Sayfalar

17 Mayıs 2009 Pazar

İki Türk Boyu : Zaza ve Kurmanclar

Hayri Başbuğ

GİRİŞ

Yaklaşık olarak bir buçuk asırdan beri, gerek Türkiye’de ve gerekse Türkiye dışında, özellikle Avrupa’da, Kürttürkleri hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı ve çizildi. Bunlar, ilmi düşüncenin ötesinde çoğu kere bir amaca yönelik yaklaşımların mahsulü olmuştur.

Stratejik ve jeopolitik bakımından dünyanın ehemmiyetli bölgelerinden birini ve belki de en mühimini teşkil eden , yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği ile bilinen ve bilhassa dünya petrol üretiminin de üçte ikisine sahip olan “Ortadoğu”nun ; Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi memleketlerinde dağınık bir şekilde yaşayan , çoğunluğu göçebe ve aşiretlerden müteşekkil bulunan Kürttükleri üzerinde, kendilerine sözde “bilim adamı” sıfatını yakıştıran ilim tahripkarlarının niçin bu kadar kafa yorup, “bilim” (!) yaptıkları, ayrı bir konudur. Bu “bilim adamları”(!)nın ; Rus, İngiliz, Ermeni, Fransız v.b. gibi milliyetlere mensup olmaları da, dikkati çeken başka bir husustur.

Öyle ki, günümüzde ayrılıkçı Kürtçü-Ermenici-Komünist ittifakın, “Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne yönelik yıkıcı, zararlı faaliyet ve çalışmalarının mahsulü olarak çıkarılan ve sayısı hayli kabarık kitapların yazarları da –hemen hemen tamamı- hep yabancıdır. “Kürttürkleri” konusunda eser vermiş Avrupalı sözde bilgin ve seyyahların bazılarının ve özellikle “Sovyetler”in kendi çıkarları doğrultusunda, Türk Milletini bölmek ve parçalamak amacını güderek konuya yaklaşım gösterdikleri herkesin malumudur. Yine bu güçlerin Kürttürkleri’ni diğer Türk boylarından farklı bir şekilde, yani ayrı bir “milliyet”miş gibi tanıtmaya ve onları “Hind-u Avrupai” (Ari) bir köke dayamaya, -olanca güçleriyle- gayret sarf ettikleri gözden kaçmamaktadır.

Bu siyasi amaçları güdenlerin dışında bazı sözde bilginler de, tarih boyunca Türk saldırılarına uğramaktan doğan şuuraltı bir düşmanlık duygusundan kendilerini kurtaramadıkları veya önceleri bu tesir altında yazılmış eserlere kapıldıkları sık sık görülmektedir. Bir kısmı da Kürttürkleri’nin sosyal yapısına, folkloruna, konuştukları lehçeye, dini inançlarına v.s. gibi hususiyetlerine vakıf olmadıklarından, konuyu değerlendirmede hataya düşmüşler ve böylece meseleyi karmaşık bir hale sokmuşlardır.

V.Minorsky, şu hususa işaret ediyor; “Sistemli tetkikler, Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında birçok eski kavimlerin varlığını ortaya çıkaracaktır”[1]. Gerçekten de bugün Kürt adı altında anılan çeşitli Türk toplulukları mevcuttur. Bunları hiçbir ayırıma yer vermeden, umumi olarak “Kürt” adıyla ele almak, onları yakından bilmemenin, tanımamanın sonucudur. Böyle bir yaklaşım tarzı, cahilce olduğu kadar, meseleyi de büsbütün çıkmaza sürüklemekten başka bir mana ifade etmez.

Bir uruğun, bir boy ve kabilenin, yada kavmin kökünü, o topluluğun yalnızca adı üzerinde yapılacak yaklaştırmalarla ortaya çıkarmaya kalkmak, her zaman için hatalı sonuçlar verir. İşte “Kürt” sözü üzerinde şimdiye kadar ilim aleminde yapılan hatalı araştırmalar, buna en güzel bir misaldir. Bildiğimiz kadarıyla, şimdiye dek yapılan bütün araştırmalarda, Kürttürkleri tek bir toplum olarak ele alınmış, bunun için de yanlış sonuçlara varılmıştır.[2] Karanlıklar içinde bulunan, çözümü gereken pek çok mesele; böyle yaklaşımlardan elde edilen yanlış bilgilerle, ne yazık ki aydınlığa çıkarılamamıştır.

Rus yazarı Bazil Nikitin’in “Kürtler” isimli kitabına bir “önsöz yazan Louis Massignon, bu gerçeği açıkça itiraf ediyor:

“Kürt konularıyla uğraşan bir dizi uzman, yarım yüzyıldan beri bu konularda yöntemli bir incelemeye girişmiş olmakla birlikte, Kürdistan’ın ne olduğu henüz iyice bilinmemektedir.”[3]

Aynı görüşleri , V.Minorsky’de dile getirmektedir.:

“Kürtler, Ön Asya’da yaşayan bir kavim, bunların yaşadıkları yerler bir çok seyyahlar tarafından gezilmiş. Kürtler’i dil, tarih, etnografya v.b. bakımdan tetkik eden bir çok eserler ortaya konulmuş ise de, umumi mahiyette bir tetkik henüz yapılmamış bulunduğu gibi, esasen elde mevcut malumatın dağınık ve eksik bir mahiyet arz etmesi ve araştırmacıların kullandıkları usullerin birbirine uymaması, böyle bir tetkiki güçleştirmektedir.”[4]
Türk’ün dışında, ayrı bir “Kürt Milleti” yaratmaya çabalayanlardan M.Emin Zeki’de endişesini saklayamamaktadır:

“Kürtler’e ait bugüne kadar elde edilen eski eserler bize kesin bir bilgi verememekte, ancak bazı kuşkuları giderebilmektedir.”[5]

İngiliz yazarı Wıllıam Aegleton’un Kürttürkleri’ni ayrı bir “milliyet” olarak telakki eden hayalperestler için yaptığı şu tespit, gayet ilgi çekicidir:

“Bunlar, ‘Kürt’ olarak kimliklerini arayıp bulmaya çalışıyorlardı. Ne var ki, tarih kitaplarında karışıklıklardan ve çelişkili sözlerden başka bir şey bulamıyorlardı...” diyen yazar, daha sonra şunlara yer veriyor:

“Gerilere gittiğimiz taktirde, Kürt’ün kimliğini tam inandırıcı biçimde ortaya koymanın güç bir iş olduğunu görürüz... Romantik hayal gücü geniş olan bazı tarihçiler, adları ‘Kürt’ kelimesine yakın olan yada bazı harfleri değiştirilince bu yakınlığı ortaya çıkan ve soyları tükenmiş olan halklar ile, bilinmeyen ülkelerdeki beldeler arasında Kürt’lerin kökenini araştırıp duruyorlar.”[6]

Anlaşıldığı üzere “Kürttürkleri” konusu, doğuda ve batıda pek çok araştırmacıyı bir hayli meşgul etmiş bir konudur. Meseleye umumi açıdan bakıp fikir yürütenlerin kısa bir zaman sonra, kendilerini çıkmaz bir yolda bulup işin içinden çıkamadıklarını itiraf eden tarihçi ve dil bilimcilerin sayısı az değildir. Hatalı yaklaşımlarla konuya girip, sonra da büyük bir hayal kırıklığına uğrayanların gözünde bu mesele, artık bir “muamma” haline gelmiş, çözülmesi güç bir “kördüğüm” oluvermiştir.

Aslında bu; halledilemeyecek, çözümlemeyecek bir mesele değildir. Ve hiç de, çözümünde zorluk çekilecek bir tarafı yoktur. Yeter ki, bu sayın araştırmacılar samimi ve dürüst olsunlar. “Mesele”ye, ülkelerin çıkarları açısından bakmasınlar ve ilmi hakikatleri bir takım menfaatlere kurban etmesinler.

Bu hususlara uyulduğu taktirde, Kürt “muamma”sının veya “kördüğüm”ünün çözülmemesi için her hangi bir sebep göremiyoruz.
Her şeyden önce, “tartışmasız” olarak kabul edilmesi gereken iki nokta vardır:

· “Kürt” unsurunu, Türk kültürü tarih ve medeniyeti dairesi dışında aramak anlamsızdır. Eski çağların karanlıklarında veya “Hind-u Avrupai” topluluklar yada “Sami ırkı”na mensup kavimler içinde “iz” kovalamanın, boş bir hayalden başka bir şey olmadığı artık bilinmektedir. Gerçek budur ve bunu herkes kabullenmek mecburiyetindedir.
· “Kürt” adı ile umumi olarak adlandırılan ve ancak farklı özellikler taşıyan Türk boylarını; mesela, Guran, Lur ve Zaza Türkleri’ni ayrı ayrı ele almak gerekmektedir. Daha açıkçası “Kürt” adıyla bilinen bütün aşiret ve kabilelerin tek tek incelenmesi lüzumu hasıl olmaktadır.

İşte, Zaza Türkleri özellikle ele alınıp araştırılması gereken mühim “konu”lardan biridir.

Şimdiye kadar, “unutulmuş” veya “ihmal edilmiş” diyebileceğimiz Zaza Türkleri konusunu gündeme getirip, “mesele”nin, çözümü veya aydınlığa kavuşturulması yolunda atılacak adımlarla, “ilim” adına bir hayli mesafe kat edilebileceğini belirtmeye, bilmem lüzum var mı?

Bu araştırmada, iki Türk boyu olan Zaza ve Kırmançları inceleyeceğiz.

Amacımız, Zaza Türkleri ile Kırmanç Türkleri arasındaki mevcut farklılıkları gayet belirgin bir şekilde ortaya koymaktır. Çeşitli yönlerden birbirlerinden tamamen ayrı bu iki Türk boyunu bu açıdan incelemek, Türkiye’de ve dünyada ilk defa olmaktadır. Bu da bize nasip olmuştur. Yüce milletime, bir küçük hizmetimden dolayı kendimi mutlu hissediyorum.

KÜRTTÜRKLERİ’NİN MENŞEİ

Türk’ün dışında “Kürt” genel adıyla ayrı bir “milliyet” oluşturmaya çalışıp, bu yönde çaba sarf eden ayrımcı çevreler, öteden beri kendilerine bir “tarih”(!) yaratma lüzumunu hissetmişlerdir. Bu grupların ileri sürdükleri iddialar, başlıca iki kaynakta toplanmıştır. Birincisi, M.Emin Zeki’nin “Trih-i Kurd-u Kurdıstan” (Kürt ve Kürdistan Tarihi)[7], ve ikincisi de, İhsan Nuri’nin “Tarih-i Rişeyi Nejad-i Kurd” (Kürtlerin Asıllarının Tarihi)[8] adlı kitaplardır.

Söz konusu çevrelerin “tarihimiz” dedikleri hikayelerin ne olduğuna kısaca değinmek istiyoruz.

Adı geçen kaynaklarda; milattan önceki tarihlerde Mezopotamya’da tarih sahnesine çıkmış ne kadar topluluk varsa, hepsinin “Kürt” olduğu ileri sürülmektedir. Mesela isimleri tarihlerde anılan; Sumer, Subari, Asur, Guti, Lulu, Kusi, Kasit, Mitani, Nayri, Muşki, Halti, Mannai, Urartu, Cyrtii (Kyrti/Kur-ti-i)[9], Kimmer, Saka, Kardu, Med, Pers, Sasani v.s. gibi kavimler, bu kaynaklara göre tamamıyla “Kürt” idiler. İ.Nuri ise kitabında, İran destanlarına konu olan efsanevi padişahlardan “Cemşid” ve “Feridun” dahil, gelmiş geçmiş bütün İran (Fars) sultanlarının ve hanedanlarının (Kıyumersiler, Ahamendiler, Medler, Pehleviler, Persler, Sasaniler v.s.), “Kürt soyundan” olduklarını ileri sürmektedir.

Yine İhsan Nuri, “Ermeniler”in de “Hıristiyan Kürt” olduklarını ne yazık ki, yazabilmiştir.[10]

Aynı yazar, daha da ileri giderek “Zerdüşt”ün bir “Kürt Peygamberi” olduğuna, keza “Nemrut”un da Kürt asıllı olup, isminin (“Nemrut”) Kürt lehçesinde “ölümsüz” anlamına geldiğine değinmektedir.[11] “Hazreti İbrahim” (a.s.)’in dahi “Kürt” olduğunu ileri süren yazar, delil olarak, İbrahim Peygamber’in babası kabul edilen “Azer”in isim olarak manasının Kürtçe de “ateş”i ifade ettiğini belirttikten sonra[12], çizmeyi daha da aşarak, Hazreti İbrahim’in neslinden olan, Allah (c.c.)’ın son elçisi, ahir zaman peygamberi Hazreti Muhammed (s.a.v)’in bile “Kürt” asıllı olduğuna işaret etmektedir.[13]

Bir başka ayrımcı kaynak da, “Nuh Peygamber”in “Kürt” olduğunu iddia etmektedir. İddia sahipleri; Nuh (a.s.)’un bizzat Kürt olduğunu, adının (“Nuh”) Kürtçe’de “yeni” anlamına geldiğini[14], gemisinin oturduğu yerin adı olan “Cudi”nin de Kürtçe bir söz olduğunu, bunun Kürtçe’de “cıh di” şeklinde geçtiğini ve “yer buldu” anlamını verdiğini beyan etmektedirler.[15]

Doğrusu, bu gibi iddialarla ne elde edileceği, nereye varılacağı merak konusudur.

Bütün semavi dinlerde Nuh Aleyhisselam, “İkinci Adem” olarak kabul edilir. İnanca göre; Nuh (a.s.) ile birlikte dünya yeniden kurulmuştur. Gerek yeryüzünde mevcut bulunan ve gerekse tarihe gömülüp varlıklarından artık eser bile kalmayan bütün kavimler, kısacası bütün beşeriyet (insanlık); Nuh (a.s.)’un üç oğlu olan Sam, Ham, Yasef’ten türemişlerdir.

Hayalcilerin yukarıda naklettiğimiz iddiasına dönelim tekrar. Bir an için, Nuh Peygamber’in “Kürt” olduğunu farz edelim. O zaman ne olur? Gelmiş geçmiş bütün dünya milletlerinin , kavimlerinin, daha açıkçası yaşayan-yaşamayan bütün insanların “Kürt” olması gerekir. Değil mi?

