ve destek verdiğine inanarak insanlığın ve dünyanın daha iyiye gitmesi için ne yapılması gerektiği konusunda araştırmalar yapmaya başlıyor. Özellikle, Hıristiyanlığın kökenlerini araştırarak işe başlıyor ve çok ilginç bir şekilde araştırmaları onu Türklerin ayak izlerine götürüyor. İlk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını ve ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden başladığını söylüyor. İnsanların güneşsel enerjiyle nasıl senkronize yaşaması gerektiğini anlatıyor. Şu an insanlığın içinde bulunduğu huzursuzluğun çözümünü ancak Orta Asya ve Türklerin getirebileceğini, daha iyi bir dünya için gerekli açılımları ancak onların yapabileceğini iddia ediyor ve şayet bu olmazsa dünyanın asla huzur bulamayacağını söylüyor. Ayrıca yazar Türklere bir gönderme yapıyor. Nasıl oluyor da doğuştan filozof ve şair olan, Türk kültürünü dünyaya yayan Erke Han´ı bilmiyorlar. Türk dünyası görkemli zaferlerini ona borçludur.


Eski uygarlıklarda kullanılan teknolojiye de değinen yazar, insanların onları kullanarak nasıl yüzlerce yıl uzun yaşabileceklerini yazıyor. Bu arada Türklerin Orta Asya ve Çin´de yaptıkları piramitleri anlatıyor. Gerçeğin Türklerden saklandığını yazıyor. İnsan bu kitabı okuduğu zaman bir Amerikalının nasıl olur da bilmediğimiz geçmişimiz hakkında bu kadar şey bildiğine hayret ediyor.


Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye'ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türk'sünüz' adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla 'Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu' tezini yeniden alevlendiriyor.

ABD‘li araştırmacıdan şok iddialar: “Amerika’yı İspanyollar değil, Türkler keşfetti!”
Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla ‘Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu’ tezini yeniden alevlendiriyor. Akşam Pazar’a konuşan Matlock, kitabında din, dil, tarih ve kültür odaklı pek çok kaynak aracılığıyla tezine çarpıcı kanıtlar da sunuyor.

Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammet ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin Tengri dininden mi türedi? Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine ‘evet’ cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock. Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir’ adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika’da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika’daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock’un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçlarını birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. 81 yaşındaki Matlock ile bir konferans vermek için geldiği İstanbul’da buluştuk ve çarpıcı iddiası üzerine konuştuk.

ALTAY DİLİ ÇUVAŞÇA

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Yapılan araştırmalara göre Çuvaşça’nın eski bir Altay dili olduğu ve Türkçe’ye çok yakın olduğu saptanmıştır. Karadeniz’in kuzeyinden batıya doğru göç eden tüm boyların dillerini Çuvaşça etkilemiştir. Özellikle Hunlar, Avarlar, diğer Macar boyları ve hatta günümüzde Alman dediğimiz Baltık boyları, Finliler ve Vikingler dahi bu dilin etkisinde kalmışlardır. Bulgarların eskiden konuştuğu dil de Çuvaşça’dır.

Günümüzde Rusya federasyonu içinde iç işlerinde bağımsız Çuvaşistan bulunmaktadır. Coğrafi bölge olarak Volga (Etil) deresinin doğu yakasıdır. Bugün konuşulan Çuvaşça, birçok Altayca sözcük içerdiği gibi Ön-Türkçe olarak adlandırdığımız Türkçe'yi de yansıtır. Eski sözcüklerin ne olduklarını anlamak bakımından Çuvaşça önemli bir kaynaktır.
Herhangi bir dilin özünü incelemek istersek atasözlerini incelememiz gerekir. Zira atasözleri çok eski dönemlerden bu yana değişmeden aktarılmış olduklarından hem şekil hem de öz bakımından saftırlar. Atasözlerinde modern alıntı sözcükler yoktur. Atasözleri dünyaya bakışı ve değer yargılarını yansıttıklarından o dili kullanan insanların felsefesini yansıtır. Çuvaşça Ata Sözlerine bir göz atmakta yarar vardır.
Altay Türk'ü bir kadın
Amişne pıh ta hırne ıl.
(Anasına bak da kızını al)
Altay Türkçe'sinde AMA /anne/ demekti.
Bugün dahi ANA sözü kullanılır.
Batı dillerindeki /mama/ sözü ama sözünden türemiştir. /Annesine/ demek istersek /amasına/ dememiz gerekir.

Amişne şekli de /anasına/ demektir.

İkinci sözcükte /bak/, pıh olmuştur.

Burada B => P dönüşümü olmuştur.
A sesi de /ı/ sesine dönüşmüştür.

Kız sözünün hır oluşu Türkçe’deki Z lerin Çuvaşça'da R haline dönüşmelerinden dolayıdır.

Türkçe'deki birçok sözcükte görülen Z sesi Çuvaşça'da R ye dönüşmüş olduğundan birine Z Türkçe'si, diğerine R Türkçe'si denir.

Ayrıca, K sesi de H olmuştur. İçerik olarak kavram aynıdır.
Bugün bile Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al, deriz.

Bir diğer örnek:
Atil hirne şitmesir, atta hıvsa şikles mar.
(Etil kıyısına gitmeden çizme çıkarılmaz)
Bugün dahi söylediğimiz dereyi görmeden paçaları sıvama, Atasözünden başkası değildir bu. Ancak çok önemli ipuçları içermektedir.
Atil, Etil deresi olup bugünkü Volgadır. Yani Çuvaşların öz yurdunun deresidir.
Bir Hun olan Atilla’nın adı /Etilli/ demek olup, Hunların Çuvaş Türkü oldukları anlaşılmaktadır.
Çuvaşça'da HIR kız olduğu gibi HİR de kıyı olmaktadır.
Acaba bu iki sözcük arasında içerik olarak bir ilişki var mıdır? Düşünmeye değer.
/Atta hıvsa/nın (çizme) oluşu dikkate değer bir yaklaşımdır.
Burada ‘çizme’ ile /atı kavra/ kavra = hıvsa olabilir gibime geliyor.
Şikles-mar sözü açıkça /çıkarılmaz/ ile ilişkilidir.
Son harfteki Z ile R dönüşümünden yukarda söz ettim.
Çuvaş dilinde hem S hem de Ç için Ş sesinin tercih edildiği görülüyor.
İşte size dilimizde olmayan çok önemli bir Atasözü.
Vatti şuk, latti şuk.
(Yaşlı yok, düzen yok)
Eski Türk kültüründe yaşlılara ne derece önem verildiğinin göstergesidir bu.
Vatti, sözünün /yaşlı, bilge/ demek olduğu kanısındayım. Vatti ile latti sözlerindeki ses uyumu, Türklerin ses uyumuna ve şiire olan eğilimlerini göstermektedir.

Bizim /Sona kalan dona kalır/ atasözümüzde bu türden bir tekrar simetrisi bulunur.

Çuvaş dilinde aynen bu anlamda bir Atasözü bulunmaktadır.
Varana kaysan varanalat
(Sona kalırsan yaralanırsın)
/Varana kaysan/ birlikte incelenmeleri gereken iki sözcüktür.
Kaysan, aslında /kalırsan/ şeklidir.

Varana kalsan = Varmaya (ulaşmaya) geri kalırsan = varamazsan sona kalırsan, şekilleri birbirlerine eşdeğerdirler.

Macarca’da VAR /kale/ demektir.

Güvenli yer, surlarla çevrili kale, aynı zamanda varılan yer olduğundan Varmak = barmak = Barınak ile kale eşdeğer tutulmuştur.

Almanca’da ware (eşya, nesne, maddi olarak var olan) demektir.

İngilizce'de stoneware (taş eşya), earthware (toprak eşya) ve hardware (alet edevat) demek olup hepsinde Türkçe kökenli /var olan/ kavramı bulunur.

Almanca’da /war/ fiili (eylem sözcüğü) /var olmak, canlıların varlığı/ demektir.

Keza İngilizce’de was ve were (to be, olmak fiilinin geçmiş zamanı) sözcükleri de /varlık/ kavramından türerler.