İşaret ettiğimiz gibi, Kürttürkleri’nin menşei hakkındaki yakıştırmalar, siyasi amaç güden çevrelerden gelmiştir. Bunlar, Kürttürkleri’ni Türk’ten uzak tutmak için her yolu denemişlerdir. Adeta; “Türk” soyundan olmasın da hangi soydan olursa olsun zihniyeti içerisinde, soy kökü bulacağız diye, Türk Dünyası’nın dışında her yerde arayış yapmışlar, İskandinav ülkelerine kadar uzanmışlardır.[16] Ancak, elde ettikleri şey ise, sadece bir “sıfır”dır. Çünkü her şeyden önce, konuya yaklaşımlarında samimi değildirler ve dürüstçe davranmıyorlar. Bu şekilde hareket ettikleri için de, işin içinden çıkamıyorlar, “çıkmaz”lardan bir türlü kurtulamıyorlar.

“Giriş”te de belirttiğimiz gibi; Kürttürkleri’ni Türk kültürü tarih ve medeniyeti dairesi haricinde aramak boşunadır ve saf edilen emeğe de yazıktır. Hakikatleri kabullenmekten başka çıkar yol yoktur. Çünkü güneş balçıkla sıvanamaz. Her şey meydandadır ve apaçıktır...

Asıl mevzua geçmeden önce, pek çok kişiyi ister istemez tereddütler içinde bırakan ve kafalarda soru işaretlerinin yer etmesine yol açan bir hususa açıklık getirmek istiyoruz. Şöyle ki:

Selçuklular’dan önceki devirlerde acaba Anadolu’da Türk unsuru var mıydı?

Yapılan araştırmalar, Oğuzlar’dan çok önceleri esaslı Türk unsurları olan Su (Saka)lar’ın, Sabir (Subar)ler’in, Kimmerler’in, İdil (Volga) Bulgarları’nın, Hunlar’ın Doğu Anadolu’yu iskan ettiklerini, yine Kars ve Van taraflarında görülen Bulgar kütleleri ile Peçenek kıt’alarının bu topraklara gelerek bölgeyi bir Türk yurdu haline getirdiklerini göstermektedir.[17]

Macar bilginlerinden Prof. Dr. Làszlò Rasonyi’nin şu tespitleri de bu doğrultudadır:

“Yazılı tarihlerden önce de, binlerce yıl önce Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da ve Orta Avrupa’da öyle kültür unsurlarına rastlanır ki, bunların hareket noktasını steppe (bozkır) kültüründe, yani Türkler’in cetleri arasında aramak gerekir. Ancak bu zamanda onlara henüz “Türk” denmiyordu.[18]

Tarih sahnesine çıkan ilk Türk kavmi bilindiği gibi Su (Saka)lar’dır. Bazı kaynaklara göre Su (Saka) Türkleri, M.Ö.7000 ile 625 tarihleri arasında varlıklarını sürdürmüşlerdir.[19] Kurdukları imparatorluğun sınırları ise; Çin hududundan, Afganistan, Kafkaslar, Anadolu, İran, Suriye, Filistin ve Mısır kapılarına kadar uzanmaktaydı.[20]

Günümüzde, ilim adamlarının üzerinde ehemmiyetle durdukları konu, Kürttürkleri’nin Sakalar’ın ahfadı olabilecekleri konusudur. Bizce de en isabetli görüş budur. İncelememiz bu yönde sürecektir...

Tarihi kayıtlara göre; Azak denizi çevresindeki Kimmerler’i yurtlarından çıkarıp kovalayarak ilerleyen atlı-göçebe Saka Türkleri, ilk önce M.Ö. 680 yıllarında Kafkas geçitlerinden aşıp Kür Irmağı boylarına yayıldılar. Arkasından gelen yeni ve daha güçlü Saka göç kolları Aras boylarını da ele geçirip Urmiye gölüne varınca Azerbaycan’a yerleştiler. Az sonra da bütün Anadolu, Suriye ve Filistin’e yayılarak, İran’ı da haraca kesip kendilerine bağladılar. Doğuda Çin’den batıda Tuna boylarıyla Karpatlar’a , kuzeyde Sibir’den, güneyde Mısır kapısı Sina’ya değin Asya ve Avrupa topraklarına hakim olarak; dünyanın bilinen en ulu ilk geniş imparatorluğunu kuran Sakalar’a Asurlular “Aşkuzai/Askuzai” ve “İşkuza”, bazen de “Asagarta/Sakarta/Zakarti/Zakruti/Zikirtu”; Yahudiler’in Tevratında “Aşkenaz”; Eski Yunanlılar “Scythe” (İskit), hükümdarlar boyuna “Sokolot” ve sonraları “Sak/Saka” ; İranlılar “Saka”; Hintliler “Sakya” ve Çinliler de –hükümdarlar sülalesine göre- “Su” ve “Se” diyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügati’t Türk”ünde anıldığı gibi, Tanrı dağlar bölgesindeki “Şu/Su” sülalesi, M.Ö. 8. yüzyıldan beri Sakalar’ın hükümdarlar sülalesi idi.

Herodot’un anlattığı gibi, bütün Asya’ya hakim olan Sakalar’ın en güçlü ve en ulu hükümdarları Madova/Madyes (Afrasyab/Alp Er Tunga) adlı cihangirleri M.Ö. 625 yıllarında İranlılar tarafından Urmiye gölü yanında maiyetiyle birlikte hile ile öldürülmüştü. Bunun üzerine başsız kalan Sakalar’ın Ön Asya hakimiyeti sona ermiş, kendilerini toparlayan uruklar Aras boylarına çekilerek, Kafkaslar üzerinden ana kolla bağlılıklarını sürdürmüş; saldıran İran’lı Med orduları karşısında yolları tutulup çekilemeyenlerin, Dicle solunda, Zap suları ile Van Gölü arasındaki çok dağlık ve balkanlık bölgede tutunarak, “Karduk” ismiyle yad edilip bugünkü Kürttürkleri’nin ataları oldukları, çok kuvvetli belgelerle sabittir.

Bugünkü Kürttürkleri’nin meskun bulundukları bölgeler, eski çağlarda hep Sakalar’ın yurdu olarak adlandırılmıştır. Yunanlı tarihçi ve coğrafyacı Arrianos’un İskender çağında “Sakasin” diye andığı Ağrı Dağı, Gence ve Gökçe göl çevresindeki Sakalar kolunun yurdunu, Amasyalı tarihçi Strabon (M.Ö. 60- M.S. 20) “Sakasen”, Romalı tarihçi Plinius (MS. 23-79) “Sakassun” ve M.S. 150 yıllarında eserini yazan Yunanlı coğrafyacı Potelemeus’da “Sakapen” diye tanıtıyor.

Ermeni tarihçisi Khorenli Movses, “Hayasdan (Armenya) Tarihi” adlı eserinde (Süryani Mar Abas Katina’nın “Eski-Armenya ile Var-Arsak Tarihi”nden naklen); Gökçe göl çevresiyle doğuda Hazar denizine değin Aras boylarının ilbeğliği verilen yerli hanedana “Si-Sak” (Hükümdarlar soyundan “Su-Saka”ları) veya “Si-Uni” (Si-Hanedanı) denildiğini; İranlıların ise, daha gerçek şekliyle “Si-Sakan” (Si-Sakalar’ı) adını verdiklerini bildiriyor. Bir başka Ermeni tarihçisi Vardabed Egiş Elize, “Mamıkonlu Vardan ile Armenyalılar’ın Savaş Tarihi” isimli eserinde; Kafkaslar kuzeyinden aşıp (M.S. 445 yılında) gelen Hunlar’ın (Aras-Kür ortası ile aşağılarını içerisine alan) “Ağwan-Eli” (Albanya) ülkesindeki “Bala-Sakan’a başbuğlarıyla birlikte yerleştiklerini bildiriyor. Khorenli’de, “Udi” eyaletinin komşusu olarak 413 yıllarında, İncil’in yerli dile çevrilmesi sırasında da (Kür’ün sağ kolları boyunda) “Bala-Sakan” (Küçük Sakalar) sancağı anlatılıyor.

Yukarıdaki Ermenice kaynaklarda anlatılan “Bala-Sakan” sancağı, Doğu-Karabağ’da ve Gence’nin güneydoğu yanında bulunuyordu ki, göçebeler için en güzel bir kışlak yer sayılırdı.

645’deki ilk İslam fethinden 1597’de “Şerefname”nin yazılışına değin Aras-Kür/Aran Ülkesi’nde , eski Sakalar’ın torunları olan göçebe Kürttürkleri’nin tanındığını görmekteyiz. Kuzeylerindeki Dağıstan-Macar Kürtleri gibi ana dillerini bırakmadan, “Türkçe” konuştukları anlaşılan Kür-Aras/Aran Kürtleri, Ortaçağ’da iki yerli ve bir de göçmen sülale çıkardıkları için bile ayrıca incelemeye değer. Müslüman “Şeddadlılar” ile “Eyyublular” ve Hıristiyan “Kolu Uzunoğulları” gibi üç ünlü sülale, Saka Türkleri’nin torunları olan bu Kür-Aras Kürtleri’nden çıkmıştır.

Ünlü İslam bilgini Belazuri (...?-897), “Fütuhü’l Büldan” adlı eserinde; 645 yılındaki Arap fetihlerini anarken, yerli kaynaklara da dayanarak, Arap ordusunun; “Sakasın/Sagasın”, “Moski-Van”, “Ud(Udi)” gibi sancak ve kasabaları kolayca zaptettiğini, ancak bu arada, (Doğu-Karabağ’da bulunan) “Ekradü’l Bala-Sacan” (Bala-Sakan Kürtleri) denilen göçebelerin Araplar’a karşı koyup savaştıklarını yazmaktadır.

Kendilerini, 5. yüzyılda Avrupa’ya hakim olan Hun Türkleri Hükümdarı Atilla’nın torunları sayan ve Macarlar’dan önce Erdel (Transilvanya) bölgesine yerleşmiş olup bugün Macarca konuşan “Sekel” (Saka’lı) Türkleri arasında da bir “Kürt” topluluğu yaşamıştır.Barabàs Samus, “Székely Oklevéltàr” isimli kitabında, 1505 yılında “Sekeller”in Medgyes” (Medyeş) oymağının bir tiresi olan “Kürt”ler’in tanındığını bildirmektedir. Prof. Dr. Làszlò Ràsonyi’de “Sekel”ler içindeki Kürttürkleri’nin mevcudiyetinden bahsetmektedir.[21]

Bu açıklamaların ışığı altında, pek çok kişiye “karanlık” gibi gözüken ve aslında hiç de öyle olmayan Kürttürkleri’nin ilk çağlardaki durumunu veya menşeini daha açık bir şekilde aydınlığa çıkarmak için; “Saka-Kürt” ilişkisine dair, üzerinde duracağımız birkaç önemli nokta daha vardır.

Bilindiği gibi Kürttürkleri’ne Ön Asya’da, M.Ö. 7. yüzyılda Sakalar’ın Kafkaslar üzerinden Aras ve Dicle boylarına yayılmalarından sonra rastlanılmaktadır. İslam tarihi coğrafyası üzerinde otorite olarak gösterilen V.Minorsky, Kürttürkleri ile ilgili olarak Brüksel’de 1938 yılında yapılan “Milletlerarası 20. Müsteşrikler (Doğubilimciler) Kongresi”nde, “Kürtler’in Med-İskit (Saka) menşei”nden geldikleri yolundaki tebliği[22] ile İslam Ansiklopedisi’nde yer alan “Kürtler” isimli yazısındaki fikrini düzeltmiş ve “Kürt” adına Ön Asya’da M.Ö. 7. yüzyılda Saka/İskit göçünden sonra tesadüf edildiğini belirtmiştir.[23]

İhsan Nuri’de ; “Kürtler’den söz eden bazı tarihçiler, Kürtler’in M.Ö. 650 yılında Kürdistan’a gelmiş olabileceklerini belirtirler” demektedir.[24]

Ermeni tarihçileri de Kürttürkleri’nin menşeini “Saka/İskit” Türkleri’ne bağlamaktadırlar. Bu hususa dair düşünceleri şöyle :

“Hazar denizinin ötesinde bulunan ve Türk diye adlandırılan İskitler (Sakalar), kitle halinde Pers ve Medya ülkesine akın ettiler, birçok yerleri ele geçirdiler ve buradaki inançları benimseyerek din ve dil yönünden onlara (Pers ve Medler’e) benzediler.Bunlar arasından birçokları Med prensleriyle birleşerek Karduklar’la Mosklar’ın sınırları içindeki Ermenistan’a akın ettiler, bu ülkeleri ele geçirdiler ve buralara yerleştiler.[25]

Arşak Safrastyan adlı bir Ermeni de, Londra’da Kürttürkleri hakkında yazdığı İngilizce kitabında, bunların atalarının “yaman savaşçı İskit okçuları” olduğunu, itiraf etmiştir.[26]

W.E.Allen, “Gürcü Kavminin Tarihi” adlı eserinde, Kürttürkleri hakkında şu hükmü veriyor:

“Kürt adı; dağlarda yaşayan ilkel ve karışık bir ırktan bir grup aşireti kapsar. Bu aşiretler, muhakkak ki bünyelerinde İskit ve Kimmer istilaları çağından kalma bir takım unsurların torunlarını taşırlar. Ve Ksenofon’un Fırat’la Aras’ın yukarı vadilerindeki aşiretlere verdiği “Karduk”lar adı, bu adın çeşitli biçimleri arasındaki tarihi bağı gösterir.[27]

“Karduklar” adı ile anılan topluluk, bilindiği gibi Sakalar’ın bir koludur. Bunlardan ilk bahseden Yunanlı Ksenofon’dur. Ksenofon M.Ö. 401 yılında, gördüğü bu Türkler hakkında bize çok kıymetli bilgiler vermektedir. Ksenofon’a göre “Karduklar”, İranlılar’a son derece düşman olup, dil, giyim-kuşam ve silahlar bakımından da İranlılar’dan tamamen ayrı özellikler taşımaktadırlar.[28] Karduklar’ın İranlılar’a olan bu düşmanlığı, belki de Saka-İran mücadelelerinden[29] ve daha çok, bu mücadeleler sırasında bir hileye kurban giden Sakalar’ın başbuğu Alp Er Tunga (Afrasyab)’nın öldürülmesinden (M.Ö.625) ileri geliyordu. Ne olursa olsun, akla gelen budur ve muhtemelen –Ksenofon’un da dediği gibi- Karduklar’ın İranlılar’a karşı uyguladıkları imha harekatı, evveliyatın temelinde yatan intikam eseridir.[30]

Ksenofon’un beyanına göre; Karduklar’ın en iyi silahları yaydır. Bu yayların uzunluğu da aşağı yukarı üç kol uzunluğundadır. Hele ok atmada çok mahirdirler ve her ok atışlarında sol ayaklarıyla basarak kirişi ta yayın sonuna kadar çekerlerdi. Attıkları oklar iki kol uzunluğunda idi...