BUĞU VE BUHAR SÖZCÜKLERİ

Doç. Dr. Haluk BERKMEN
Bir önceki Ön-Türk Harflerinin Kökeni adlı 28 sayılı yazımda Vikinglerin orta Asya kökenli bir halk olduğu ve yazılarının Orhon yazı tarzına çok benzediğinden söz ettim. Şimdi onların Karadeniz kıyısındaki SAKA = AS ve OK boyları ile yakın akraba olduklarını kanıtlayacağım. Aşağıdaki şekilde Kırımda bulunmuş yazılı bir taş kabartma görülüyor
(Kaynak: Doğu Avrupa'daki Göktürk (Runik) İşaretli Yazılar, Yazan İsmail Doğan, Ankara 2002, sayfa 46).
Üstteki damga açıkça Tengri damgası olup aynı zamanda Odin haçı olarak da bilinir.
(Bkz. Gök Tengri-Odin aldı 11 sayılı yazım ve resim)
Kırım'da bulunmuş kabartmalı taş

Resmin sağında yazıyı Orhon ve Viking harfleri yardımıyla okuyorum. Sağdan sola doğru K2 (ince sesli bir K hecesi), İkinci harf Viking R harfi olup aynısını Orhon abecesinde bulamıyoruz. Ama Ön-Türk damgası olduğunu gösterdim. (Bkz. 15 sayılı yazım ve resimdeki kadim Anadolu kültürü olan Ön-Türk kökenli Etrüsk-Likya yazısındaki R harfi)

Üçüncü harf hem Ö hem de Ü olarak okunabilir. Son harf ise M harfi olup yukarıdaki resimdeki şeklin aynısıdır. Harfleri sağdan sola doğru yazarken bazen harflerin yansımış simetrik görüntüleri da kullanılırdı. Zaten en sağ harfin altındaki küçük işaret okunuşun başlama noktasını belirtiyor. Böylece ortaya çıkan söz KÖRÜM => KIRIM olup asıl kökü OK-OR-UM, yani OK halkına ait geniş bölge demek oluyor. Çünkü OR kök sözcüğünü Orta, Ordu gibi sözlerde buluyoruz ve anlamı da /geniş, büyük/ kavramlarını içerir. Ayrıca Karadeniz'in kuzeyindeki Ukrayna ülke adı OK-OR-ÖYÜ => UKRANYA şeklinde değişime uğramıştır. Yukarıdaki anlamı tekrar buluyoruz. Zira OK-OR-ÖYÜ /OK halkının büyük bölgesi/ demektir.
Tüm bu görüntülü belgeler ve yazı benzerliği Vikinglerin Asya kökenli bir halk olduğu ve dillerinin de Ön-Türkçeden dönüşmüş olduğu görüşünü kanıtlar durumdadır. Ön-Türk kültüründe yükselme ve yücelme kavramları çeşitli şekillerde ifade bulmuştur. Bir önceki yazımda sözünü ettiğim UB / BU damgasına geri dönmek istiyorum.

Bu kök sözcüğünden BUĞU ve BUHAR sözleri türemiştir. Her iki sözcük kaynayan sudan yükselen dumanla ilgilidir. Güneşi kutsal sayan Ön-Türk kültürü güneşe doğru yükselmeye özel önem vermiş, onu başarabilen hayvanları kutsal saymıştır. Boynuzlu hayvanları kutsal saymaları sadece maddi güç ve yeteneklerinden dolayı değil, boynuzun kendi başına bir yükseliş simgesi olmasından dolayıdır. Buğu ve buhar sözcüklerindeki BU kök sözcüğü bu yükseliş ile ilişkilidir. Tüm yöneticilerde görülen boynuzlu başlıklar, veya altın elbiseli adamdaki sivri külah aynı imgenin simgeleridirler. Altın elbiseli adamdan Issık Kurganı ve Kutsal Hayvanlar adlı 26 sayılı yazımda söz ettim. Kurganda gümüşten bir kâse ve bu kâseye kazınmış 26 işaretten oluşan bir yazı bulunmuştur.
Gümüş Kasedeki Yazı
Resimde görülen yazının okunuşu hakkında halen bile bir fikir birliği oluşmuş değildir. Batılı dilciler bu yazının Yunanca (veya o türden bir dil) olmasını isterler, çünkü onların inancına göre Sakalar Hind-Avrupa halkı olup konuştukları dil de Hind-Avrupa dili olmalıdır. Sonradan Yunan tarihçisi Herodot bu gurubu Skuz olarak adlandırmıştı. Harflerin sessiz olmalarından dolayı SKZ harfleri aslında AS-OK-UZ kök sözcüklerinin birleşimi olup SKUZ olarak okunmuştur. Gümüş kap üzerindeki yazıyı yukarıdaki resimde görüyoruz.
Bu yazıyı Kazım Mirşan şöyle okumuştur:

Ögün an onuyu öcü ok, ub-oz uç esitiz oz-ötü onuy oy ekiç ekil alız at
Anlamı da şudur: Asaletini (yüksekliğini) andığım (kişi) boynuzlaşmış bir OK’tur.
Uçarak yükselen onu (ruhunu) öteki dünyaya içeri alınız (kabul ediniz) atalar.
Burada ÖG (yüksek), Ögün (yükseklik, asalet) olmaktadır. Bugün dahi kullanmakta olduğumuz /öğünmek/ sözü /kendini yükseltmek, methetmek/ anlamını taşır.
UB-OZ ise /boynuz/ sözünün eski şeklidir. Yukarıda sözünü ettiğim UB / BU damgasının diğer okunuşu kullanılırsa BU-OZ = Boynuz olur.
Fakat diğer bir anlamı da /Buhar olup göğe doğru yükselerek özleşen/ demektir.
ÖCÜ-OK = Güçlü OK demektir. Bugün bile ÖCÜ sözü korkulması gereken güçlü bir varlığı akla getiriyor.
UÇ-ESİTİZ (Uçan, uçarak) yükselen şeklinde yorumlanıyor. Benim görüşüm bu sözcüğün farklı bir anlam içerdiğidir.
UÇ kök sözcüğü aynı zamanda /lider, yönetici/ demek olduğuna göre
UÇ-ESİTİZ = Lider yapınız demektir.
Çünkü ESİTİZ = EDİNİZ şekline dönüşmüştür.
OZ-ÖTÜ (yüksek ruhların ülkesi, öteki dünya) dır. Ozlaşmak, aynı zamanda Özleşmek demektir. Yani öze dönüp Gök tengri ile birleşmek anlamını içerir.
EKİÇ-EKİL ise (EKlemek ve İÇeri alarak İLetmek) kavramlarını ifade eder.
ALIZ bugün dahi kullandığımız /alınız/ sözüdür.
Sondaki AT ise kanımca Atalar demektir.
Yani yazıt atalara hitaben yazılmıştır.
Bence bu okunuş oldukça akla yakın gelmektedir ve Ön-Türkçe hakkında iyi bir fikir vermektedir.
Şu halde ufak bir değişiklikle benim yorumum şöyle olmaktadır:
Güçlü bir OK yöneticisi olan bu kişi buharlaşarak özüne doğru yükselmektedir.
Onu içeri alarak yönetici (lider) yapınız atalar.

TUR VE OK BOYLARININ ADLARI

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Tüm Akdeniz'e çepeçevre yerleşmiş olan Tur ve OK boyları adlarını türlü şekillerde bizlere miras bırakmışlardır. Ama, ne yazık ki bu adları doğru çözümleyip gerçek tarihi ortaya koyacak ne araştırıcı dilcimiz, ne tarihçimiz, ne de kazı bilimcimiz (arkeologumuz) vardır. Örneklere devam edeyim:

OCEANOS: Günümüz Türkçe'sinde dahi Okyanus olarak bilinen bu söz OK-YANI sözlerinin bitişmesinden türemiştir. Atlantik okyanusuna kadar yerleşmiş olan OK boyları büyük su birikintisine /Okyanı/ demişler, zamanla Yunanca bu söz OK-YAN-OS olmuştur. Zira Yunanca /ı/ (noktasız i) bulunmadığından belirleme takısı –OS şekline dönüşmüştür.

OCCİDENT: Latince ve ondan türeyen dillerde /batı/ anlamına gelen bu sözcük /batan OK/ demektir. Batan güneşin batıdan battığına da işarettir. Fakat asıl anlamı batan, veya yok edilen OK kültürüne atıf bir sözcüktür. (Bkz. Issık Kurganı ve Kutsal Hayvanlar adlı 26 sayılı yazım)

MİNOS: Kadim Minos uygarlığının adı olan MİN-OS sözü MEN–OSK , yani /Ben-OK/ sözünden oluşuyor.
(Bkz. Sümer Dili adlı 16 sayılı yazım)
Bu sözün daha da eski şekli MU kök sözcüğüdür. Kayıp MU medeniyetinin en önemli kolu Girit adasındaki Minos kültürüdür.

CRETA: Bugün Girit olarak bilinen adanın asıl adı CRT sessiz harfleriyle yazılan ve KRT olarak okunan kök sözcük idi. Bu adın anlam OKART = Oklaştır demekti. Zira –ART takısı /oluştur/ anlamını taşır. Örnekler: Yoğurt, Kanırt, Oturt...vs. Miken medeniyeti ise KRT kök sözcüğünü KReTa => Creta olarak okumuşlardır.

KNOSSOS: Giritteki Minos kültürünün başşehri Knossos idi. Bu sözün aslı OK-ON => KNOS bu sözden de belirtgeç takısı alarak KNOSSOS olmuştur. OK-ON ise /Evrensel OK/ demektir. Ön-Türkçe ON kök sözcüğü evren demek olduğunu söylemiştim. (Bkz.Akhenaton-Khan-Aton adlı 18 sayılı yazım)

UGARİT: Doğu Akdeniz kıyılarında, bugünkü Filistin bölgesinde, kadim Finike kültürünün başşehri idi. Bugün ancak kalıntıları bulunmaktadır. Ancak bu şehirde önemli bir yazı türü bulunmuş ve bu yazının Finike abecesinin atası olduğu saptanmıştır. Bu isim KRT sessiz harfleriyle yazılıyordu ve aslı OKART idi. Yani, aynen Girit adında olduğu gibi K => G dönüşümü olmuş ve OKART => UGART => UGARİT olmuştur.

TUAREG: Bu kavim adı kuzey Afrikanın yerli halkı diye bilinir. Oysa ki onlar da Asya kökenli olup oraya göç etmişlerdir. Bu isim aslında TUR-ve-OK => TUREOK => TUAREG şeklinde dönüşmüştür. Bu halkın bir de kendine has abecesi vardır. Yazının Orhon abecesine büyük benzerlikler gösterdiği kesindir. Tuareg dili ile Bask dili arasında büyük benzerlikler bulunmuştur.

ETRÜSK: Bu söz hakkında daha önce bilgi verdim ve TUR-ve-OK olduğunu söyledim.
(Bkz. Maya Dili-Ön Türkçe-Japonca adlı 5 sayılı yazım)
Ancak OSK diye bilinen OK kültürünün de kendine has bir abecesi vardı.










OSK yazısından bir örnek
Bu yazının bir örneğini resimde görüyoruz.
Yazıda göze çarpan özellik sözcüklerin iki nokta üst-üste ile ayrılmaları. Bu özellik Orhon abecesinde de bulunmaktadır.

Daha ilginç yanı OSK heykeli veya daha doğru ifadesi ile, OSK kabartması elinde bir tolu (su kabı) tutan insan görüntüsüdür.












Resimde bu kabartma görülüyor.

OSK kabartması Tolu geleneğinin Ön-Türk geleneği olduğundan söz ettim ve birçok örnek resim gösterdim. Yandaki resimde Akhenaton-Khan-Aton adlı 18 sayılı yazımda incelenmişti.

BARSELONA: İspanyanın Akdeniz kıyısındaki bu şehrin adı BARSIN-ONA sözlerinin bitişmesi sonucu ortaya çıkmıştır. SIN takısı Ön-Türkçe olup SEL haline dönüşmüştür. Barsın = Varsın (oluşsun) anlamını taşır. Barmak = Varmak (ulaşmak) olduğu gibi. ON ise /evren/ demek olduğundan Barsın-Ona = Barselona adı /Evrenin ucuna ulaşsın/ demek olup kendi göçlerine kinayedir.

CATALUNYA: Barselona şehrinin başşehir olduğu bölgenin adıdır. Bunun da aslı OK-ATA-ON-ÖYÜ olup, konuşulan dil İspanyolcadan farklı Katalan = OK-ATA-ON dilidir. Yani evrensel OK ataların dili olmaktadır. ÖYÜ sözünün -YA takısına dönüştüğünü gördük.Şu halde Catalunya /OK ataların bölgesi/ demek olmaktadır.

TARASCON: Fransanın güneyindeki bu küçük kasaba 2,000 yıllık bir tarihe sahiptir. Nakledilen inanca göre bu kasabada yaşayan TARASK adlı bir korkunç canavar !!! varmış. Buraya gelen bir rahibe bu canavarı uysallaştırmış. Öyle anlaşılıyor ki Tarasak adlı canavar TUR-OSK dan başkası değil ve kasaba ona ait olduğundan adı da TUR-OSK-UN = TARASCON olmuş.
Günümüz Türkçe'sinde halen yüksekte olan, fazla olan, arttıran, güçlü olan anlamlarını içeren OK kök sözcüğü ile ilişkili birçok sözcük yaşamaya devam etmektedirler.
Bunlara birkaç örnek sunayım:
OĞLAN <= Oklan (yüksel ve boy at, büyü), ÖĞLEN <= Yüksel (Güneşin en yüksek olduğu zaman), OĞUZ <= OK-uz (Biz, yüksekte duranlar), ÖĞMEK => Övmek (yüceltmek, yükseltmek), ÖĞE (yaşlı, büyük kişi), ÖĞÜT = Nasihat (büyük söz söylemek, vaaz vermek), ÖĞÜT = buğday (buğdayı ezerek çoğalt, arttır), ÖK (orta yaşı bulmuş, büyümüş at), ÖKİL (çok, fazla), ÖKSE (yığmak, biriktirmek), ÖKSÜZ (büyük kimsesi, annesi olmayan), ÖKÜL (yığılmak, toplanmak, artmak), ÖKÜN (para ve mal yığını).

TUR VE OK DİLLERİ

Doç. Dr. Haluk BERKMEN
Tur ve OK boylarının Akdeniz kıyılarına yerleştiklerini söyledim. Fransa’nın güney bölgesine Langue D’Oc adı verilir. Bunun anlamı /OK dili/ olup o bölgede konuşulan dilin farklı olduğuna işarettir. Zaten Fransızca sözü dahi /Lingua Franca/ sözünden türer ki Latince “Ortak Dil” demektir. Demek ki, Fransa birleşip tek bir ülke olunca ortak bir anlaşma dili gerektiğinden Latin kökenli Fransızca kabul edilmiştir. Fransa’nın güneyinde birçok mahalli dil konuşulurdu. Bunlar OK dili, Provensal, Overnya, Gaskon, Limuzin ve Alp dilleridir.
Güney Fransa OK’ları
OGH veya OKH sözü /biz/ (yüksek olan yönetici ben) demek olduğundan bu sözün değişimlerine değinmek isterim. Türk boyları zamanla bu sözü OĞ şeklinde telaffuz etmişler ve oradan OĞUZ adı gelişmiştir. OGH-UZsözünün anlamı /biz yönetici olanlarız/ demektir. Diğer dönüşümü de EĞO şeklindedir. Eğo sözünü bugün Ego olarak kullanıyoruz. OĞ sözünün yunanca'ya geçmiş halidir EĞO. Macarlar da “ben” için EGİM derler. Ayrıca, OĞ sözünden üçüncü şahıs için kullanılan O ortaya çıkmıştır. Bu işaret de aslında Tengri damgasındaki daireden türer ve /yüksek benlik/ anlamını içerir. Ayrıca O sesinin ortaya çıkışında dudakların yuvarlak bir şekil alışı da etkin olmuştur. OĞLAN sözü de “yüksek benliğe ulaş” demek olmaktadır. Savaşçı ve yönetici kişinin taşıdığı silah olan ok da aynı kök sözcükten türer. Ural Dillerinde "tek" anlamını veren sözcüğün OK’tan türediği anlaşılıyor. OK güneşin yer yüzündeki temsilcisi olduğundan birliğin de simgesi olmaktadır. Ural dilerinde ise BİR veya TEK kavramı ile OK kök sözünün ilişkilerini gösteren örnekler:
Fince 1: Üksi (OĞ’uz => Oksi => Üksi); Estonya dilinde 1 : Üks; Macarca 1: Egi (OĞ => OG =>EG => EEGİ)
Diğer Ön-Türkçeden türeyen dillerde: Keşmirce 1 : Akh (Okh => Akh), Gucarati 1 : Ek,
Hindu 1 : Ek, Bengali 1 : Aek (Okh =>Akh => Aek), Dravidian 1 : Okko ve Okur, Farsça 1 : Yek, Ermenice 1 : Yergu., örnekleri vardır.
Anadolu’ya yerleşmiş olan Ön-Türk OK boyları bugünkü Göreme bölgesindeki peri bacalarını oymuşlardır. Anadolu’nun merkezindeki Kapadokya adının ne anlama geldiği tam olarak bilinmemektedir. Pek çok fikir üretilmiştir bu konuda. Benim görüşüm KAPADOKYA şu şekilde ayrılabilir. KAPA-D-OKYA. Son sözcük OKYA, OK’ların ülkesi OK-ÖYÜ olup aynen Türkiya gibidir. KAPA sözü ise “küçük kapalı barınak, küçük kapalı yer” anlamındadır ki bu sözcüğü halen kullanıyoruz. Ortadaki D ‘ait’ anlamında olup Türkçe ‘-dır’ takısının yer değiştirmiş şeklidir. Yani peri bacalarının (kayalara oyulmuş küçük barınakların) bulunduğu Kapadokya bölgesi “OK’lara ait kapalı barınakların bulunduğu bölge ” anlamındadır. Demek oluyor ki ilk Hıristiyanlar bu bölgeye gelmeden çok önce OK’lar bu kaya evleri oyup yerleşmişlerdi. OK’ların simgesi olan ve Tengri damgasında bulunan daire içindeki eşit kollu haç (+) orada Hıristiyanlar gelmeden önce bile bulunuyordu, duvarlara kazılmıştı. Hıristiyan dininin simgesi olan haçın aslında bir ön-Türk simgesi ile ilişkili olduğu anlaşılıyor.
Göreme Peri Bacası
Eğer Göreme ve civar bölgeye gittiyseniz o kadar çok oyulmuş kaya evi görürsünüz ki bunların Romalılardan kaçıp sığınmış birkaç Hıristiyan tarafından oyulmuş olamayacaklarını hemen anlarsınız. Hatta o bölgede yer altında 8 katlı yaklaşık 4000 odalı koca bir yer altı şehri bulunmaktadır. Bu odalara 15,000 kişinin sığabileceğinden söz edilmektedir.
Fransa OK halkının sitesinden
Kanıt olarak yukarıdaki resimde Fransa Oklarının gelişimi ve simgeleri olan eşit kollu haçı görebilirsiniz. Demek ki Ön-Türk boyları çok eski dönemlerde Anadolu’ya gelip yerleşmişler, şehirler kurmuşlardır. Tur ve Ok boyları akraba olup aynı dili konuştuklarından ortak merkezler de oluşturmuşlardır.TRAKYA bölgesi de bunlardan biridir. Çünkü: Trakya sözü TUR-OK-ÖYÜ (Tur ve Ok’ların bölgesi) demektir. ÖYÜ sözü Yunan diline –YA takısı olarak geçmiştir. Böylece ülke adları Alman-ya, İtal-ya, Polon-ya yerleşmiştir. Keza TROİA sözü de TUR-ÖYÜ sözünden türer ve Truva halkının Ön-Türk halkı olduğu anlaşılır. İtalya’nın doğusundaki TYREN denizi de TUR-an (Tur halkına ait olan) demektir. İtalya’da Toskana bölgesi de keza TUR-OSK halkalarına ait bir bölge idi. Trakya’daki TIRNOVA şehri de TUR’ların ovası anlamını taşır. Asya kıtasında ise TURAN bölgesi vardır ki bu da dediklerime kanıt olarak görülebilir. Nihayet, Türk adı da TUR-OK sözlerinden türemiş olup, zamanla Türük, Török, Türk şekillerine dönüşmüştür.