Dikkat edilecek olursa, “yayı sol ayakla gererek ok atma” adeti, İskit/Saka’larda görülmektedir. Karadeniz kuzeyindeki İskitler’den kalma M.Ö. 4. Yüzyıla ait bir gümüş tabak üzerinde, atçı bir kavme mahsus kemerli çekmen (ceket) ve gövdeye sıkıca gelen uzun pantolonla uzun saçlı erkeklerden[31] birinin sol ayağının yardımıyla yayı kurduğu resmedilmiştir.[32] Şayet Sakalar’ın Ön Asya’ya akınlarından sonra, Karduklar’ın tarih sahnesine çıktıkları göz önüne alınacak olursa, bunların Sakalar ile birlikte, bugün Türkistan diye anılan Orta Asya’dan geldikleri anlaşılır. Günümüzde dahil Doğu Türkistan’da kadim bir Türk boyu “Kurtuk” adını taşırken, Tiyanşan’ın güneyinde “Karduk” isimli bir Türk köyünün mevcudiyetinden de haberdarız.[33] Kelime olarak, Kardu (k) Türkçe’dir.

Kaşgarlı Mahmud bunu, “zemheri sıralarında su üzerinde yüzen fındık büyüklüğündeki buz parçaları” şeklinde izah etmiştir.[34] Karduk Türkleri’nin torunları olarak gösterilen bu günkü “Kürt” boyunun isminin de Türkçe’de, “yatkın kar”, “sertleşmiş kar” anlamına geldiği ileri sürülmüştür.[35] “Karluk” (Karlı,Karlık) adıyla yad edilen bir Türk zümresini de burada zikretmek yerinde olur. En eski Saka (“Su”)’lardan kopup gelerek Mezopotamya’da üstün bir medeniyet yaratan “Sumer” Türkleri’ne ait, yaklaşık M.Ö. 2000 tarihli iki eşik taşında geçen “Kar-da-ka” memleketinin ismi de[36], doğrusu anılmaya değer. Driver’e göre, “Kar-da-ka” memleketi, Van Gölü’nün güneyindeki “Su taifesi”nin yanında bulunuyordu.[37] Şerefname’de Bitlis bölgesinde bir “Suy Kalesi”nden bahsedilir.[38] Sakalar’ın en eski ve asıl adının “Su” olduğunu hatırlayacak olursak, bu bilgiler bize Kürttürkleri’nin ataları olarak kabul edilen “Karduklar”ın Türklüğü hakkında önemli ipuçları veriyor.[39]

“Ayrıcalık” davası güden çevrelerin de Kürttürkleri’nin menşeini “Sakalar”a dayandırmaları, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.

Prof. Reşit Yasemi, “Mecelle-i İran” daki (9.sayı) “Dillerin Dirilişi” başlıklı makalesinde şunlar yazıyor:

“Doğubilimciler” Kurti(Cyrti)’lerin[40] yurdunu İran’ın doğusu diye gösteriyorlar. Bu taifenin ilk bölümünün İran’ın doğusundan geldiğini ve Sakarti (Sakalar) olduğunu, bunlara Asurlular’ın ‘Zakruti’ dediğini belirtiyorlar.[41]

İhsan Nuri’de bu görüşe içtenlikle katılıyor ve şöyle diyor:

“Kurtiler’in en cesur taifesi olan ‘Zakruti’ler, ‘Sakarti’lerin adını andırır ve ‘Sakarta-Zakarta-Bakarta’ adları benzerlik gösterir. Bu Sakartiler, Kurti (Cyrti)ler’den idiler. Yerleri İran’ın doğusu olarak gösterilir. Hangi tarihte Zagros dağlarından geldikleri tam olarak bilinemiyor. Zagrosların doğu eteklerinde ve Erbil yöresinde yerleşmişlerdi. Adlarını da Zagros dağlarına vermişlerdir. Zagros, Zagrut adları birbirinin hemen hemen aynıdır.[42]

Guti, Kusi, Mitani v.s. gibi toplulukların Kürttürkleri’nin ataları oldukları görüşü üzerinde ısrarla duran İhsan Nuri, bunların da menşeini Saka Türkleri’ne dayandırıyor ve şunları vurguluyor:

“Acaba, Kürtler’in ataları olan Guti, Kusi, Mad ve Mitaniler, Pars taifesiyle aslında Sakalar’dan mı idiler? Eskiden Sakalar’ın sınırı Türkistan ve Moğalistan’ın doğusunda ve Afganistan’ın güneyinde, şimdiki İran’da Mazenderen denizinin batısında diye gösterilmiştir. Aslında Toroslar’a dek uzanmıştır.[43]

E.Herzfeld, “Asagarta” dediği “Sakarta” (Saka)lar’ı “Kürtler”in ataları saymaktadır.[44]

Bazil Nikitin’de; “Sagartalar, önce Seistan (Segistan-Sakaistan)da yaşıyorlardı.. Bunların adı bir ‘gart’ unsuru taşıdığına göre belki de bunu, tahlil edilen (Kardu, Kurti v.s.) benzeri köklere yaklaştırmak mümkündür”[45] demektedir.

Yine Bazil Nikitin, Asurlular’ın Kimmerliler ve İskitler (Sakalar) için “manda sürüleri” tabirini kullandıklarını zikretmektedir. Dikkate şayandır ki, Sakalar/İskitler’in günümüzdeki torunları olarak kabul edilen Kürttürkleri’nin konuştukları lehçede kullanılan “sak” kelimesi, “manda yavrusu” anlamına gelmektedir. Bu çok enteresan bir benzerliktir. Yine Kürttürkçesi’ndeki “sakol” kelimesi de, “çelimsiz, zayıf, değersiz hayvan” manasında kullanılır.

Sibirya’nın kuzeyinde yaşayan Yakut Türkleri, bugün bile kendilerine “saka” derler. Cengiz Han’ın ilk dayandığı kabilelerden biri de “sakait” adını taşıyordu. Altaylar’da yaşayan “sakay” adlı bir Türk kabilesinin varlığı da bilinmektedir.[46] Aristov, bu “sakay” kabilesi ile Kırgız Türkleri’nin “sakay” boyunu, eski Sakaylar’dan arta kalan oymaklar olarak kabul etmektedir.[47]

Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar olan geniş sahada ve Kürttürkleri arasında, “sak” veya “saka” adı yahut bunun ekler almış şekilleri yada bu ismin bozulmuş hallerini, yer adı olarak gördüğümüz gibi, aşiret isimlerinde de görmekteyiz.

“Van Tarihi”nde zikredildiğine göre, “Celali” diye adlandırılan kabilelerden biri “Sakan” adını taşımaktadır.[48] Kürttürklerini etraflıca anlatan “Şerefname”de, “Şakaki” adıyla bir aşiret zikredilir. “S”, “Ş” değişimi ile bunun “Sakaki” yada “Şakaki” olması muhtemeldir. Osmanlı arşivlerinde de zikredilen bu aşiretin iskan ettiği yerler şöyle gösterilir: Kilis, Diyarbekir, Erzurum, Musul, Halep, Çıldır, Hısn-ı Keyf Sancağı (Diyarbakır Eyaleti), Aksaray Sancağı, Kars, Van Eyaleti, Hakkari Sancağı, Mardin, Rakka, Ergani (Diyarbakır)[49]. Günümüzde, bu aşiretin bir bölümü Van dolaylarında meskun iken, büyük bir kısmı da İran topraklarındadır. Meşhur Simko İsmail Ağa’nın mensubu ve reisi bulunduğu aşiret buydu. Yine bu aşiretin Tunceli’nin Pertek ve Çemişkezek İlçelerinde “Şekakan” adıyla anılan kolları bulunmaktadır.

Şerefname’de zikredilen bir diğer aşiret de “Sekran”dır. Tunceli’de bu adı andıran bir “Sekaran” (veya “Zekaran”) aşireti mevcuttur.

İran’daki aşiretlerden biri “Sekur” adını taşırken, küçük Lor aşiretlerinden bir kabile de “Sekevend” adıyla yad edilir.[50] Farsça “-vend” eki kaldırılırsa, “Seke” kalır ki, “Saka” ile aynıdır. Ayrıca “Sekili” aşireti de, daha önce sözünü ettiğimiz “Sekel”lerin hatırasını saklar

Osmanlı arşivlerinde de “Saka” adının değişik şekilleriyle yad edilen bir hayli aşiret ve cemaat vardır. İşte birkaç misal:

· Sekatelli (Sekatellü): Mardin Sancağı, Rakka Eyaleti,(Ekrad-Kürt- Taifesinden).
· Sekenli (Sekenlü): Rakka, Diyarbekir, Erzurum, Kaş Kazası (Teke Sancağı) , (Ekrad-Kürt- Taifesinden).
· Seker (Sekerli, Sekerlü): Haleb, Maraş, Kiğı Sancağı (Erzurum Eyaleti)Yeni İl Kazası (Sivas Sancağı),(Türkmen Kürd’ü Taifesinden)[51].
· Sakamehmedli (Sakamehmedlü): Zülkadriye Kazası (Maraş Eyaleti), Tarsus Sancağı (Yörükhan Taifesinden).[52]
· Sakaratlı (Sakaratlu) : Günyüzü Kazası (Hüdavendigar Sancağı), Kırşehir Sancağı, (Yörükan Taifesinden).
· Sakcalı (Sakcalu) : Maraş, Kırşehir ve Bozok Sancakları, (Yörükan Taifesinden).
· Saklı (Saklu) : Gelibolu Sancağı
· Sake : Dimetoka Kazası (Paşa Sancağı)[53]

Şerefname’de “Sakaman” hükümdarlarından söz edilir ki, bu “Sakaman” bugün Tunceli’de bir nahiyedir ve “Sağman” adını taşımaktadır. “Sakaman”ın “-man”ı mübalağa ekidir. “Karaman, şişman, kocaman” v.s. gibi. Önündeki “Saka” ise, bildiğimiz “Saka”nın kendisidir. Yine Erzincan’da ve Erzurum’da “Sekman” adıyla yerler vardır.

Siirt’te “Saka”, Ahlat’ta “Sak”, Muş’ta “Sakavi”, Bingöl’de “Sakaviran”, Artvin’de “Sakalar”, Tunceli’de “Sakarat”, Palu’da “Sekarat”, Diyarbakır’da “Sakar”, Bismil’de “Seko”, Lice’de “Sağatan”(Sakatan), Hakkari’de “Sekan” v.s. gibi köy isimleri hep eski Saka Türkleri’nin günümüzde yaşayan bakiyeleri olarak kabul edilir

ZAZA TÜRKLERİ’NİN MENŞEİ[54]

Türk Milleti’ni meydana getiren boylar ve oymaklar zincirinin halkalarından birini teşkil eden Zaza Türkleri hakkında, maalesef bugüne kadar ciddi bir inceleme yapılmamıştır. Hakkında en az şey bilinen Türk topluluğu da budur. Diğer Türk boyları üzerinde yapılan bunca derin araştırma ve incelemelere rağmen, Zaza Türkleri konusu her nedense kimsenin ilgisini çekmemiştir. Buna “ihmalkarlık” da denebilir. Aslında öncelikle ele alınıp incelenmesi gereken –belki de en mühim- mesele budur.

“Zaza Türkleri” konusunu Türkiye’de ilk defa ele alıp ilim alemine tanıtan kişi, merhum Nazmi Sevgen Bey’dir. Yazar 1937’lerde bizzat yerinde yaptığı inceleme ve tespitlerle çok önemli malzeme elde etmiş ve yayınlamıştır.[55] Ancak bu malzemenin ağırlık noktası folklorik ve sosyolojik faktörler üzerinedir. Araştırma, umumi olarak bu çerçeve içinde işlenmiştir. İhtiva ettiği ana fikir, Zazalar’ın kesinlikle “Türk Menşeli” olduğu yönündedir. Fakat, “Tarihi Menşe” ile ilgili olarak verilen bilgiler, çok az ve yetersizdir. Zaza Türkleri’nin menşeini “tarih” açısından açıklığa kavuşturmanın ezikliği içinde bulunan yazar, nitekim 1969’larda kaleme aldığı bir yazısında, bunu gayet açık bir ifade ile belirtmek mecburiyetinde kalıyor ve şöyle diyor : “Zazalar’ın Dersim (Tunceli)bölgesine ne zaman geldikleri bilinmemektedir”.[56]

Bazı çevrelerce Zaza Türkleri, hiçbir incelemeye tabi tutulmadan, adeta peşin bir hükümle özellikle de art niyetli kimseler tarafından kasıtlı olarak “Kürt” mefhumu içinde mütalaa edilmişlerdir. Oysa bu hüküm, biraz sonra da ele alınacağı gibi, tarihi realite ile tam bir tezat teşkil etmektedir. Şu kadarını söyleyelim ki; Zaza Türkleri, “Kürt” kavramından çok daha önceleri tarih sahnesine çıkmışlardır. Milattan önceki çağlarda “Kürt” biçimi ile bir ismin varlığına tesadüf edilmezken, “Zaza” adına M.Ö. 9 . asırda rastlanmaktadır.

Bu incelemede “zaza Türkleri’nin Menşei” konusu üzerinde duracağız. Türkiye’de –ve belki de dünyada- ilk olarak tarafımızdan ele alınan bu konunun hiç şüphesiz, karanlıkta kalmış pek çok hakikatleri gözler önüne sermesinin yanı sıra, ilim ve kültür sahasında büyük bir boşluğu dolduracağını da ümit etmekteyiz.

Zaza Türkleri’nin “kadim tarihi”, kuşkusuz milattan önceki “bin”li çağlara kadar uzanmaktadır. Orta Asya’dan kopup gelerek Dicle ve Fırat havzalarında yerleşen ve “Proto-Türkler” diye adlandırılan “Su Kavmi”nin yarattığı göz kamaştırıcı üstün medeniyetin kurulduğu günden zamanımıza kadar geçen tarihi devreler içinde, “Zaza” Türkleri’nin varlığı gayet açık bir şekilde müşahede edilmektedir. “Su” kavmi diye anılan bu “İlk Türkler”e komşuları Çinliler “Su” ve “Se”, İranlılar “Sak” veya “Saka”, Yunanlılar “Skit/Skolot/Oskolot” (İskit) adını vermişlerdir. Mezopotamya’daki muazzam medeniyetin kurucusu olan “Sumer” ve “Subar/Suvar” Türkleri, işte bu “Su” Türkleri’nin birer boylarıdır.[57]

“Türkler’in Yaratılış Destanı”; “Daha hiçbir şey yokken, Tanrı Kayra Han ile uçsuz bucaksız Su varsı. Kayra Han’dan başka gören, “Su” dan başka görünen yoktu...[58] diye başlıyor. “Su”yun Türk kültür tarihindeki önemli yeri ve kutsallığı bilinmektedir. İlk Türkler olarak anılan “Su”lar belki de adlarını buradan almışlardı.