11 Ekim 2009 Pazar

KAYA RESİMLERİ

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Bu ay satışa çıkmış olan ATLAS dergisinde Servet Somuncuoğlu’nun Sibirya’nın Bilinçaltı başlıklı yazısı şöyle başlıyor: (Atlas dergisi , sayı 178, sayfa 95)

“Evrenle, kendileri ve çevreleriyle ilişkilerini betimleyip taşlara kazıdılar.”

Asya’nın yüksek kayalık bölgelerinden dünyanın dört bir yanına yayılarak uzanan ortak bir kültürün izleridir bu kaya resimleri. Yazı öncesi simgesel bir iletişim şekli, “biz buraya geldik ve buraları kendimize yurt edindik” mesajını veren soyut bir seslenişin izleridir o damgalar. Dağ keçisi gibi çevik ve hızlı, geyik gibi güzel ve alımlı, at gibi güçlü ve dost olduklarını daha başka nasıl anlatabilirlerdi ki, bu insanlar? Amaçları yok etmek, parçalamak ve işgal etmek olsaydı kendilerine etobur hayvanları simge olarak seçebilirlerdi. Ama, her gittikleri bölgelerde otobur hayvanları seçmiş ve onları kutsallaştırmış olduklarını görüyoruz. (Bkz. 25 sayılı Ön-Türklerin Kutsal Hayvanları ve 26 sayılı Issık Kurganı ve Kutsal Hayvanlar başlıklı yazılarım)

Üstteki resimde solda Pueblo kızılderili yerleşim bölgesi olan Chaco Canyon kayaüstü resimleri görülüyor. (Kaynak: Geister, Götter und Symbole, Felix R. Paturi, Frederking & Thaler yayınevi, sayfa 121) Ortadaki kayaüstü resmi Asya Altay bölgesindeki Katun nehri kıyısındaki Kalbaktaş bölgesindendir. (Kaynak: Atlas dergisi, Ocak 2008, sayfa 104) Sağdaki kayaüstü resmi ise 2850 metre denizden yüksekliği olan Kâhn-ı Melikân bölgesinde bulunmuştur. (Kaynak: Anadolu’da Kayaüstü resimleri. Ersin Alok, 1988, İstanbul, sayfa 40)

Pueblo kızılderili kayaüstü resminde ayrıca bir güneşle bütünleşmiş olan insan figürü Orta Asya kökenli güneş kültüne olan ilişkiyi açıkça ifade ediyor. Alttaki resimlerden Kırgızistan’daki Saymalıtaş platosunda kaya üstüne kazınmış olan “güneş tengri” betimlemesi ile sağdaki kuzey İtalya’nın Valcomanica bölgesinde bulunan kayaüstü resmi arasındaki çarpıcı benzerlik basit bir tesadüf olabilir mi? (soldaki resmin kaynağı: Atlas dergisi, Ocak 2008, sayfa 109 ve sağdaki resmin kaynağı Geister, Götter und Symbole, sayfa 107)

AND-İÇME KADEHLERİ



Doç. Dr. Haluk BERKMEN

http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/kadim/k68.htm

İslamiyetten önce tüm Türk toplumlarında and-içme törenleri önemli yer tutardı. Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları adlı eserinde (Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayını, İstanbul 2001) şu ifadeleri kullanmaktadır (sayfa 292):

"Yüeçi kralının başı altınlatılıp and kadehi yapıldı. Büyük devlet akit ve andları bu kadehle yapıldı. Göktürk devleti kendisini eski Juan-Juan devletinin mirasçısı olarak gördü. M.Ö.43 yılında Hunlar ile Çin elçileri arasında andlaşmalar “and kadehi” ile yapıldı."

Bu sözlerden anlaşılacağı üzere tüm önemli olaylarda (tahta çıkma veya diğer bir devlet ile yapılan anlaşmalarda) and içilmektedir. Burada dikkat çeken söz and içildiği asla and-söylenmediğidir. Ayrıca bugün kullanmakta olduğumuz “anlaşma” sözünün aslı andlaşmaolduğu görülüyor. Yani, karşılıklı oturup anlaşma imzalanmıyordu, kadeh kaldırılıp and-içiliyordu. And içilen kadehin adı da toluidi. (Bkz. 18 sayılı Akhenaton-Khan-Aton başlıklı yazım)

Aynı eserin 295 sayfasında ise şu sözler vardır:

“Cengiz hanın küçük oğlu tahta çıkmadan önce, kendi yerine, Toluy’un han olmasını istemişti. Tahta çıkarken kadehi Toluy’un elinden aldı. Orada bulunanların hepsi 9 defa diz çöktüler.”

Moğollarda and kadehi olantolu öylesine önemseniyordu ki Cengiz Han oğullarından birine Toluy adını verdi. B. Ögel, Özbek sarayındaki Kımız (at sütü) içme töresini şu şekilde aktarmaktadır (sayfa 297):

“Padişah, kımız adı ile ünlü olan temiz içkiyi biraz içer ve devletin en ileri gelenine ikram eder. O da kadehin tümünü içer. İçki içme, böylece töre üzere sürer gider. Beyler ile komutanlar tamam olduktan sonra askerlere sıra gelir.”

Yazının henüz pek az kullanıldığı dönemlerde verilen sözün büyük önemi vardı. Bu bakımdan and-içme törenlerinde kullanılan kadeh (tolu) özel olarak yapılır ve Türk toplumlarının çeşitli kutsal hayvanları bu kadehte şekillenirdi. Alttaki resimlerde çeşitli Türk toplumlarının, günümüzde müzelere konmuş olan, and tolularını görüyoruz. Bu kadehlerin boynuz gibi eğri olduklarına dikkatinizi çekerim. Her birinde İslâmiyetten önceki Türk toplumlarında kutsal sayılmış olan geyik, at, vaşak, dağ keçisi ve aslan gibi hayvanlar tolu ile estetik bir şekilde bütünleşmişlerdir. Bu kadehlerin yapımında önceleri içi boş dağ keçisi boynuzu kullanılırken, zamanla altın veya gümüş, bazen de bakır madenleri kullanılmıştır.

Bu tolu kadehlere Yunanca Rhytos ve İngilizce Rhyton (okunuşu rayton) denmektedir. Fakat İngilizce rayt olarak okunan ve “Rite” olarak yazılan sözcük ise töredemektir. Şu halde sözcüğün Rayt-On şeklinde söylenişine bakarsak and içmek için kullanılan tolu kadehinin anlamı “Evrensel Töreolmaktadır. Bu bağlamda Fransızca “rituel” ve İngilizce “ritual” sözcükleri “töreye bağlı ayin” anlamlarını içerirler. Tüm Asya ve Avrupa’daki kadim kültürlerin and-içme törenlerinde kadim Türk kültürüne ait kutsal hayvanları içeren tolu kadehlerini yüzyıllar, hatta binyıllar boyunca kullanmış olmaları basit bir tesadüf olamaz.


6 Eylül 2009 Pazar

Türk Bilimadamının çölü yeşerten buluşu


Çöl laserle yeşerdi

Lazer ve Fizik Alanında Araştırmalar yapan Fizik Mühendisi Şükran Can, özel olarak tasarladığı ve moleküler yapıyı bağlayan bir laser sistemi ile çöl toprağında sadece çeşme suyu kullanarak buğday yetiştirmeyi başardı Bu yeni teknoloji ile çöl topraklarında başta buğday olmak üzere tahıllar kolaylıkla yetiştirilebilecek Popüler Bilim Dergisi, bu ayki sayısında 12 yaşından beri lazerle ilgili çalışmalar yapan Fizik Mühendisi Şükran Can'ın, özel olarak tasarladığı laser ışınıyla verimsiz çöl toprağını yeşerttiği müthiş buluşuna yer verdi. Çöldeki en büyük sorunun; gece ve gündüz arasındaki büyük ısı farkı ile toprağın içindeki yoğun tuz ve kireç miktarı olduğunu söyleyen Can, Bu topraklarda yüksek oranda birçok element var. Yani bir ölçüde yeterli olmasa da ürün yetişebilecek düzeye yakın bir yapı mevcut. Fakat toprağın iç yapısının gece -20 gündüz ise +40 dereceleri görmesi bitkilerin köklerinin ve tohumlarının yanmasına neden oluyor dedi. 20 günde yeşerdi ısıya karşı direnci düşük olan topraktaki değerlerin çöktüğünü ve bunun da toprağın moleküler yapısınının kopmasına neden olduğunu anlatan Can şöyle devam etti: "Moleküler yapının bozulması ve kopması toprak yapısının oksijen kaybına bu da toprağın nem oranının düşmesine ve kurumasına sebep oluyor. Özel olarak tasarladığımız ve moleküler yapıyı bağlayan bir LASER sistemi ile Abu Dhabi'den getirttiğimiz çöl toprağında çeşme suyu kullanarak buğday yetiştirdik. Türkiyeden ise çöle en yakın toprak olarak Konya-Karapınar kumu kullandık. Bu kumda da 20 gün içinde çeşme suyu kullanarak buğday yetiştirmeyi başardık. Laser ışınları ve destek sistemleri toprağın moleküler yapısının dengeye girmesine sebep olmakta, ısı farklarını tamamen ortadan kaldırmaktadır. Dünyanın tahıl deposu olacak Toprağın nem tutması, moleküler yapıda fiziksel ve kimyasal dengelerin sağlanması sayesinde mevcut çöller tarıma açılabilecek ve buralar dünyanın tahıl deposu olmaya başlayabilecekler."

Çöl toprağındaki en önemli sorunun moleküler bağların kopması ile yoğun kireç ve tuz olduğunu dile getiren Fizik Mühendisi Şükran Can, "LASER teknolojisi tuz ve kireç molekülerinin toprak yapısından tamamen ayrılması mümkün. Tuz ve kireç yapısı topraktan tamamen ayrılacağı için toprağın verimliliği moleküler yapının dengelenmesinden sonra çok üst düzeye çıkmakta. Sistem ile mevcut çöller tarıma açılabilecek ve dünyanın tahıl deposu olmaya başlayabilecek" diye konuştu.

23 Haziran 2009 Salı

HARİKA ŞEHİR İSTANBUL

İsmet Çabuk'un İstanbul Büyük Şehir Belediyesi adına yaptığı "HARİKA ŞEHİR İSTANBUL" çalışmasının kapağı ve iç tasarımlarından görünümler.



Çocukların Haçlı Seferi

ÇOCUKLARIN HAÇLI SEFERİ
Avrupalıların üstünü örtmeye çalıştığı,çok bahsedilmeyen bir olay...
1212'de Fransa ve Almanya'dan binlerce çocuk, 'Kutsal Toprak' Kudüs'e gitmek üzere, Marsilya, Cenova ve Brindisi limanlarından yola çıkmak ister.
Haçlı Seferleri hareketini papalığın tarihi bir misyonu olarak gören Papa III. Innocentius (1198-1216) zamanında Avrupa'da Haçlı ruhu hep canlı tutulmuştu.
Bu dönemde, Kudüs'ü Müslümanlardan geri almak için düzenlenmiş olan Dördüncü Haçlı Seferi (1203-1204) amacından uzaklaşarak, Bizans'ı hedef alınca, Filistin'deki Haçlılar'a yardım götürülememişti. Bu yüzden de Papa Innocentius, Doğu'ya yeni bir sefer daha yapılabilmesi için ısrarla faaliyetlerine devam etmiş ve vaizler Avrupa'nın her tarafını dolaşarak halkı yeni bir Haçlı seferine katılmaya davet etmişlerdi.
İşte çocuklar da Avrupa'da yıllardan beri durmadan devam eden bu çağrıların etkisinde kalıp 'kutsal toprakları kurtarmak' iddiasıyla harekete geçince, 1212 yılı 'Çocukların Haçlı Seferi' adıyla tarihe geçen olağanüstü şaşırtıcı bir olaya sahne oldu.
Mayıs 1212'de, St. Saint-Denis'de on iki yaşlarındaki Etienne adında bir çoban çocuk, Hazreti İsa'nın kendisine görünerek onu Haçlı seferlerini vaaz etmekle görevlendirdiği, hatta ona krala teslim edilmek üzere bir mektup verdiği iddiasıyla ortaya atıldı.
Bu sırada Saint-Deniz Manastırı'nı ziyaret etmekte olan Fransa Kralı II. Philippe Auguste ise, bu iddiayı ciddiye almadı.Ancak kendisinin seferi başarıya ulaştıracak bir rehber olduğu düşüncesini aklından çıkaramayan bu çocuk, davasından vazgeçmeye hiç de niyetli değildi.
Saint-Denis Manastırı'nın kapısında vaazlarda bulunarak tıpkı Hazreti Musa'nın Kızıldeniz'den geçişi gibi, denizin çocuklarının önünde ikiye ayrılıp kendilerine yol vereceğini ve kolayca Kudüs'e ulaşıp 'Kutsal Ülke' yi kurtaracaklarını, büyüklerin başaramadığı bu işi çocukların başaracağını söylüyordu.
Pek çok çocuk, hatta bazı büyükler bile, hitabet kabiliyetine sahip olan bu çocuktan etkilendi. Bundan sonra Etienne ve ona inanan birçok çocuk, Fransa içlerine yayılarak çocukları Haçlı seferine davet ettiler. Nihayet, kararlaştırılmış olduğu gibi, bir ay sonra, Haziran sonunda, sefere katılmaya karar veren çocuklar Fransa'nın Vendôme şehrinde toplandılar.
En büyükleri on iki yaşında olan binlerce çocuk, Etienne'in çağrısı üzerine bu şehre akın etmişti. İçlerinde, bizzat anne babaları tarafından gönderilmiş olan toplumun kenarına itilmiş fakir köylü çocuklarından başka, evlerinden kaçarak gelen asalet sınıfına mensup bazı çocuklar, kızlar, genç papazlar, hatta bazı yaşlı hacılar bile vardı.