“Su” sözünün tarih boyunca pek çok Türk boy ve oymaklarının adlarının başında yer aldığına sık sık rastlamaktayız. Si, Su, Şu, Zu ve hatta Çu diye çeşitli şekillerde söylenen bu en eski Türk uruğunun adı, tarih öncesi çağlardan beri Çin sınırlarından Avrupa ortalarına ve Ön Asya’ya (Ortadoğu’ya) kadar yayılmış ve adları çağlar boyunca, yerleştikleri çeşitli muhitlerde türlü türlü deyimlere girmiştir.Sonraları yeni yeni oymaklar, dal dal ayrıldıkça, bu Si, Zu, Su, Çu adını yeni aldıklarının başına getirerek asıllarını korumaya çalışmışlardır.

“Su,Gur”, “Si-Gur” veya “Zi-Gur”[59], “Si-Gir”[60], “Si-Gil” veya “Çi-Gil”[61], “Si-Grek”[62], “Si-Kar-Tugara”[63], “Si-Sakan”[64], “Si-Çareki”[65], “Si-Enpi”[66], “Çuvaş”, “Suvar”[67] ve bunlar gibi daha pek çok irili ufaklı Türk kabile ve uruklarını sayabiliriz. Konuyu biraz daha açalım.

Milattan önceki çağlarda şimdiki Uygur Türkleri’nin ülkesine “Si-Tsu” adı veriliyordu. Tarihçiler bu adı muhtelif şekillerde yazmışlardır. Mesela; Pelliot, “Kiu-Che”; Deguignes, “Tshe-Su”; Marquart, “Kü-Su” ; Bretschneider, “Che-Shi”; Biçurin, “Çi-Si”; Eberhard, “Çu-Si” v.s.[68]. “S-Tsu” sözünün tarihçiler tarafından türlü türlü okunuşlarına dikkat edilecek olursa bunlar; “Si-Su”, “Şu,Şe” ile “Çi-Çu” şekilleri üzerinde toplanmaktadır. Bunları “Su,Çu” veya “Su-Çi” olarak adlandırmak da mümkündür. Zira bugün Kansu ilinde Huey-Hu (Esingöl) suyu üzerinde bir şehrin adı “Su-Çu”dur. Yine Moğolistan’da Baykal Gölünden Pekin’e giden anayol üzerindeki Şsmo bölgesinin Kuzeyinde bulunan bir kasabanın adı da “Su-Çu” olduğu gibi, Orhun nehri ile Selenga nehirleri arasında Selenga’ya dökülen bir kaynağın adı da yine “Su-Çi”dir.[69] Bunların doğrudan doğruya Su Türkleri’ne ait adlar olduğu meydandadır.

Çinliler “Göktürkler”i “Su”ların torunları olarak tanıdıkları gibi, Bizans yazarı, Bizans yazarı Menender Protektor ile K.Dutrich öe Marquart gibi tarihçiler , “Su”larla “Saka”ların aynı şey olduğunu belirtmişlerdir.[70] İranlılar “Su”lara “Saka” diyorlardı. Bu isim İranlılar’ın eski din kitabı olan “Zend Avesta”da “Sak” ve Pehlevi vesikalarında da “Sag” şekillerinde ifade edilmektedir.[71] Eski Uygur Türkçesi’nde “Su”ya “Sug” ve “Susuzluk”a da “Usag” denildiğine göre [72], “Sag”da aynı şeydir. Belli ki, “Su” isimli Türk uruğunun adı, İranlılar’ın dilinde “Sag”, “Sak” veya “Saka” olarak değişikliğe uğramıştır.

M.Ö. 989 yılına ait Çin kaynaklarında “Su” Türklerinden olan “Jonglar”la, yani “Su-Jonglar” ile Çinliler’in “Tsing” sülalesi hükümdarının savaştığı yazılmaktadır. Yine Çin kaynaklarına göre, M.Ö. 650’de “Su”larla Çinliler’in arası açılmış, “Su”lar yine bir Türk uruğu olan ve belki de Çin konuşma dilinde “Türk” anlamına gelen “Tik”lerle birleşmişlerdir.[73] Çinliler tarafından Türklerin kökü hakkında anlatılan bir efsanede; “Türkler eski Hunlar ülkesinin batısında Su adında bir krallıkta oturan Hunlar’dandır” deniliyor.[74] Buna göre, Çin kaynaklarında “Su”ların Türkler’in ataları oldukları belirtilmektedir. Vang-Pun-Son, Haloum, Harletz, Franke, Grum Grjimaylo gibi bir çok tarihçiler, Çin’in 3. İmparatorluk hanedanı olan “Su”ların Türk olduklarında birleşmektedirler. “Su”lar, Çin İmparatorluk tahtını M.Ö. 1050 yılından 250 yılına kadar ellerinde tutmuşlardır.[75] “Su”ların bir başka kolunun da M.S. 580 ile 618 yılları arasında Çin yönetimini ellerinde tuttukları bilinmektedir.[76] Bu hanedanın adı bazı kaynaklarda “Sui” şeklinde geçmektedir.[77]

Su Türkleri’nden olup, M.Ö.5 bin senelerinde Orta Asya’dan göçüp Ön Asya (Ortadoğu)’ya gelerek, Mezopotamya’da yerleşen Sumer ve Suber (Suvar) Türkleri’nin varlığı bilinmektedir. M.Ö. 4 bin senelerinde, tarihte ilk defa yazıyı (Çivi Yazısını) icat edip kullanan da bunlardı. Tesis edilen üstün ve ihtişamlı bir medeniyetin kurucusu olarak tanıdığımız “Sumer”lerin Türklüğü, şüphe götürmez bir hakikattir. Yerli ve yabancı bilginler de bu konuda hemfikirdirler. Mesela; B. Hrozny, Sumerler’in menşeini kesin olarak Orta Asya gösterir. Bununla birlikte, Prof. F.Hommel, V.Christian, B.Landsberg, Dr. Stephan Ronard, King, A. Moret, Prof Sir Leonard Voolley, Gordon Childe, G.Gonteneau, Marcellin Boule, C.Autran ve Tung-Dekien gibi bilginlerin yanı sıra, Alexandre Moret ve G.Davy’de aynı görüşü paylaşırlar.[78]

M.Ö. 3 bin senelerine doğru, bölgede Subarlar’a ait bir çok kabile ve küçük krallıklar bulunuyordu. Bunların çoğu Dicle ve Fırat nehirlerinin bolca suladığı yerlerde idi. Belli başlı büyük şehirler, küçük krallıkların merkezlerini teşkil ediyorlardı. Bunların hepsi de büyük “Sumer İmparatorluğu”nun nüfusu altında bir “soy birliği” teşkil etmişlerdi.[79]

“Sumer” ve “Subar”, “Su” uruğunun kollarıdırlar. Subarlar’ın bir adı da “Suvar”dır. “Su” sözü Türkçe’de; sub, suw, suv, suf, suy, sug v.s. gibi muhtelif şekillerde geçmektedir.[80] Buna göre; “Sum-er”, “Sub-ar”, “Suv-ar” v.s. hep “Su” uruğunun adını taşımaktadırlar. Sonu “-ar” ile biten Türk boy ve oymaklarının sayısı pek çoktur. Kimmer, Avar, Hazar, Bulgar, Kabar, Kaşgar v.s...

Prof. Zeki Velidi Togan, “Suvar” adının bugünkü “Çuvaş” Türkleri’nin eski adı olduğunu söyler. R.C. Colder’e göre Sumer dili, bugünkü “Yakut” Türkleri’nin[81] konuştukları lehçenin en yakın akrabasıdır.[82] Nikola Marr’da, “Çuvaşça”yı konuşan Türkleri doğrudan doğruya Sumerler’in torunları olarak kabul eder ve tezini bu yönden yürütür. İki dil arasındaki akrabalık derecelerini ortaya koyan sayısız bir çok misallere yer vererek bunu ispatlamaya çalışır hatta ona göre “Çuvaş” kelimesi “Sumer” sözünün başka bir söyleniş şeklidir. Yine ona göre “Subar” ve “Suvar” Türkleriyle “Sumer” aynı şeydir.[83]

“Su” uruğu hakkında verdiğimiz bu izahattan sonra, şimdi asıl meselemiz olan “Zaza Türkleri’nin menşei”

“Zaza Türkleri” hiç şüphesiz, “Sumer”, “Subar” veya “Suvar” diye anılan eski Türkler’in torunlarıdır. Zaza Türkleri ile Sumer ve Subar (Suvar) Türkleri arasında pek çok hususta, hayret verici benzerlikler göze çarpmaktadır. Sumer ve Subar/Suvar Türkleri’nin hakimiyet alanları sayılan Dicle, Fırat ve Murat havzalarında, milattan önceki çağlarda olduğu gibi, günümüzde de Zaza Türkleri’nin varlığına tesadüf edilmektedir. Bu durumu arz etmeden önce “Zaza” ve (“Za-Za”) adı üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Bize göre “Zaza” (“Za-Za”) adı, “Su” (Su-Su) adının değişik bir söyleniş biçimidir. Daha önce zikrettiğimiz “Si-Su”, “Su,Çu”, “Si-Sakan”, “Su-Gur”, “Zi-Gur” v.s. gibi, Su Türkleri’nden olan oymak adlarını göz önünde bulunduralım.

Tarihçi Juste, eski kitabelerinden bir taş üzerinde, “Za-Za” kelimesini okuduğunu söylemiştir.[84]. Babilliler Zazalar’a “Zou-Zou” diyorlardı. Çivi yazılı Asur kitabelerinde “Zou-Zou Marus” diye nakledilen bu adı “Zou-Zou Irmağı” şeklinde tercüme etmek doğru olur. “Marus”, Asur dilinde su veya ırmak manasına gelmektedir. Zou-Zou ırmağının yerini tayin etmek çok güçtür. Ancak, “Za-Za”ların bugünkü meskun bulundukları Fırat, Murat ve Dicle gibi sulak mıntıkalara bakacak olursak, en uygun mıntıka olarak burayı buluruz.[85] “Su” uruk adı bazı kaynaklarda “Sui” şeklinde geçtiğine göre; “Zou” ile “Sui”yi aynı şey olarak düşünebiliriz. Buna göre , “Zou-Zou” ile “Sui-Sui” arasında da fark yoktur. “Su-Su” veya “Za-Za” adlarının da bunların değişik söyleniş şekilleri olduklarında şüphe yoktur. Kadim zazalar’ın toprağında bir “Zahu” ırmağının varlığını da bilmekteyiz ki, bugün bu su, Irak toprakları içindedir ve yine bu adla anılan bir de kasaba bulunmaktadır. “Zahu” adı, “Zou”yu andırmaktadır.

Zazalar ve yurtları için, milattan önceki çağlarda komşu devletler, dillerinin fonetiklerine göre; “Zu-Za”, “Su-Sa”, “Zoki”, “Zamsa”, “Saski”, “Zasin”, “Zamua” , “Zapsas”, “Susiana”, “Sesedina”, “Zanzavina” v.s. gibi birbirlerine benzer adlar kullanmışlardır. Bunlara bakarak, günümüzde “Za-Za” (Zaza) şeklini muhafaza etmekte olan bu sözün, “Su” adından çıktığına az evvel değinmiştik. Yukarıda bu kök söz; “Zu”, “Su”, “Se”, “Za”, “Sa”, “Zo” şeklinde geçtiğine göre, mesele çözümleniyor demektir. Kuşkusuz bu sözler, bahis konusu edilen “Su” isimli kadim Türk uruğunun adının bozulmuş şekilleridirler. Zazalar’a komşuları tarafından izafe edilen bu kök isimler, Türk dilinde, “Su”, “Sa”, “So” v.s. biçiminde yazılabilirdi. Çünkü eski Türkçe’de kelimenin başında “Z” harfi bulunmuyordu. Şu halde, bu adlar ile “Su” uruğunun adı arasında hiçbir fark yoktur. “Za-Za” adının da “Sumer”, “Subar/Suvar”, “Çuvaş”, “Saka”, v.s. gibi Türk boylarının adları ile aynı fonetik özelliklere sahip olduğu, gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bunların hepsi de “Su” ata uruğunun adını taşımaktadırlar.

“Z” ve “S” değişimi için görüşümüzü teyit eden iki tarihi kaynağın verdiği bilgiden de bir misal vereceğiz.

Pers Kralı I.Darius (Dara)’un (M.Ö. 522-486), Bisutun kayalıklarına yazdırdığı kitabede, Dersim (Tunceli) ve havalisi “Zu-Za” adı ile anılmaktadır.[86] Yunanlı Ksenofon’da bu bölgede (M.Ö. 401 yılında), “Su-Sa” adında bir şehirden bahsedilmektedir.[87] Ki bu şehir, Zazalar tarafından kurulduğu izlenimini veren “Susiana” krallığının merkezi olarak kabul edilmektedir. Her dil kendine has bir takım fonetik özelliklere sahip olduğu için, Zazalar’a izafe edilen isimler arasında da böyle ufak tefek değişlikler olabilmektedir. Açıktır ki, bugünkü “Zaza” sözü, “Zuza” ve “Susa” ile aynı olup, onların değişik bir söylenişidir ve “Su” diye bilinen ilk Türk Kavminin adını da –diğer Türk boylarında da olduğu gibi- bir hatıra olarak hala muhafaza etmektedir.87/1

Zaza Türkleri’nin eski çağlarda olduğu gibi, bugün de, özellikle Dicle-Fırat-Murat havzalarının kapladığı alanlarda yerleşik bulunmaları, Zazalar’ın eski “Su” uruğu ile olan akrabalık ilişkilerini pekiştirmektedir.

Konuyu açmak gerekirse; Munzur dağlarının ötesinde önemli bir yer tutan Erzincan mıntıkasını içine alıp, Kelkit-Bayburt sınırına kadar olan bölgeye yayılan Zaza Türkleri’nin , genellikle Fırat nehri sahillerini sağlı sollu kuşatarak Sivas’ın Zara ilçesine kadar uzandıklarını görüyoruz. Murat suyu da en geniş manasıyla Zazalar’la meskun mıntıkanın ortasından geçer. Murat havzasında; Varto, Solhan, Genç, Çabakçur (Bingöl), Palu, Sağman (Pertek) Zazaların meskundur. Zaza Türkleri’nin kuzeyde Fırat ve Murat ırmakları sahillerinde yerleşmiş olduklarını görürken, güneyde de (Diyarbakır’da) Dicle Irmağı etrafında kümeleştiklerine şahit oluyoruz. Dicle, esas suyunu iki kaynaktan alır. Birinci kol, Gölcük (Hazar Gölü) civarından doğar; Maden, Piran (Dicle), Eğil ve kısmen de Ergani Zazaları’nın meskun bulundukları mıntıkanın tam ortasından geçerek, “Delucan” mevkiinde, Bırklinden gelen ikinci kolla birleşir ve esas Dicle adını alır. İkinci kol ise, Lice-Genç arasındaki Bırklin mağarasından doğar, Lice’nin Zaza köyleri ile Hani ve Piran (Dicle) Zazalarından müteşekkil bölgeden ilerleyerek birinci kolla birleşir. Bu havalide Zaza Türkleri ile meskun hayli köy vardır. İlgi çekici bir diğer noktayı da Aşağı-Fırat vadisinde görmekteyiz. Zira burada da yine aynı vaziyet söz konusudur. Malatya’nın Pütürge Zazaları, Adıyaman’ın Gerger Zazaları, Urfa’nın Siverek Zazaları ile Diyarbakır’ın Çermik ve Çüngüş Zazaları’nın bulunduğu bu mıntıkayı yarıp geçen Fırat Nehri, aynı zamanda bu ilçelerin sınırlarını da çizmektedir.

Zazalar’ın su ile olan bu beraberlikleri, bununla da kalmayarak, daha ileri bir safhaya varmıştır. Öyle ki, Zazalar’da “su” dan daha mukaddes bir şey düşünülemez. Her su kaynağı, Zaza Türk’ü için bir “ab-ı hayat” kadar kutludur ve hürmete layıktır.

En eski devirlerden beri Türkler’in tabiat kültüründe “su” önemli bir unsur olmuştur. Orhun yazıtlarında “yer-su” Türklerin koruyucu ruhları olarak zikredilir. “Ongin” yazıtında “yer-sub-tengri” sözü geçmektedir.

Büyük Türk İslam bilgini El-Biruni, “El-Asarü’l-bakiye” adlı esrinde, Oğuzlar’ın çok bereketli bir pınar yanındaki kayaya taptıklarını, secde ettiklerini yazmıştır. Bu 10.asır Oğuzlarını çok iyi tanıyan bilginin verdiği haberdir. Gardizi’ye göre 10. asırda İrtis Irmağı boylarını işgal eden Türk Kimek kabilesi bu ırmağa taparlar ve “su, Kimeklerin tanrısıdır” derlerdi.

Altay-Yenisey şamanist Türklerin ayinlerinde söyledikleri ilahilerde; Yenisey, Abakan, Kem, Tam Irmaklarının adları geçer. Altın Ordu Kıpçaklarının destanlarında Volga Irmağına “Ana İdil” denilmektedir.

10. asır İslam coğrafyacılarından İbn El-Fakih’in verdiği malumata göre, Barshan Türkleri Işıkgöl’ü takdis eder ve ona taparlardı. Çağımızdaki Altay-Sayan Türkleri tabiat kültürüne tıpkı eski Türkler gibi, “yer-su” demekte ve muhteşem ayinler yaparak “yer-su”ya hitaben ilahiler söyleyerek, “bereketli hayvan sürülerimizin canlarını yaratan yer-suyumuz” derler.[88]

Dersim (Tunceli)’li Zaza Türkleri’de “Munzur”suyunu en mukaddes su olarak bilirler.

Ulu dağların altında tazyikle süt gibi beyaz olarak çıkan kaynaklar genel olarak en kutlu sulardır. Bunlara en güzel misal, Munzur dağları güneyinde Ovacık’ta Munzur çayını doğuran büyük ve tazyikli çıkan kaynak teşkil etmektedir. Küçük bir alandan koca bir çayın çıkmasını sağlayan ve kırk göze olduğu söylenen bu kaynak çıktığı yerlerde bembeyaz görünür.

Burası bütün Tunceli (Dersim) halkı için mukaddes bir kaynak olduğu gibi, “Munzur” adı altında, Kalan yanında, Harçik suyuna karışıncaya kadar devam eden kol da yine kutsi çaylardandır. Bir zamanlar bunun balığı bile yenmez, suyu içine girilip kirletilmezdi. Çünkü iyilik eden ruhlardandır. Her yıl bu su başında birçok kurban kesilir. Bu bir ibadet şekli, İslamiyet’ten sonra bir efsane ile evliyaya kurban şeklini almıştır. Efsaneye konu olan evliya ise bir çobandır.

Tunceli’nin Munzur Dağlarından çıkan Munzur Çayı nasıl mukaddes ise, Buyer Baba Dağından çıkıp, Zel Dağının altından geçen “Kutlu Deresi”de o derece mukaddestir.[89]

M. Nuri Dersimi’nin “Dersim Tarihi” isimli eserinde, “Munzur Suyu”nun kutsiliği hakkında verdiği malumatı, gayet ilgi çekici bulduğumuzdan, aynen naklediyoruz:

“Munzur suyu kaynağı: Buradaki umumi manzara insana bir heybet ve bir ilahi alamet duygusu telkin eder. İnsan gayri ihtiyari bir heyecana kapılır, bir çokları heyecandan ağlar, tabiata perestiş (tapınma) ve secdeye gelmek ihtiyacını duyar. Ufuklara baş çeken sonsuz zincirleme dağların eteklerinden fışkıran kaynakların yamaçlara aksettirdiği inleyişler, göklerin mavisini kapatan asırlara şahit büyük ağaçlar, efsanevi bir alem duygusunu verir. Aşiretlerin bu kaynaklar başında kestiği kurbanları, tabiatın harikalarına tapınmanın bir tabiat tezahürü saymamak imkansızdır.”

“Burada, tabiatın bu ilahi haşmeti önünde, aşiretler aralarındaki husumet ve ihtilafları unuturlar, bakışlar hep kardeş bakışı olup, tarafların hakemleri, basit birer umumi duruşmadan sonra, kararlarını ittihaz ederler, kararlar nihaidirler. Hasımlar öpüşür, kucaklaşır, güler, beraberce yer ve içerler. Tarafların binlerce silahlı davetlisi olan aşiretler, huzur içinde mıntıkalarına dağılırlar. Bu kaynakların başında, en çetin davalar, en kanlı ihtilaflar halledilir. Verilen her türlü karara, gayri ihtiyari her fert baş eğer, kendinde itiraz etmek cesareti bulunmaz.”[90]

Bu açıklamalardan sonra, Zaza Türkleri’nin su ile nasıl haşır-neşir olduklarını bir kere daha düşünerek, “Su” uruğu ile olan “soy birliği”nin ve “akrabalık” bağlarının menşeinin temel unsurlarını bünyesinde toplayan kadim Türlüğün günümüzde, Anadolu’daki varislerinin Zaza Türkleri olduğunu kat’i olarak söyleyebiliriz.

Dikkatimizi çeken bazı benzerliklerden söz etmeden geçemeyeceğiz. Şöyle ki:

Sumerler’de; “Umma” bir tanrı idi. Zaza Türkleri Tanrı’ya “Humay” der. Göktürklerde de “Umay” vardır.

Sumerler’de güneşe tapılırdı. Dersim (Tunceli)’de de ona tapıyorlar. Tunceli’li Zaza Türkü sabahları pek erken kalkıp, muhteşem dağlar arasından doğmakta olan güneşin ışıklarına karşı vücuduna muhtelif eğilme ve hareketler vererek ibadet eder. Güneşe Tanrı’nın nuru denir.[91] Bir kısım eski Türk boylarında da “güneşe tapma” ön safhada göze çarpar. Kuzey bozkır göçebelerinde bu açıktır. Hunlar’ın Tan-Hu’ları doğan güneşi ve yeni ayı eğilerek selamlarlardı. Türk hakanlarının çadırı da doğuya açılırdı. Çin kaynaklarına göre bu “gökün bu yönüne saygı nişanesidir, zira güneş oradan doğar.”[92]

Sumerler, yüce dağların bulunduğu yerlerden (Orta Asya’dan) ayrıldıkları için, tanrıların yüksek dağ başlarında bulunacaklarına inanırlardı. Mezopotamya’ya geldiklerinde dümdüz bir arazide (daha doğrusu iyilik yapan bu tanrılar yanlarına getirmek ve onları yükseltmek için), “Sigurat” denilen bazıları yedi kata kadar yükselen kuleler yaptılar. Tanrıların buralarda oturabileceklerine inanıyorlardı.[93] Bu bakımdan Sumerler’de ilk güneş ışığının çarptığı “Sigurat”lar, birer mihrap idi. Tunceli’de “Sakarat” tepesi mihraptır. Tunceli’li Zazalar ilahlarının yüksek kayalar üzerinde durakladığına inanırlar. Sivri ucuna güneşin ışığı ilk defa çarpan yüksek kayada onların mihrabı sayılır. “Sakaran” Tunceli’nin bu cinsten mukaddes bir kayasıdır. En yüksek kaya olması dolayısıyla, “güneş tanrı”nın ilk ışığı onun sivri tepesinde canlanır. Tıpkı Sumerler’deki sitelerin “Sigurat” adı altında tanıdığımız kuleleri ve ehramları gibi. Zazalar’la meskun olan Palu civarındaki “Sakarat”da bunlardan biridir.[94]

Sumerler’de “İn” ve “Sin” hem mabud idiler, hem de mabetleri vardı. Tunceli’de “İn” ve “Sin” köylerinde ruhani sülaleler ve mukaddes yerler vardır.[95] Sumerler’deki “Sin” tapınağına karşılık , Diyarbakır’daki “Sin Camisi”de tipik bir misaldir. Evliya Çelebi’ de bu camiden bahseder.[96] Yine Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde “Sinda” ve “İnkan”, Ergani İlçesinde “Sini”, Silvan İlçesinde “Sınsın” gibi köylerin varlığı da anlamlıdır. Bugün İran sınırları içerisinde bulunan Kirmanşah’ta, “Sincabi” diye anılan bir aşiret vardır.[97] Yine bu şehirde “Sumeyrem” adıyla bilinen bir kale mevcuttur [98] ve Sumer adını andırmaktadır.

Sumerler’de mukaddes sayılan ağacın benzeri, Tunceli’nin “İn” köyündeki ruhani sülalede emanettir. Hangi çağa ait olduğu bilinmez, bir kütük halinde saklanır.[99] Kiştim köyünde de bunun bir benzeri vardır. “Dersim Tarihi”nin yazarı, bunu şöyle anlatır: “Büyük bir oda ortasında, büyük ve eski bir direk vardı. Bu direkte yeşil sargıyla sarılı bir değnek asılmış ve değneğin sargıdan dışarı kalan kısmı büyük bir yılan başı şeklinde görünüyordu. Buna herkes “Kiştim Evliyası” diyordu... Buraya toplanan halk, bir taraftan iniltili seslerle Humay’a yalvarıyor ve bir taraftan değneğe karşı huşu ile boyun eğiyorlardı. Genel bir ağlayış baş gösterdi, ben dahi bu umumi heyecan ve heybetten ağlamaktan kendimi alamamıştım...[100]

“Erzincan Tarihi”nde yine bu Kiştim Köyündeki mukaddes bir ağaçtan söz edilmektedir. Yazar şöyle diyor: “Kiştim köyünde büyük bir söğüt ağacı vardır ki, beş altı asırlıktır. Dallar ve budakları etrafa kol salmış birkaç yerinden filizlenerek başka birer ağaç meydana getirmiştir... Bu ağaca mukaddes nazarıyla bakarlar ve dibinde kurban kesip and içerler...”[101]

Doğu Türkistan’ın Müslüman kamları da hastayı efsunla tedavi ederken çevrelerinde “kayın ağacı” bulundururlar. Kayın ağacı aynı zamanda, kendisine tapınılan mukaddes bir varlıktır. Belti ve Sagay Türkleri, gök veya dağ kurbanı ayinini kayın ağaçları altında yaparlar. Yakutlar, kara çam ağacını da mukaddes sayarlar. Çocuğu olmayan Yakut kadını kara çam ağacına gelir, beyaz at derisini ağacın altına serer ve ağacın karşısında dua eder.[102]

Sumerler’de, “Ağdad”, tıpkı “Orkan” gibi fırtınaya ve korkunç hamlelere müekked idi. Bugünkü Tunceli’nin korkunç fırtınaları da “Ağdad” köyünün doğusundaki “Tacik Baba” tepesinden patlar.(Tacik Baba’dan hem fırtına patlar, hem de Tunceli’li Zaza Türk’ü, “Tacik Baba”dan top uğultularına benzeyen fırtınalı sesler geldiği zaman bunun, devletin harbe gireceğine, şayet devlet harp halinde ise, zafere işaret ettiğine inanmıştır.[103]) Bingöl’ün Kiğı İlçesine bağlı bir köyün adı da “Ağdad”tır.

Dikkate şayandır ki, Zaza Türkçesi’nde Sumer Dili’nin pek çok kelimelerinin az bir farklılıkla ve aynı anlamda, bugün bile hala kullanılmakta olduğuna şahit oluyoruz. İleride “dil” bahsinde ele alınacağı üzere bazı bilginler, İsa’nın doğumuna yakın yıllara kadar, bütün Türkler’in tek bir dil konuştuklarını ve bu devrenin de “Ana Türkçe Çağı” olduğunu ileri sürmektedirler. Bugün farklı coğrafya parçaları üzerinde yaşayan ve aralarında bir hayli uzaklık bulunan Zaza Türkleri ile Çuvaş veya Yakut Türkleri’nin konuştukları lehçelerdeki sözlerin ayniliği, bu görüşü teyit eder niteliktedir. Benzerlik arz eden kelimelerin, milattan önceki “Ana Türkçe”nin malı olduğu şüphesizdir. Daha önce, bazı dil bilimcilerin Çuvaş ve Yakut Türkçe’lerini “Sumerce ile akraba” saydıklarını belirtmiştik. Bizim araştırmalarımız da, Zaza Türkçe’si ile Çuvaş, Yakut ve Sumerce’nin birbirlerine olan yakın akrabalıklarını ortaya koymaktadır. Mesela Sumerce’de’de “ama”, Çuvaş ve Yakutça’da “ama”,eski Uygur Türkçe’sinde “uma”, keza Divan-ı Lügati-t Türk’te de “uma”, Zaza Türkçe’sinde “ma” veya “may” (özellikle, Hani, Dicle, Palu, Tunceli’de) gibi muhtelif söyleniş biçimleri bulunan bu kelimelerin Türkiye Türkçesi’nde ki karşılığı “ana”dır...