Ellerinde seferin sembolü olarak seçilen ve üzerinde altın renginde üç zambak bulunan mavi bir bayrak taşıyorlardı. Sefere katılanların hepsi yaya idi. Ama nurlu bir peygamber gibi kabul edilen liderleri Etienne’in rahat yolculuk yapması için, her şey düşünülmüş ve ona bir araba temin edilmişti.
Bu çocuklar, Tours ve Lyon üzerinden Marsilya’ya doğru yola koyuldular. Ancak yaz mevsimi her zamankinden daha sıcak geçiyordu ve kuraklık baş göstermişti. Bu yüzden yol boyunca, yürüyüşleri sırasında yeterli yiyecek ve su bulmak oldukça zordu. Böylece çocukların birçoğu açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntılara dayanamayarak yollarda ölmüş, bir kısmı da pişman olup ülkelerine geri dönmeye çalışmıştı.
Sonunda küçük bir grup Marsilya’ya ulaşabildi.Ama onlar da burada hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bekledikleri mucize gerçekleşmemiş ve deniz önlerinde ikiye ayrılmamıştı. Bunun üzerine çocukların bir kısmı aldatıldıklarına inanıp bu maceraya bir son vererek ülkelerine geri dönmelerinin daha doğru olacağına karar verdiler.
Geride kalan çoğunluk ise, adlarının ‘Demir Hugue’ ve ‘Domuz Guillaume’ olduğu söylenen iki Marsilyalı tacirin, onları parasız olarak Filistin’e götürmeyi teklif etmesi üzerine, gemilere binip denize açıldı. Bunların akıbeti hakkında yıllarca hiç bir haber alınamadı.
Daha sonraları, 1230 yılı civarında Doğu’dan gelen haberlere bakılırsa, bu çocukları taşıyan yedi gemi Marsilya’dan denize açıldıktan birkaç gün sonra fırtınaya yakalanmış, gemilerden ikisinin Sardinia Adası yakınlarında kazaya uğrayarak parçalanmış ve içinde bulunan bütün çocuklar boğulmuştu.
Fırtınadan kurtulan diğer beş gemideki çocuklar ise, köle olarak satılmaları hususunda önceden tacirle anlaşılmış Afrikalı Arap korsanlar tarafından yakalanılarak, Cezayir sahillerine götürülmüşlerdi. Bu çocukların bir kısmı burada köle olarak satılırken bir kısmı da İskenderiye’ye gönderilmiş ve orada şehrin valisi tarafından satın alınmış, geri kalanlar ise Bağdat’ın esir pazarlarında satışa çıkarılmıştı.
Felakete uğramış bu perişan çocuklara karşı Müslümanların muamelesi ise, insancıl olmuştu. Melik el-Adil’in oğlu Mısır Valisi el-Kâmil bunları tercüman, öğretmen ve katip olarak kullanabilmek amacıyla satın almış, fakat dinlerini değiştirmeleri için hiçbir baskıda bulunmamıştı …
Fransız çocuklarının yola çıkışından birkaç hafta sonra Almanya’da Rheinland bölgesinden Nikolaus adında bir çocuk, Köln’deki Aziz Üç Krallar Kilisesi’nde, tıpkı Etienne gibi vaazlarda bulunmaya başlamıştı. Nikolaus’un vaazları ve faaliyetleri sonucunda kısa süre içinde çocuklardan oluşan bir ordu Köln’deki onun etrafında toplanmıştı. Bu çocukların yaş ortalaması, Fransız çocuklarınınkinden daha büyük olup içlerinde asil ailelerden gelenlerin sayısı da daha çoktu.
Alman çocukların niyeti, önce Köln’den İtalya’ya, Papa’nın yanına gitmekti.
Bunların seferi iki gruba ayrıldı. Nikolaus’un idaresindeki birinci grup, Ren Nehri boyunca ilerleyip batı İsviçre ve Cenevre zerinden yol aldı. Ancak bunların büyük kısmı bu zorlu yolculuk sırasında yollarda öldü ve sadece üçte biri Ağustos ayında Cenova’ya kadar gelebildi. Ertesi sabah kıyıya gelip denizin önlerinde ikiye açılmasını beklediler. Fakat heyhat, denizin sularında en ufak bir değişiklik bile olmadı! Büyük bir üzüntüye düşen çocuklar, hayallerinin yıkıldığını gördüler.
Çocuklar, başlarında Nikolaus olduğu halde Cenova’dan ayrılıp birkaç günlük yürüyüşten sonra Piza’ya ulaştılar.
Çocuklar Piza’ya yakın bir limanda beklemekte olan ve Filistin’e gidecek bir gemiye bindiler. Ancak gemiye binen bu çocukların akıbeti de hiçbir zaman öğrenilemedi. Acaba sağ salim Filistin’e gidebildiler mi?.. Yoksa yolda, Fransız çocuklar gibi, fırtınaya yakalandılar ve gemileri battı mı?.. Ya da köle olarak mı satıldılar?.. Bugün, bu konuda hiçbir bilgiye sahip değiliz. Ama liderleri Nikolaus’un gemiye binmeyip, yanında kalan az sayıdaki çocukla beraber güçlükle yola devam ederek Roma’ya, Papa’nın yanına gidebildiğini biliyoruz. Papa çocukların bu girişimleri karşısında duygulanmakla beraber, yine de onlara büyüdükleri zaman Haç yeminleri yerine getirmeleri gerektiğini söyleyip, onlara kesin bir dille evlerine dönmelerini emretti.
Geri dönüş yolculuğu sırasında bir kere daha aynı zorluklara katlanacak gücü olmayan birçok çocuk, çeşitli İtalyan şehir ve köylerinde kaldı. İlkbaharda Almanya’nın batı bölgesine dönmeyi başarabilen çocukların sayısı ise, oldukça azdı.
Bu arada Alman çocuk hacıların ikinci grubu da İsviçre üzerinden İtalya’ya inmiş, çektikleri onca sıkıntıdan sonra, Ancona’da umdukları gibi deniz önlerinde yarılmayınca, hayalleri yıkılmış ve kıyı boyunca güneye inerek Brindisi limanına ulaşmışlardı.
Burada çocukların bazısı Flistin’e giden gemilere binmeyi tercih etti, evlerine dönmeye çalışanların ise pek azı bunu başarabildi. Çocuklarını kaybeden aileler, oğlunu bu harekete teşvik ederek böyle bir felakete yol açmakla suçlanan Nikolaus’u babasını yakalayarak astılar.
Kaynak:Yrd.Doç.Dr.Ebru Altan
Popüler Tarih-2003