“Dil” cihetinden, Zaza-Sumer akrabalığını gösteren pek çok delil vardır. Misal olarak bazı Sumerce kelimeleri[104], mukayese ettiğimiz Zaza Türkçesi’ndeki kelimeler ile birlikte sunmak istiyoruz:

SUMERCE ZAZA TÜRKÇESİ
agaregatarla
barber/perumum,bütün
barbabanbarınak,barınacak yer, ev
dudut/tutçocuk
duruvındur/vındurudur,durmak
eşeşan/aşaneşmek, kazmak
gişkugişnu/kişnuşişman adam, şişko
ilele/laip, ilmak
ilupil/piluulu, büyük
kıyıkıyşt/kıştkıyı, sahil

Milattan 4 bin yıl önce Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu bölgeleri dahil, “Mezopotamya” diye anılan bugünkü Suriye ve Irak topraklarını da içine alıp, Basra Körfezine kadar uzanan geniş bir sahada üstünlüğünü hissettirerek ayrı ayrı bölgelerde krallıklar tesis eden Sumer ve Subar/Suvar Türkleri’nin yaşayan torunları olarak kabul ettiğimiz Zaza Türkleri, meskun bulundukları mıntıkalarda, bu ecdat adlarını aynen veya bunların değişik, yahut ekler almış şekillerini birer hatıra olarak hala muhafaza etmektedirler. Burada, sadece birkaç misal vermekle yetineceğiz.

Diyarbakır ve Harput mıntıkasında kurulan bir “Sup” Krallığı’nın mevcudiyetini biliyoruz.[105] Adının da dalalet ettiği gibi, bu krallığı Subar Türkleri kurmuştu. “Sup” adı, bazı kaynaklarda “Sukh” şeklinde geçer.[106] Zazalar, günümüzde dahi Diyarbakır iline “Suk” derler. Üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen bu adın hala muhafaza edilmesi, oldukça anlamlıdır. Zazalar’la meskun bulunan Diyarbakır’ın Eğil bucağındaki eski “Sup” krallarına ait mezarların [107] varlığı da, keza aynı şekilde düşündürücüdür.

Urartular, Harput mıntıkasına “Supani” adını veriyorlardı. Diyarbakır’da “Sıpani” adında bir köy mevcuttur. Palu’da, “Sebiterias” adını taşıyordu.[108] Bu isim “Subari”nin bozulmuş bir şekliydi. Urmiye Gölü kuzeyinde akan “Sibir” çayı da bunların adını taşır.[109] Orta Asya’daki “Sibirya” adı, yine bunlardan kalmadır. “Sipki”, “Sibki”, “Sipkani”, “Sibari” (Zibari) gibi aşiret [110] isimlerinin kaynağını da yine bunlarda aramak gerekir.

“Subar”ların diğer adı “Suvar”dır. Ağrı, Elazığ, Erzurum ve Bitlis’te “Suvar” adlarını taşıyan köyler vardır. Palu, Hınıs ve Bingöl’de, “Suvarlar” anlamına gelen, “Suvaran” isimli köyler mevcuttur. Adıyaman’ın Besni ilçesinde ve Malatya’da “Suvarlı” adında birer köy bulunmaktadır. Malatya’nın Pütürge ilçesinde, “Siver” bir köydür.Zazalığın güney hududunda önemli bir yer tutan “Siverek” adı da anılmaya değer. “S” ve “Z” değişimi ile Tunceli’nin Pertek ilçesinde “Ziverek” adlı köyler de dikkat çekicidir. Ayrıca ; “Şuvan” (Suvan/Sivan), “Çuvan”, “Şiveli” (Siveli), “Sivelan”[111] gibi aşiret isimlerinin sonlarındaki “-an” çoğul ekini kaldırdığımızda, arta kalan; “Şuv”, “Çuv”, “Siv” gibi sözlerin, eski Türkçe’de “Su” anlamına geldiğini daha önce zikretmiştik. Sumerce’deki “Sıv” sözü de “su” anlamına gelir. Şu halde, bu aşiret isimleri de eski kökün birer mirasıdırlar. Bingöl’ün Genç (“Dareyhini”) ilçesinin hemen hemen tamamını kaplayan geniş bir mıntıkada 33 köy (muhtarlık) ve 86 tane de mezra vardır ki, bütün bunları bünyesinde toplayan bu bölge “Sivan” adıyla anılmaktadır. Çoğul eki olan “-an”ın önündeki “Siv-“ın anlamı üzerinde daha önce durmuştuk. “Sivan”, “Su’lar” yani “Su uruğundan olanlar” demektir. Sivan Zazaları da asırlar öncesindeki “Su” Türk uruğunun (yani, kendi atalarının) hatırasını farkında olmadan yaşatmaktadırlar...

Zaza Türkleri’nin kadim tarihine ışık tutucu nitelikte olup, ancak bugüne kadar gün yüzüne çıkarılmayan bazı tarihi kıymetlerin mahiyetinden sözetmek için, tekrar milattan önceki çağlara inmemiz icap ediyor.

Sumer ve Subar/Suvar Türkleri’nin birleşik gücü, güneyden Asurlular, batıdan Hititler, doğudan Urartular ve sonraları İranlı Medler ve Persler’in yıllar süren saldırıları karşısında zayıflayıp sonra da dağılmaya yüz tutunca, bunların bazı kabileleri çeşitli bölgelerde, kendi başlarına, küçük küçük krallıklar kurdular. Bu küçük krallıların zaman zaman, yukarıda zikredilen Asuri, Hitit, Urartu, Med, Pers ve sonraları da Ermeniler’le çatıştıklarını tarihi kayıtlar bildirmektedir.

Bugünkü Zaza Türkleri’nin ataları tarafından kurulan bu küçük krallıklardan biri, günümüzde İran sınırları içerisinde bulunan Urmiye gölü civarında, diğerleri ise Dicle, Fırat ve Murat ırmakları dolaylarında tesis edilmişlerdi.

Urmiye Gölü civarında kurulan Zaza Krallığı, “Zamza” adını taşıyordu. Burası, Urmiye gölünün güney ve güneybatı bolgesi idi. Asur kaynaklarının bildirdiğine göre; M.Ö. 882 senesinde Asur Krallı III. Assaurnasirabal, hazırladığı büyük bir orduyla, Zaza Türkleri’nin bu küçücük hükümeti üzerine yürümüştür. Netice itibariyle burası, Zazalar ile Asurlular arasında başlayan kanlı çatışmalara sahne olmuş ve Asurlular sadece kalabalık orduları sayesinde bu bölgeyi ele geçirmişlerdi.[112]

Günümüzde , Urmiye Gölü çevresinde meskun bulunan “Zerza” aşireti[113] hala o atalar (“Zamza”) adını taşımaktadır. Ancak bu aşiret, İran-Fars kültürünün tesirinde çok kaldığından, lehçesi, konuşulmakta olan Zaza Türkçesi’ne benzememektedir. Şerefname’de “Zerza” aşiretiyle birlikte, bu bölgede, bir de “Zerza Vilayeti” zikredilmektedir.[114] Evliya Çelebi’de , “korkulu, tehlikeli, dar ve amansız” diye nitelediği bir “Zerzivan” boğazından bahseder.[115]

Asur Kralı III. Assaurnasirabal, M.Ö. 880 yılında Urmiye gölünün batısına yönelerek “Zapzas” mıntıkasını da işgal etti. Daha sonra Fırat, Balık ve Habur suları arasındaki bölgede bir beylik kurmuş olan “Zoki”lerle savaştı. (M.Ö. 879).[116] “Zoki” (Zuki)ler, büyük bir ihtimalle Diyarbakır’daki “Sup” (veya “Sukh”) krallığından olan bir topluluktu. Asur kaynaklarındaki Zoki/Zuki şeklinde geçen bu isim, “S”, “Z” değişimi ile, üzerindeki esrar perdesi kalkıyor ve asıl adı (“Suki/Sui/Su” veya “Suk/Sug/Su”) ortaya çıkıyor. Babillilerin Zaza Türkleri’ne “Zou-Zou” dediklerini biliyoruz. “Zou” (Su) ile “Zoki” (Su) arasında önemli bir benzerlik vardır. Bunlar muhtemelen aynı topluluk idiler. Bugün Bitlis’te, “Zoki” (veya “Pa-zoki”, “Pa-zuki”) adını taşıyan bir aşiret vardır. “Zap” suyuda adını “Sup” (Supar/Subar) Krallığından almıştı. Yunanlı Ksenofon, M.Ö. 401 yılında bu adı “Zapataş” şeklinde yazmıştır.[117] Asur kaynaklarında bu mıntıka, “Zapzas” adı ile anılmaktadır.

“Zapsas” mıntıkası ile “Zamza” mıntıkası yan yana idiler. Bunların kuzeyindeki bölge ise (Van gölü yöresi), “Zanzavina” adını taşıyordu ve burası aynı zamanda bir “krallık”tı. (“Zanzavina”daki “-vina” ile “Zapzas” daki “-s” ekleri kalktığında; “Zamza-Zanza-Zapsa” ana kökleri kalır ki, “Zaza” ile aynıdırlar.) Asur kralı II. Salmanasar, ordusuyla birlikte bu havaliye yöneldiğinde, “Zanzavina Kralı”nın gelip kendisine hediyeler takdim etmesi de bir işe yaramadı.II. Salmanasar, M.Ö. 856’da “Zamua” ve “Ma-Zamua” bölgelerine hareket etti. Bu bölgelerin küçük ordusu ve halkı, Urmiye gölünün ortasındaki adalara iltica ettiler.[118]

Bu sıralarda, Doğu Anadolu bölgesine Urartular yerleşmiş, ne yazık ki bunlar da Asurlular’dan hiç de geri kalmamışlardı. Urartu kralı Menuas (M.Ö. 810-780), kısa bir zamanda “Katar-Zasin” ile “Lu-sasin” krallıklarına ait kaleleri zaptetti.[119] Bu krallıklar muhtemelen adının da tanıklığıyla bugünkü “Sasun” ilçesinin topraklarında bulunuyordu. Sasun ilçesi, günümüzde kısmen Zaza Türkleri ile meskundur. “-N” çoğul eki kaldırıldığında; Zasi-Sasi-Sasu-Zaza kelimeleri arasındaki benzerlik gayet ilgi çekicidir.

Kral Menuas, daha sonra Murat suyu üzerinde bulunan “Dial-Hini” (Drauhini) Krallığının üzerine yürümüş, bu krallığın merkezi olan “Sasilus” kasabasını da ele geçirmişti.[120] “Diauhini” veya “Drauhini” denilen yer, bugünkü Bingöl ilinin “Genç” ilçesidir. Bu ilçe tamamıyla (40 kusur köy dahil) Zaza Türkleri ile meskundur. Günümüzde dahi bu ilçe, yerli halk ve köylüler dahil, komşu ilçelerin sakinleri tarafından da “Darahani” yada “Dareyhini” adıyla anılır. Bu ilçenin “Sivan” bölgesinde, “Sosın” diye bir köy vardır. Bu köyün kadim tarihteki “Sasilus”un bizzat kendisi olduğu düşünülebilir. Kelimelerin sonundaki “-lus” ve “-n” ekleri kaldırıldığında, “Sasi” ve “Sosi” ana kökleri kalır ki bunlar da birbirlerinin, dolayısıyla “Zaza” ile aynıdır.

Urartu Kralı Menuas, bunlardan sonra da “Sesedina” memleketine karşı yürüdü, bu arada “Zuama”ülkesinin de arazisini işgal etti.[121] Dicle ırmağının doğusunda bulunan bir “Susiana” Krallığının varlığını bilmekteyiz. Ksenofon, bu krallığın başkentinin “Susa” olduğunu söyler. Buna daha evvel değinmiştik. “Sesedina” ile “Susiana”nın aynılığı kuvvetle muhtemeldir. Bir kelimenin değişik dillerdeki fonetiklere göre nasıl şekilleneceğini düşünelim. “Sesedina” ile “Susiana”nın son ekleri olan “-dina” ve “-ana” yı kaldırınca, kök söz olan “Sese” ve “Susi” kalır ki, bunlar da yine birbirlerinin aynıdır. Evliya Çelebi Dicle havzasında bir “Susa Kalesi”nin varlığından bahseder.[122] Ayrıca yine “Sersar suyu ve kalesi”ni de zikretmektedir.[123] Diyarbakır’ın Silvan ilçesine bağlı bir köyün adı “Susa”dır. Lice ilçesindeki bir köyde “Sisi” adıyla bilinir. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde bir Zaza aşiretinin adı “Sisan”dır. Diyarbakır’ın Çermik ilçesindeki “Sarsap”, Çüngüş İlçesindeki “Şarsap “(Sapsap) ve “Salsav” birer köy adıdır. “Samsat”da Adıyaman’da bir ilçedir. Kelimelerin etimolojisini ele almıyoruz. Ancak “Samsat” için şunu diyebiliriz. “T”, eski Türkçe’de çoğul ekidir, bu ek düşünce, “Samsa” kalır ki, “S”, “Z” değişimi ile, daha evvel zikredilen “Zamza” ile aynı olur. Bu da, “Zaza”dır.