6 Haziran 2009 Cumartesi

Türk Bayrağını Oluşturan Öğelerin anlamı

Türk Bayrağını Oluşturan
Öğelerin Anlamı


Türk mitolojisinde, Türklerin renklerle ilgisi önemli bir yer tutar; mavi (gök mazisi, Turkuaz), beyaz/ak ve al/kızıl renkleri başta gelir.
Al renk kırmızıdan farklıdır, kutsal, Tanrısal renktir. Kırmızı renk adı Türkçe’de 12. asırdan önce pek görülmemektedir. Kırmızı, Türkçe’ye sonradan, Sogdca’dan veya Farsça’dan geçmiştir.
Oğuz/Türkmen boylarının çok eskiden beri al renkli börkler giydiği bilinmektedir. Börklerin bütününde al ya da bir diğer deyişle kızıl renk görülmekle beraber, başka renklere de tesadüf ediliyor ki, esas olan gelenek, bütün börklerde, tepe kısmının yani Tanrıya yüz tutan kısmın, Tanrısal renk saydıkları al renkten olmasıdır. Bu tarz bugün efelerin, zeybeklerin, seymenlerin v.s. folklorik başlıklarında da muhafaza edilmektedir.
Al renk adı kutsallık içerdiği içindir ki, Türkler, “kırmızı bayrak” değil “al bayrak,” “kırmızı kan” değil “al kan,” demişlerdir. Yermek, aşağılamak anlamında “karalamak” derken; yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, “allamak” sözünü kullanırlar. Bugün dilimizde kullandığımız “allamak pullamak” sözü de aynı maksatla kullanılır.
Türkler, al yahut kızıl rengi, Tanrısal renk, kutsal renk kabul ettikleri için, eski Türk inancına göre, Tek Tanrı veya Gök Tanrı’nın gökte olduğunun tasavvuru ile başlarına giydikleri börkün, Tanrıya karşı olan, yani tepe kısmında genellikle kızıl yahut al renk kullanmışlardır. Bir başka söyleyişle, başlıklarında, Tanrısal kutsallık verdikleri Kızıl rengi kullanarak Tanrıya tazimlerini bildirmiş oluyorlardı. Kızıl yahut al renk, güneşin doğmak üzere iken (şafak vakti) ve yine battıktan hemen sonra gökyüzüne yansıttığı kırmızımsı renktir. Türkler eskiden, genellikle, şafak sökerken ve akşam vakitlerinde gökteki, “göğün kızıllığı” dedikleri bu görüntü anında dua ederlerdi. Türkler bu şekilde dua ile sabah vakti onu karşılıyor, akşam vakti de onu yine dua ile uğurluyorlardı. Kırmızı (al/Kızıl), mitolojik Türk kozmik anlayışında da, göğün zirvesini ve ateşi ifade eder. “Al”, Türk lehçelerinde “yüksek”, “yüce” ve “kudret” anlamlarına da gelir. Altay dağının adı aynı maksatla söylenmiş olup, Al=yüce-yüksek, tay=tağ/dağ demek olup Al-tay=yüce-ulu dağ, yüksek dağ anlamındadır.
“Al” terkibindeki ilahi anlamlarla kutsiyet kazandırılmış olan Altay dağı, Şamanlarda, bir ruh ve tanrısal bir kutsiyetle yad edilir. Ayin ve dualarında da kutsal Altay dağına hitap edilir. Halûk Tarcan, eski Türk dili ve mitolojisini incelediği kitabında konu ile ilgili ilginç görüşler ileri sürüyor:
“… Güneş, gökteki ateş gibi, korkunç bir kudret ve enerjidir. Değdiği, kendisine verilen, yani al/dığı her şeyi yakar, kendi gibi alev, ateş haline getirir. Rengi al/dır, kutsal olduğu için, rengini ifade eden al kelimesi de kutsal anlamına gelir. (Prof. Dr. A. İnan) (Al/ip gökyüzüne, Tanrı’ya götürdüğü için kutsal demektir. Al-Apa, al/an=ilah, alıp Tanrı’ya eriştiren “ilah” demektir ki, alap sonunda Alp şekline girmiştir. Alp dağlarına bu adı verenler, Kamunlar adını taşıyan, İtalyan Alplerine yerleşmiş olan Ön-Türklerdir.”
Eski Şamani inançlara göre ateş, kötü ruhları kovar, insanın kötü ruhlardan temizler. Abdulkadir İnan’ın nakline göre, VI. Yüzyılda Göktürk Kağanına, elçi olarak gelen Bizans elçileri iki ateş arasından geçirilerek, onlarla beraber gelmesi muhtemel olan kötü ruhların kovulması sağlanıyordu. Bu adet Moğol saraylarında da var. Başkurt ve Kazak Türkleri, yağlı bir paçavrayı ateşleyip hastanın etrafında, “alaslama” dedikleri, “alas, alas” diye dolaştırarak, hastaya musallat olmuş kötü ruhları kovmuş oluyorlardı. Buna Anadolu’da “Alazlama” denilmektedir. Kızıl sözü, renk anlamının yanında, aynı mitolojik anlayıştan kaynaklanarak, bildiğimiz altın anlamında da kullanılır. Azerbaycan ve Türkistan lehçelerinde, altına “kızıl” derler, sözü kullanılır. Çok eski devirlerde para yerine değer olarak kürk kullanırlardı. Türkler kürke “ten/tın” derlerdi. En değerli kürkler de güneş kızıllığının (al) renginde olanlardı. Güneş kızıllığı renginde olan en değerli kürkler için de yine güneşin rengi olan “al” sözü ilaveli “al-tın” al kürk, kızıl kürk diyorlardı ki kıymetin değer birimi idi. Bugün, kıymet değeri olarak kullandığımız madene verilen altın (al-tın) adının anlamını kaynağı, anılan eski Türk anlayış ve kavrayışına dayanır. Türkistan Türklerinde, küçük bir gümüş sikke olup, genellikle sikkeye denilen, asrımızın ilk çeyreğine kadar Türkistan’da para birimi olarak kullanılan “tenge” sözü de aynı
(al-kürk) “ten/tın” kökenlidir. Bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti’nin resmi para biriminin adı da, anılan kürk adından türemiş “tenge”dir. Rusça’da para karşılığı olarak kullanılan “dengi” sözü de, Türkçe’den Rusça’ya geçmiş olan “tenge”nin Rusça söylenişidir.
Türkler için tarihsel ve mitolojik büyük önem taşıyan al rengin, Türk Bayrağının da temel rengi olması hiç de şaşırtıcı değildir. Hilal Ay ve Yıldız Batı kaynaklarının bir kısmı hilalin ilk olarak Bizans kentinin bayrağında görüldüğünü, yıldızın ise Hıristiyan dininin kabulünün ardından Meryem Ana’ya ithafen Konstantin tarafından şehrin bayrağına eklendiğini belirtmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ardından 1000 yılı aşkın süredir kullanılmakta olan bu bayrağı benimsediği; aynı motifin bu tarihten itibaren de İslam dininin bir sembolü haline geldiği belirtilmektedir.
Araştırmamızın ölçeğini biraz genişlettiğimizde, Türkiye’deki dağlık arazilerden Nil Vadisine kadar pek çok yerde “Ay tanrısı” tapınaklarının bulunduğu ve “Ay tanrısına” tapınmanın bir zamanlar bugün Orta Doğu olarak tanımlanan bu yörede en yaygın din olduğunun kaynaklarda ifade edildiğini görüyoruz. Ay tanrısı hilal formunda bir sembol ile temsil edilmekteydi. Bugün İslam’ın baz aldığı ay ve yıl hesaplaması da bildiğimiz gibi Ay’ın evrelerine dayanmaktadır. Bu bölgede yaşamış en önemli uygarlık Sümerlerdir. Ural-Altay dillerinin Sümer dili ile ilgisi bilimsel olarak saptanmış olup, Türkçe ve Macarca’nın sözcüklerinin benzeşmesinde %50′nin üzerinde bir orana rastlanmaktadır. Örneğin Sümer dilinde “dingir”, Türkçe’de “tengri” yani “tanrı”dır. Kültürel benzeşmelerin de çokluğu Sümerlerin orjininin de Orta Asya olup, Mezopotamya’ya sonradan göçler vasıtasıyla geldiklerini işaret etmektedir. Bu bakış açısı altında hilal, yıldız motiflerini yoğun olarak kullanmış olan Sümerlerin, bu sembolleri Orta Asya’daki köklerinden taşımış olması ihtimali kuvvetlidir. Zira Sümerlerin dini inanışlarında, Altay Şamanizmi’nin önemli etkisi göze çarpmaktadır. Ege adaları, Batı Anadolu ve Trakya’da arkeolojik kazılarda ele geçen sikkelerde hilal ve yıldız motifinin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bu durum bölgede yaşayan halkların inanışlarında bu motiflerin yer ettiğini işaret etmektedir. Milattan önce 1200 ve 100 yılları arasında Orta Asya Türk dilini konuşan Saka adı verilen halkın Avrasya’da yaşadığı da saptanmıştır. Birlikte kullanıldığı durumlarda hilal, ayı simgelerken, yıldızın güneş veya Venüs’ü ifade ettiği belirtilmektedir. Tarihi ve arkeolojik çalışmalar, hilal ve yıldız sembolünün kullanımını bir tarafta Sümerlerin inanışları vasıtasıyla Orta Asya Şamanizmine ve Türklerin atalarına, diğer tarafta ise Amerika yerlilerinin şamanizmine dayandırmaktadır. Bugün Türk Bayrağında yer alan hilal ve yıldız motiflerinin binlerce yıllık bir yolculukla bugüne kadar geldiğini ve orijininin Türk’lerinde ataları olan kadim dönemlerde yaşamış uygarlıklara dayandığını görüyoruz.
Sonuç olarak, tüm dünyanın bugün İslam dininin sembolleri olarak kabul ettiği hilal ve yıldızı; aslında biz Türklerin İslam’a bir sembol olarak kazandırdığını görüyoruz. Bayrağımızın al renginin tanrısal kutsal bir renk; üzerindeki hilal ve yıldızın da binlerce yılın gizeminden gelen astrolojik objeler olduğu kesin. Binlerce yıl bayrağında bu sembolleri taşımış böyle bir millete de elbette özgün bir görev verilmiş olmalıdır diye de düşünmemiz gerekir.
Dr. Osman Günsel Topbaş