Urartu Kralı I.Argistis (M.Ö. 780-755), Zaza Türklerinden bahseder. Bazı yazılarında (kitabelerinde) ise, Zazalar’ı “Zavaidi” diye göstermiştir.[124] Bu kralın “Saski” hanedanı ile “Zuaen”lere olan düşmanlığı ve aralarındaki mücadeleler de anılmaya değer.[125]

Asur kaynaklarında bir de “Mu-Zazir” Krallığından bahsedilir. Bu krallığı yöneten de, “Ur-Zana” adını taşıyordu.[126] Asur kayıtlarına göre; Asur Kralı Sargon, M.Ö. 714 senesinde, “Mu-Zazir” şehrini tahrip etmiştir. Bu şehir, Hakkari’nin şimdiki Beytüşşebap ilçesi civarında ve kuzey-batısında idi. “Mu-Zazir” adı, bazı kaynaklarda “Mu-Zasir” veya “Mu-Sasir” şeklinde de geçmektedir.[127]

Asurluların, Ağrı dağı güneyinde, Van, Bitlis, Siirt ve Bingöl havalisinde yayılan Su/Saka (bazı dillerde “Sakarti”) Türkleri’ne verdikleri “Zikirtu” adı[128], bize bir konuda önemli bir ipucu veriyor. Bingöl Zazaları’nın nadiren de olsa, kendileri için kullandıkları bir “Kırd” sözü vardır. Bunun kaynağı büyük bir ihtimalle, “Zikirtu”dur. Bingöl’deki “Kıkti” aşireti adının da buradan çıktığı söylenebilir. Bingöl’ün Kiğı ilçesinde “Zig”, Tatvan’da “Zigak”, Baskil’de “Zikan” isimli köy adları da düşündürücüdür. “Yigirmi” sayısının “yiirmi/yirmi”ye dönüşümü gibi; “Siirt” ili adının da “Zikirtu” (Sikirt/Sigirt/Siirt)’dan çıkması mümkündür.[129] Araştırmacı E. Herzfeld’in görüşü de bu istikamettedir...[130]

Urartular’ın ardından Doğu Anadolu’ya yerleşen İranlı Medler (M.Ö. 708-550) ve Persler (M.Ö. 550-330)’le Zaza Türkleri arasında , sayısız denilebilecek kadar kanlı olaylar ve çatışmalar vuk’u bulmuştur.

Çok daha sonraları bölgeye gelen Ermeniler ve İranlı Sasaniler (M.S. 226-642)’le de aynı çekişmelerin devam ettiği malumdur.

Zaza Türkleri’nin kadim tarihinden habersiz olan birtakım kişiler, “Sasani” ve “Zaza” kelimeleri arasında bir benzerlik kurarak, Zazalar’ı Sasaniler’in ahfadı saymaktadırlar. Halbuki “Zaza” adı, Sasani devletinin kuruluşundan bin (1000) yıl kadar önce bile vardı ve hala da vardır. Tarih, üç bin (3000)yıldan beri onu tanıyor. “Sasni” adı ise, bir müddet duyulmuş ve sonra da tarihin derinliklerine gömülmekten kendini kurtaramamıştır (Aslında “Sasan”, bu devletin kurucusunun adıdır. Bizim “Selçuklu” , “Osmanlı” devletleri gibi).

İslam’ın inkişafından sonra, Arap kaynaklarında da Zaza Türkleri hakkında geniş malumat verildiği bilinmektedir. Araplar, daha Selçuklu Türkleri bölgeye gelmeden önce, Zaza Türkleri ile meskun mıntıkaları “El-Zavzan” adı ile anılıyorlardı. İbn’ül Esir’e göre; El-Zavzan, Musul’dan iki günlük mesafeden başlayarak Hilat yakınlarına kadar uzanıyor, Azerbaycan tarafından da Salmas’a kavuşuyordu.[131] Bu bölgelerde eski Zaza Türkleri’nin yaşadığını daha önce belirtmiştik. Bazı yer adları da tezimize ışık tutmaktadır. Mukaddesi, Cezirat İbn Ömer (bugünkü “Cizre” ilçesi)’de “Zavzan” adını taşıyan bir nahiyeden bahseder.[132] Ayrıca “Zavzan Kalesi”nin mevcudiyeti de zikredilmeye değer.[133]

Anadolu’ya yerleşen Selçuklu Türkleri arasında, “Zazik” adını taşıyan boyların varlığına tesadüf edilmiştir. Selçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubat zamanında, Konya-Aksaray (Niğde) yolu üzerinde, “Zazadin Hanı” adı ile bilinen, meşhur bir kervansaray yapılmıştır ki, bunun harabeleri halen mevcuttur. Yapılış tarihi ise 1236’dır.[134]

Araplar’ın “El-Zavzan” dedikleri bölgede, Evliya Çelebi seyahati esnasında, “Sa’sa Kalesi” denilen bir yere geldiğini kaydetmektedir.[135] Evliya Çelebi, bundan başka bize pek çok isim daha vermektedir. Mesela, gelişmiş şehirlerin adlarını sıralarken, “Zağ-Zağa” isimli bir şehrin varlığından bizleri haberdar etmektedir.[136] Sivas mıntıkasında da, Kızılırmak nehri üzerinde bir “zağzağ” köprüsünden söz ederek şöyle der: “...kuzeye doru giderek Sivas sahrasında Kızılırmak nehri üzerindeki Zağzağ köprüsünü geçtik. On sekiz gözlü büyük bir köprüdür. Tam ortasında namazgahı vardır. ‘Eğri Köprü’ adı ile meşhurdur.Buradan da batıya doğru giderek “Zağzağı köyünde menzil aldık.[137]” Ayrıca birde “Sasalar” köyünü kaydeder ve “Gazi Hüdavendigar’ın Sasa Koca adında bir adamı burada yerleşmiş olduğundan köye bu isim verilmiştir.200 hanelidir.[138]” demektedir. Sivas mıntıkasında eski çağlardan beri Zaza Türkleri’nin varlığına tesadüf edilmektedir.Günümüzde Sivas’ın Zara ilçesi ve çevresi, Zaza Türkleri ile meskundur.

Erzincan’da, merkez ilçenin Çatalarmut bucağına bağlı bir köy, “Zazalar” adını taşımaktadır. Şimdiki adı “Baltaşı” dır.

Anadolu Türk Beyliklerinden biri olan Menteşe Beyliği’nin kurucusu Emir Menteş’in damadının adı “Sasa Bey” idi. 24 Ekim 1304’te İzmir’deki Selçuk
Kalesi’ni Bizanslıların elinden alan da bu Sasa Bey’di.[139]

Diyarbakır’da “Sultan Sa-Sa Camii” diye anılan bir caminin varlığına bazı kayıtlarda rastlıyoruz. Ancak bu camii, 1908’den sonra yıkılmıştır.[140]

Osmanlı arşivlerinde, “Sasa, Sasalar, Sasalı (Sasalu)”adı ile bir cemaat zikredilir.Bu cemaat; Adana Eyaleti, Yüreğir Kazası (Adana Sancağı), Selanik Sancağı, Marmara Kazası (Saruhan Sancağı), Gümilcine Kazası (Paşa Sancağı), Yörükhan-ı Ankara Kazası (Ankara Sancağı)’nda mukim addedilerek, “Yörükkan taifesinden” gösterilmiştir.[141]

Daha pek çok misal verilebilir.

“DİL” AÇISINDAN ZAZA VE KURMANÇLAR

Kurmanç ve Zaza Türkleri arasındaki en belirgin farklılığı konuştukları lehçelerde görmekteyiz.

Kurmançlar kendilerine “Kurmanc” ve konuştukları lehçeye de “Kurmanci” adını verirler. “Kürt” veya “Kürtçe” tabirini kullanmazlar. Zaza Türkleri’nin lehçesine de “Zazaki” (Zazaca) denir. Bazı çevreler bu lehçeye “Dımıli” diyorlarsa da bu yanlıştır.

Kurmancca ile Zazaca birbirlerinden farklı iki Türk lehçesidir. Türkçe’nin pek çok lehçeleri vardır: Kazak, Kırgız, Başkurt, Özbek, Nogay, Çuvaş, Yakut, Azeri v.s. gibi lehçeler, bunlardan bir kaçıdır.Kurmanca ve Zazaca da bunlar gibi Türkçe’nin birer lehçesidirler. Her Türk lehçesinin çeşitli şiveleri (ağızları) mevcuttur. Şive sayısı içinden çıkılamayacak kertede çoktur.[142] Mesela Azeri lehçesi birçok şivelere (ağızlara) bölünmüştür, Anadolu ağızlarına benzer çeşitli fonetik özellikler gösterir. Bu ağızlar doğu, batı, güney, kuzey, merkez gibi cihetlere göre gruplara ayrılırlar.[143] Kurmancca ile Zazacanın da yine aynı şekilde, her birinin çeşitli şiveleri vardır.

Türk Milleti savaşçı ve akıncı olduğu için Asya’nın büyük bir parçasına, Avrupa’nın doğusuna ve güneydoğusuna yayılmış ve yerleşmiştir. Pek çok boy ve kola ayrılmıştır.Türkçe sözlerin kökleri bir olduğu halde, memleketlerinin ayrılması ve zamanın geçmesiyle, çekimlerinde ve eklerinde ayrıntılar meydana gelmiştir. İşte bu ayrıntılar da lehçe ve ağız (şive) değişiklikleri doğurmuştur.[144] Hele kendi kendilerine tamamen yabancı olan topluluklara yakın yerlerde iskan eden Türk boylarının dilleri karmakarışık bir hale gelmiş ve “öz”ünden çok şey kaybetmiştir.

Kaşgarlı Mahmud da ; “Oğuzlar, Farslar’la birlikte düşüp kalkmaya başlayınca bir takım Türkçe kelimeleri unutmuşlar, onun yerine Farsça kullanır olmuşlar.[145]” demek suretiyle, bu hususa gayet açık bir şekilde işaret ediyor.

Bütün lehçelerin kaynağını, bizi çok eskilere götürecek olan “Ana Türkçe”de bulabiliriz.Bazı Türkologlar ve dilbilimciler, İsa’nın doğumuna yakın yıllara kadar bütün Türkler’in bu dili kullandığı görüşündedirler ve bu devreye de “Ana Türkçe Çağı” adını vermektedirler.[146] Lehçelerin ve şivelerinin de asıl bu tarihlerden sonra doğduğu ileri sürülmektedir.

“Ana Türkçe”nin pek çok kelimeleri, bugün dahi Türkçe’nin bazı şivelerinde muhafaza edilmektedir. Çok miktardaki kelimeler de unutulmuş ve yerini ya Farsça’ya yada Arapça’ya terk etmiştir...

Bugün bir Anadolu Türk’ü ile bir Çuvaş Türk’ü, yahut bir Azeri Türk’ü ile bir Yakut Türk’ü, birbirlerini anlayamamaktadırlar. Keza bir Zaza Türk’ü ile bir Kırgız Türk’ü, yada bir Kurmanç Türk’ü ile bir Özbek Türk’ü yine aynı şekilde, birbirleriyle anlaşamamakta ve konuştuklarının manasını bilememektedirler. Dolayısıyla Kurmanclar ile Zazalar yan yana yaşadıkları halde yinede tercümansız anlaşamamaktadırlar. Lehçeleri arasında da önemli farklılıklar göze çarpar.

Tarih ve ilim yönünden önemli olan, “Ana Türkçe”den pek çok kelimenin bugün bile, Zazalar ve Kurmançlar ile diğer Türk toplulukları arasında, ortaklaşa olarak aynen kullanılması ve yaşatılmasıdır.

Öyle ki, bugünkü Türkiye Türkçesi’nde kullanılmayan bir hayli eski Türkçe (Göktürk, Uygur, Karahanlı v.s. Türkçeleri) kelime, Zaza ve Kurmançlar dahil, diğer bazı Türk boyları arasında da yaşamaktadır. Bazı çevrelerin, “bugünkü Kürtçe’deki Türkçe kelimeler, yakın komşuluk ilişkilerinden geçmiştir” şeklindeki iddiaları, bizce geçerli değildir. Çünkü bu Türk boylarının kullandıkları öyle eski Türkçe kelimeler vardır ki, bunlar Türkiye Türkçesi’nde yoktur. Dolayısıyla aynı kelimelerin Doğu Anadolu’dan, çok çok uzaklarda yaşayan ve hiçte birbirleriyle komşulukları bulunmayan Yakutlar’da, Çuvaşlar’da veyahut Kırım Türkleri’nde de kullanıldığını görmekteyiz. Demek oluyor ki, Zazaca ve Kurmancca da tıpkı diğer Türkçeler gibi, bahis konusu edilen asıl eki “Ana Türkçe”nin birer dallarından başka bir şey değildirler.

Şimdi, Türkçe’nin Zaza ve Kurmanç lehçeleri ile diğer lehçeleri arasında, fonetik açısından bazı noktalara temas etmek istiyoruz:

1- Günümüzde kullanılan Latin asıllı yeni Türk alfabesinde işareti bulunmayan, Arap asıllı eski Türk alfabesinde (?) şeklindeki harfle belirtilen ve gırtlaktan çıkan “H” sesi, Kurmanc ve Zaza lehçeleri dahil, bütün Türk lehçelerinde hala muhafaza edilmektedir. SSCB’deki Türk boylarının “mecburi” olarak kullanmakta oldukları “Kiril” alfabesinde, bu kalın “H” sesi, (X) işaretiyle gösterilmektedir.

2- Yeni Türk alfabesinde işareti bulunmayan ancak, fonetiğinde mevcut olan ve gırtlaktan çıkan kalın “K” sesi (eski alfabedeki işareti ?), Kurmanc ve Zaza lehçeleri dahil, bütün Türk lehçelerinde kullanılmaktadır. Latin alfabesindeki (Q,q) da bu sesi verir.

3- Yeni alfabede gösterilmeyen, ancak fonetiğinde bulunan bir ses vardır ki, üst dişleri işe karıştırmaksızın, yalnız üst ve alt dudakları oynatmakla çıkarılan bu ses, “W”dir. Bu “W”, bildiğimiz “V” gibi söylenmez, okunmaz. Kurmanç ve Zaza lehçeleriyle birlikte, bütün lehçelerde kullanılır. (Eski alfabedeki işareti ?).

4- Yeni alfabede bulunmayıp, fonetiğinde geçen; Kurmanc, Azeri, Nogay, Zaza Türkçeleri ile, diğer bazı lehçelerde kullanılan (e)’den başka, (i) ile (e) sesleri arasında bir ses veren ikinci bir (ê) sesi vardır. Türkiye Türkçe’sinin fonetiğinde, “êl”, “êloğlu”,têsir” v.s.gibi kelimelerde geçmektedir.

5- Kazan Türkçesi’nde (o) ve (ö) sesleri bulunmaz. Buna paralel, Zaza ve Kurmanccada da (o) sesi çok az, (ö) sesi ise hiç kullanılmaz.

6- Anadolu Türkçe’sinde (-y) ile başlayan sözler, Azeri Türkçe’sinde ünlülerle başlar: yılan-ilan, yiğit-iyid, yıldız-ılduz, yüz-üz, yürek-ürek gibi. Aynı özellik, hem Kurmanccada, hem Zazacada da vardır.