BU DA BAŞKA BİR YORUM

Türk Bayrağının Rengi ve Ay-Yıldız'ın manası

Türk Bayrağı rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz. Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez. Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletler bayraklarına Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.Haç'ın anlamı Hazreti İsa (a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar.Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir?Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Hâlbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur.Hilal sadece bayrağımızda değil, kandil geceleri yapılıp dağıtılan ayçöreğinde de görülür. Camide ve kışladaki ders nizamı da, Mehter Takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep Hilal şeklidir. Türklerin ilk kullandıkları bayrağın rengi ve sekli hakkında kesin bir malumat yoktur. Ancak Orta Asya tarihi hakkındaki bilgilere dayanarak İslamiyet’ten önceki Türklerde Tuğ adı verilen bayrak veya sembollerin kullanıldığı bir gerçektir. Siyahtan kırmızıya kadar; mavi, sarı, yeşil, beyaz gibi çeşitli renklerde semboller kullanmış olan eski Türkler, bir mızrağın ucuna bağladıkları, umumiyetle ipekten yapılmış bu alametlere batrak, badruk, bayrak gibi isimler verdiler. Dokuzuncu asırdan itibaren kitleler halinde Müslümanlığı kabul eden Türkler de çeşitli bayraklar kullandılar. Bu bayraktaki en büyük özellik, İslami motif ve unsurların ön plana geçmesiyle birlikte, milli motif ve sembollere de yer verilmesi idi. İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Gazneliler’in bayraklarında, yeşil zemin üzerinde beyaz hilal ve kuş resimleri vardı. Karahanlılar’ın bayraklarında al renk üzerinde dokuz tuğ resmi bulunuyordu. Diğer Müslüman Türk devletleri de çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullandılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk yıllarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullandılar. Bu bayrak Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmişti. Selçuklularda hanedan rengi olarak kabul edilen al renkli bayraklar da vardı. Haçlı seferlerine göğüs geren Selahaddîn-I Eyyübi'nin bayrağı sarı renkli olup, üzerinde hilal bulunuyordu. Bu şekil hem bu devletin bayrağı, hem de Avrupalılar tarafından İslamiyet’in sembolü olarak kabul edilmiştir.Osmanlılar zamanında da çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. Osmanlılarda bayrak; padişahı, dolayısıyla devleti temsil ederdi. Zira padişah, devleti temsil etmekteydi. Padişah bayrak ve sancaklarını, Emir-i Âlem denilen pasa ile bunun maiyetindeki saltanat sancaklarıyla mehterhane takımını ihtiva eden bölükler taşırdı. Ayrıca her ocağın, her birliğin hatta her ortanın (taburun) ayrı sancağı vardı. Sancaklar da çeşitli renklerde kullanılmıştır. Yeşil ve kırmızı renklerin hakim olduğu bayrak ve sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi kırmızı daha doğrusu al idi. Al renk, doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi. Padişahın yorganı, çarşafı, yastığı al renkteydi. Al renk esasında Selçuklularda da hanedan rengi olarak kabul ediliyordu. Osmanoğulları, Selçukoğullarının meşru varisleri olarak bu rengi devralmışlardır. Bu husus al renge tamamen bir milli karakter vermiştir ki, bugün de devam etmektedir. Selçuklularda bu rengi selefleri olan Karahanlılardan almışlardı. Kırmızıyı süsleyen ayin menşei ise destanlar dönemine kadar dayanır. Yıldız ise daha sonraki devirlerde konulmuştur.Osmanlıların ilk bayrağı, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mes'üd tarafından Osman Bey'e gönderilen hediyeler arasındaki beyaz renkli bayrak idi. On dördüncü asırdan itibaren çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı. Kamüs-ül-a'lam'da bildirildiğine göre, Osmanlı sancağının rengini ve (bugünkü ayyildızlı Türk bayrağının) seklini tayin eden, sultan birinci Murad ve Yıldırım Bayezîd devirlerinde yaşayan Tîmürtas Paşa’dır. Bu asırda Osmanlı donanmasında ve azap kıtalarında kırmızı; yeniçeri kıt'alarında beyaz bayraklar kullanıldığı, Fatih Sultan Mehmet'in muasırı olan tarihçi Türsün Bey'in ifadelerinden anlaşılmaktadır. On beşinci asırda Osmanlıların kırmızı bayraklar kullandıkları, Asıkpasazade'nin Alaşehir’de dokunan bir nevi al kumaştan bayrak ve hil'at yapıldığı hakkındaki kaydında yer almaktadır. Muhtelif kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre, Osmanlılar kuruluştan İtibaren diğer İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, çeşitli bayraklar kullandılar. On beşinci asırda padişaha ait sancaklardan başka çeşitli askeri birliklere ve büyük devlet adamlarına, beylerbeyi, sancakbeyi, donanma kumandanı ve reisleriyle azap ocaklarına ve ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayrak ve sancaklar vardı. Bu bayrakların ve sancakların üzerinde muhtelif sekil ve yazılar bulunurdu. Yeniçeri ocağının muhtelif ortalarının (tabur) kendileri ne mahsus nişanları vardı. Kışlaların kapılarına asılan ortaların bayraklarına bu alametler nakşedilirdi. Bu asırda yeniçerilere ak, sipahilere kırmızı, silahdar bölüğüne san, orta ve aşağı bölüklere alaca renkli olarak verilen bayraklar bu birliklere verilen sancak mahiyetinde idi. Çünkü Osman Gazi'den İtibaren Kanuni Devri de dahil olmak üzere padişahlara mahsus olan bayrak beyaz renkli idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerinde, otağının önüne hakimiyet alameti olan beyaz ve kırmızı renkli bayraklar dikilmişti. Ayrıca Yavuz Sultan Selim zamanında, bugün Topkapı Sarayı mukaddes emanetler dairesinde bulunan, Peygamber Efendimize ait olan Sancak-ı Şerif Osmanlılara geçti. Asırlardır muhafaza edilen Sancak-i Şerif kılıf içinde bulundurulur, asla açılmazdı. Sefer-i hümayunlarda padişahlar beraberlerinde ***ürürlerdi. Halifelik alametlerinden biri olan Sancak-ı Şerif, devleti son derece tehdit eden hallerde ve isyanlarda padişahîn emriyle çıkarılır, millet, asilere karşı Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağrılırdı. Bu suretle millet birlik içinde hareket ederek isyanı bastırırdı.Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran seferinde ilk defa olarak kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra da hemen her zaman sık sık kullanılmıştır. Osmanlılar; hilafete de sahip olduklarını göstermek için kullandıkları yeşil renkli sancak, Barbaros Hayreddîn Pasa ve Utul Ali Reis'in donanmalarında da kullanıldı Sultan I. Mahmut devrinde donanma bayrağı olarak kabul edildi.Kanuni Sultan Süleyman devrinde de beyaz, alaca, kırmızı ve san bayraklara siyah ve yeşil renkliler ilave edildi. Doğrudan doğruya padişahın hassa kuvvetini teşkil eden kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle saltanat sancakları sayılırdı. Macaristan seferine çıkan ve orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrahim Paşa’ya; beyaz, yeşil ve sarı renkte üç sancakla iki kırmızı, iki de alaca bayrak verilmesi bu hususu ispat etmektedir. Topraklı süvarinin yukarısı yeşil, aşağısı kırmızı renkte olmak üzere iki renkli bayrağı vardı.Osmanlı ordusunda olduğu gibi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. On besinci asırda genellikle kırmızı renkli bayraklar kullanıldığı halde on altıncı asırda kumandana mahsus bayrağın yeşil, derya beylerinin ise beyaz, kırmızı, sarı, sarı kırmızı, ufki çizgili alaca bayraklar kullandıkları görülmektedir. Bu asırda ticaret gemilerinin beyaz bayraklar taşıdıkları da bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Daha sonraki asırlarda da kaptan paşalara mahsus olan bayrak yeşil idi. Gemi sancaklarında en ziyade kırmızı renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da kullanılmıştır. Bunların kimlere ait olduğu üzerlerindeki şekillerden anlaşılırdı. Sultan I. Mahmut devrinden sonra donanmada daha çok yeşil sancaklar kullanılmaya başlandı.Kalyonların kıç sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus forslar da yeşil zemin üzerinde Zülfikar ve hilal şekillerini ihtiva ederdi. Sultan III. Selim zamanında ordu ve donanmada yapılan yeni düzenlemeler esnasında bayraklar üzerindeki hilal şekline, sekiz köseli yıldız ilave edildi. Bayrak meselesinin belirli esaslara bağlandığı bu devirde, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayraklar tespit edildi. Padişaha mahsus gemiye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde Sultan III. Selim’in tuğrası vardı. Ticaret gemilerinin taşıdığı bayrakların renk ve şekillerinin tespit edildiği bu dönemde, Cezayir Beylerbeyi’nin, üst köşesinde beyaz renkte sarıklı bir insan başı bulunan kırmızı bayrağı vardı. Bu dönemde kumandan forsları yeşil olup, beylerbeyliğe ait ticaret gemilerinin bayrağı; yeşil, beyaz, kırmızı üç ufki parçadan meydana gelmişti. Tunus ve Cezayir ticaret gemileri ortası yeşil olmak üzere iki mavi, iki kırmızı, beş ufki parçadan meydana gelen bayraklar taşıyordu, Trablus Beylerbeyi ile İstanbul limanına mahsus sancak, üç hilalli olup yeşildi. Sultan III. Selim devrinde kurulan Nizam-i Cedîd Ordusu kıta’ları için ortasına sarı sırma ile bir hilal yahut ortadaki hilalden başka dört kösesine de hilaller islenmiş kırmızı veya fes rengi bayraklar kullanıldı.Sultan II. Mahmut zamanında da bayrak şekilleri hemen hemen aynı devam etti. Ancak bu devirde kalelere ve hükümet binalarına ayyıldızlı al sancak çekildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine bunlara ait hususi bayrakların kullanılmasına son verildi. Yeniçeriler arasında çok yayılmış olan yeniçeriliği ve Bektaşiliği hatırlatan bir takım kelimelerle birlikte bayrak kelimesinin kullanılması da yasak edildi. Bunun yerine sancak kelimesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi.Yeniçerilerin son zamanlarında genellikle kırmızı renkte, üzerinde beyaz bir pençe, bir Zülfikar ve bir daire sekli bulunan çatal uçlu bayraktar kullanıldı.Sultan II. Mahmut tarafından kurulan Asakır-i Mansüre-i Muhammediyye'ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şahadet veya fetih ayetleri bulunan siyah bayraklar yapıldı. Siyah rengin tercihi Peygamber Efendimizin Ukab adli meşhur siyah sancağının rengini taklit etmek maksadıyladır.İkinci meşrutiyetin ilanına kadar orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını taşıyan sırma saçaklı çeşitli alay sancaktan kullanıldı ve ondan sonra da bu adet devam etti. Bu sancakların rengi umumiyetle kırmızı idi.Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda İlk defa 1793'de devletin resmi bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız, sekiz köseli idi. Bu bayrak Osmanlı Devleti'nin resmi ve umumi sembolü olarak kullanıldı. Sultan I. Abdülmecit zamanında 1842'de yıldızın beş köseli olması kararlaştırıldı ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti. Bu devirde padişaha ait tuğralı sancaktan başka hükümdarın gemileri ziyaretinde kullanılan, ortasında güneş ve dört kösesinde de şualar bulunan bir sancak daha vardı. Kaptan paşaya mahsus sancakta; bir hilal ile sekiz köseli yıldız mevcuttu. Osmanlı hâkimiyetinde bulunan, Tunus, Eflak, Boğdan beyleri ile Sırp prensliğinin özet bayraklarında; Osmanlı bayrağının kırmızı rengiyle birlikte mavi, beyaz, san gibi mahalli renkler de kullanılırdı. Tunus beyinin sancağının, ortasında kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz daire içinde kırmızı hilal ve yıldız sekli mevcuttu. Sırp, Eflak ve Boğdan beylerbeyleriyle Sisam adasına ait hususi bayrakların üst köselerinde, Osmanlı hâkimiyetinin sembolü olmak üzere, kırmızı zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı, Eflak bayrağı İle mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikincisinde de bir öküz başı mevcuttu.Sultan Abdülaziz zamanından başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte sekiz suali bir güneş içinde alınması adet oldu. Sonradan bu bayrağın rengi vişneçürüğü olarak değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.Sultan II. Abdülhamit zamanında Cuma namazı münasebetiyle yapılan selamlık resminde hilafete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz ile işlenmiş dört köşe bir çerçeve içinde; bir tarafında Fetih süresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilalli bir sancaklı.1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılması üzerine halifeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz suali beyaz bir güneş içindeki kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul edildi ve saltanata mahsus bayrak kaldırıldı. Lakin daha önceki milli bayrak muhafaza edildi. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 25 Teşrin-i Evvel 1925'de bir sancak talimatnamesi çıkarılarak, harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul olundu. 29 Mayıs 1936 tarih ve 2994 sayılı Kanunla Türk Bayrağı’nın şekli ve ölçüleri kesin bir şekilde tespit edildi. 28 Temmuz 1937 tarih ve 2/7175 sayılı Kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük ( Türk Bayrağı Nizamnamesi ) ile de Türk Bayrağı'nın kullanılışı kural altına alındı