7- Buna karşılık bazı sözler (h-) protezi alır : açar-haçar, akıl-hakıl, ayva-heyva. Bu özelliğe de Kurmancca ve Zazacada rastlanmaktadır.
8-Türkiye Türkçe’sinde benzerlik belirten “gibi” edatı, Özbek Türkçe’sinde “dey” ve “dek” şeklindedir. Her iki şekil, az bir değişiklikle Zazaca ve

Kurmancca’da da kullanılmaktadır. “Dey”in karşılığı Zazacada “sey”; “dek”in karşılığı da Kurmancca’da “wek”tir.

9-Özbek Türkçe’sinde de mastar eki (-ış)’tır. (Türkiye Türkçe’sinde ; “-mek”, “-mak”).

10-Nogay Türkleri, (ş) sesini çoğunlukla (s) olarak kullanırlar. Mesela; “baş” yerine “bas”, “taş” yerine “tas”, “şöylece” yerine “söytip” derler. Bugün, Zaza Türkçe’sinin Tunceli şivesinde de aynı özelliği görmekteyiz. Mesela:

Tunceli şivesiDiğer şiveler

sekerşekerşeker
sıtşıtsüt
asmaşm/ayşmay
surışurıyürü,git.

Şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz. Zira bu mevzu, tezimizin dışındadır. Yukarıda aldığımız özellikler geçmişte, tarihte kalmış değil, bugün dahi konuşulmakta olan, yaşayan Türk ağız ve lehçelerinde varlıklarını sürdürmektedirler.[147]

Kurmanc ve Zaza lehçeleri pek çok yönden birbirlerinden farklı özelliklere sahiptirler. Bu farklılıkları tespit etmek mümkündür ve gayet kolaydır. Ancak bu farklılık, onların ayrı “ırk”lardan geldikleri anlamına gelmemelidir. Bunu daha önce izah etmiştik. Her ne kadar ayrı özellikler taşıyorlarsa da bunlar “lehçe ayrılıkları” olup, ikisinin de anası “Türkçe”dir. Temel budur. Bu ağacın pek çok dalı mevcuttur. İşte Zazaca ve Kurmancca’da bu dallardan ikisidir.

Lehçeler arasındaki ayrılıklar yalnız bu lehçelere mahsus bir şey olmayıp, diğer lehçelerde de mevcut bulunduğu zaten bilinen bir şeydir. Bu hususla ilgili olarak birkaç misal vermenin, yerinde olacağı kanaatindeyiz.

Fonetik bakımından olduğu gibi, morfoloji (söz kuruluşu) bakımından da, Türkçe’nin lehçeleri arasındaki farklı özellikleri görmek kabildir. Şöyle ki:

1- Anadolu Türkçe’sinde hikaye geçmiş zaman kipi “-mış/-miş”le biçimlenirken, Kıpçak bölümüne giren lehçelerde fiilin sonuna “-kan/-ken, -gan/-gen” ekleriyle şekillenir. Misal; “Bargan” (varmış), “atkan” (atmış), “kilgen”(gelmiş)

2- Kelimelerin sonundaki “-ğ”nin “-w”ye dönüşü de Kıpçak takımı lehçelerin özelliklerindendir; dağ (taw), bağ(baw), sağ(saw)...

3- Bu lehçenin önemli bir özelliği de “-u” ve “-ü” ile biten mastarın bulunmasıdır ; “al-u” (almak), “bir-ü” (vermek), “söyle-u” (söylemek).

4- Kırım Türkçe’sinde mastar eki, “-w”dir ; “Aşa-w” (yemek), “yaşa-w” (yaşamak)..

5- Özbek Türkçe’sinde ise, mastar eki olarak “ış” kullanılmaktadır ; Otırış (oturmak)..

6- Yine Özbek lehçesinde “-ğu, -ku, -gı, -ki” ekleri, Anadolu Türkçe’sindeki “-acak” partisip eki fonksiyonunun karşılığındadırlar. Misal ; kelgu (gelecek).

7- Kırım-Dobruca lehçesinde “man” ve “men” ekleri vardır. Bunlar “ile “, “le” bağlantıları yerine kullanıldıkları gibi, 1.şahıs eki olarak da kullanılırlar. Misal; Amet men Memet keldiler (Ahmet ile Mehmet geldiler).

8- Hakas Türkçe’sinde geçmiş zaman kipi, “-çuh” , “-çıh” şeklindedir. Misal ; Parçıh (varmış).

9- Tuba (Tuva) Türkçe’sinde, ikinci geçmiş zaman kipi; “-cık/-cik, -jik, -çık/-çih”dir. Misal ; kel-cik-men (geldim).

10- Yine bu lehçelerde (Tuva/Tuba); “-kay-tık” şeklinde, gelecek zaman partisibi de görülür. Misal; at-kay-tık (atacak), üçür-gey-tik (uçuracak).

Ve bunlara benzer daha pek çok farklılıklar...[148]

Ayrımcı çevrelerin kasıtlı olarak Zazalar’ın “Kürt” ve Zazaca’nın da “Kürtçe’nin bir kolu, bir lehçesi olduğunu ileri sürerek, konuyu bu şekilde ele aldıkları bilinmektedir. Şimdi, söylediklerine bakalım:

“Dersimliler, Kürtçe’nin en eski lehçesi olan Zaza dilini konuşurlar...[149]
“Zazaca, Kürtçe’nin bir lehçesidir.[150]
“Zazan: Bir Kürt aşireti[151]

“Zaza , bir millet ve oymak değil, Kürtçe’nin bir lehçesidir. Bu lehçeye ayrıca Dumili de denir[152]
“Kürtçe’nin dört büyük lehçesi vardır : 1- Kurmanci, 2-Lori, 3-Sorani, 4- Gorani. Bu dört büyük lehçeden başka Kürt lehçeleri arasında beşinci bir
lehçe olarak Zazaca’yı saymak zorunluluğu vardır.[153]

“Kürt ulusunun konuştuğu lehçe temel olarak iki bölüme ayrılır ; Kürdi ve Kurmanci. Bu iki ana bölüm diğerlerini de kapsamı içine alır... Zazalar kesinlikle Kürt’türler...[154]

Bazil Nikitin de şunları yazıyor :

“Harput vilayetinde, Dersim bölgesinin yoğun bir nüfusa sahip olduğuna işaret etmek gerekir. Fırat’ın iki yukarı kolu arasında bulunan bölgede Kürtler diğer unsurlara oranla sekiz kat daha kalabalıktırlar. Bu Kürtler, ayrı bir lehçe (Zazaca) konuşurlar...

Dersim kasabasında Zaza Kürtleri vardır ki bunlar, haklarında yüzyıllardan beri kendi dağlarında oturmakta olduklarından başka bir şey bilinmeyen ayrı bir aşiret oluştururlar...[155]

Bunun gibi daha başka yabancı yazarlar da yine aynı hataya düşerek –belki de politik amaçlar açısından- hiçbir belge göstermeden tıpkı ayrılıkçı grupların yaptığı gibi, peşin bir hükümle Zaza Türk’lerini de “Kürt” genel kavramı içinde mütalaa edip, işin içinden çıkarlar.

Milletler içinde ayrı bir “millet” yaratmaya kalkışarak, dış kaynaklı ideolojilerin fedailiğini üstlenen ayrılıkçı gruplar, sarıldıkları “asimilasyon” politikasının gereği olarak, Zazalar’ı “Kürt” ilan ederlerken, belge gösterememektedirler. Bu da onların aslında acz içinde olduklarının belirtisidir.
Konuya yaklaşım tarzları ve fikirleri çoğunlukça benimsenen bazı kişiler de eserlerinde, söylenegelen alışılmış şeyleri tekrarlamaktan her nedense kendilerini alamıyorlar:

“Kürtçe, Kurmanç ve Zazaca diye ikiye ayrılır[156]

“Kürt diye vasıflanan dağlı Türkler... Boy bakımından üç şubeye ayrılmışlardır : Baba-Kürdiler , Kormancolar, Zazalar[157]

“Kürt’lerin üçüncü kolu diye adlandırdığımız Zazalar...[158]

“Kürt’lerin en büyük kısmını Kurmançlar teşkil eder. Soran ve Guran Kürtleri Musul vilayetine mahsustur. Lur Kürtleri İran dahilindedir. Diğer vilayetlerdeki Kürtler Kürmançlar’la Zazalar’dan ibarettir.[159]

“Zazalar’ın mensup olduğu Guran (Gurlar), Kürt’lerin bir koludur.[160]

Kısacası, bugüne kadar yazılanlar maalesef hep birbirlerinin tekrarı olmuştur. Konuya ciddi bir biçimde eğilen, açıklık getiren bir tek kişiye tesadüf edilemiyor. “İlim” adına bu bir eksiklik ve talihsizliktir.

İşte biz; yıllardan beri hep tekrarlanan ve yukarıda naklettiğimiz, adeta kalıplaşmış cümlelerle ifade edilen görüşe kesinlikle katılmıyor, bu geleneğe de artık bir son vermek istiyoruz. Amacımız, bütün açıklığıyla hakikatleri gün gibi ortaya çıkarmaktadır.

ZAZACAYI VE KURMANCADAN AYIRAN ÖZELLİKLER

Birbirinden oldukça farklı özellikler taşıyan ve Türkçe’nin iki lehçesi olarak kabul ettiğimiz “Kurmanc Türkçe’si” ile “Zaza Türkçe’si” arasındaki “lehçe ayrılıkları”na kısaca değinmek istiyoruz :

1- Kurmanccada “ğ” sesi yoktur.[161] Bunun tersine Zaza Türkçe’sinde “ğ” sesi vardır. Bu ses, kelimenin başında bulunduğu gibi, ortasında ve sonunda da yer alır. Her üç şekil için için misaller : ğem (gam), ğıdar (gaddar,azgın), ğele (buğday), belğur/belğul (bulgur), çızğı (çizgi), barığ/baruğ (uruk,kabile), sağ (sağ,sağlam) v.s...

2- Kurmanccada “ı” ile başlayan kelime yoktur.[162] Buna karşılık Zazacada “ı” ile başlayan epey kelime mevcuttur. Misaller : ıncah (ancak), ıstare (yıldız), ıncıl (incir), ıncas (kara erik), ın/ını (böyle) v.s...

3- Kurmanccada “u” ile başlayan kelime yoktur.[163] Zazacada ise bir hayli vardır. Misaller : uca(ora,orası), ucağ (ocak,aile), ucağkor (kör ocak, evlatsız, çocuksuz aile), umi (maya), umıd (umut), usıl (usul,biçim), ungaz (sapan,çift sürme aleti) v.s...

4- Kurmanc Türkçe’sinde iki harften müteşekkil, fakat bir tek ses veren bir “diftong” mevcuttur : (hw). Zaza Türkçe’sinde bu özellik yoktur. Misaller :

KurmanccaZazaca
hwingunkan
hwenarakter
hwesoltuz
hwişkwaykız kardeş

5- Kelimelerdeki “erkeklik-dişilik” durumu her iki lehçede de vardır. Ancak bu hususta Zazaca ile Kurmancca arasında bir takım farklılıklar göze çarpar. “Erkeklik-dişilik” özelliği bir Hint-Avrupa dili olan Farsça’da bulunduğu gibi, sami dilleri grubundan Arapça’da da –müzekker (erkek), müennes (dişi) – vardır. Şüphesiz bu özellik, yüzyıllar boyunca Fars ve Araplar’la süregelen komşuluk ilişkilerinden ve onların kültürlerinin tesiriyle Kurmanc ve Zaza Türkçe’lerine girmiştir. Bu sebepledir ki, “ithal malı” diyebileceğimiz bu özellik, her iki lehçeye de farklı şekillerde yansımıştır.

Kurmanccada “nötr” (ne erkek, nede dişi) isimler de vardır. Mesela : kar (oğlak), berh (kuzu), şêr (aslan) isimleri bunlardandır. Zaza Türkçe’sinde ise bu gibi isimler (bızêk:oğlak, kavır:kuzu v.s.) sonlarına bir “-ê” sesi alıp dişi şekle girerler. Yani bu noktada Zaza Türkçe’si, Kurmanc Türkçe’sinden farklıdır.

Kurmanccada nötr olan bazı isimler, Zazaca’da “erkek” olabilir. Keza Kurmanc lehçesinde “erkek” veya “dişi” olan bir isim, Zaza lehçesinde bunun tersi olabilir. Hatta aynı lehçe içinde bir kelime bazı bölgelerde “erkek”, bazı bölgelerde “dişi” olarak kullanılabilir. Bu faktörler, erkeklik-dişilik özelliğinin Farsça’dan veya Arapça’dan geçtiğinin işaretleridir.

Konuşulmakta olan Türkçe’de de, Arap kültürünün tesiriyle olmuş olacak ki, bazı isimler, yukarıdaki özellikleri taşırlar. Mesela: müdür, memur, muallim, katip v.s. gibi kelimeler erkektir. Sonlarına birer “-e” harfinin getirilmesiyle (müdüre, memure, muallime, katibe), “dişi” hale gelirler. Şahıs isimlerinde de aynı durum söz konusudur : Emin, Fehim, Saim, Hamid v.s. gibi isimler, erkektir. Her birine bir “-e” sesinin ilavesiyle (Emine, Fehime, Saime, Hamide), dişi olurlar.

Bu konuda Zazacayı Kurmancca’dan farklı kılan birkaç noktaya daha temas etmek istiyoruz.

a) İnsanın dış organlarından Kurmanc lehçesinde dişi olanlar ; eni (alın), sıng (göğüs), lêv (dudak), tıli (parmak), gibi kelimelerin, Zazaca lehçesinde erkek olduğu görülür; çare (alın), sine (göğüs), lew (dudak). Yalnız “gışt”(parmak) sözü, Zaza Türkçe’sinde de dişidir.
b) Roj (güneş) ve stêr (yıldız) Kurmanccada dişi iken, Zazacada erkektirler ; roc (güneş), ıstare (yıldız)
c) Coğrafi özel yer adları Kurmanccada dişidir. Zazacada ise hem dişi olanları, hem erkek olanları vardır.
d) Mastarlar Kurmanccada dişi, Zazacada erkektirler.
e) Yaş ağaç ve onunla ilgili varlık adları Kurmanccada dişi, Zazacada ise bir kısmı dişi, bir kısmı erkektirler.
f) Yağışlar ve havanın durumuyla ilgili sözler Kurmanccada dişidir. Zazacada ise hem dişi, hem erkek durumunda bulunanlar vardır.
g) Yiyecek kapları Kurmanccada dişi iken, Zazacada bazıları dişi, bazıları erkektirler.

6- Kurmanc ve Zaza Türkçe’lerinde iki grup şahıs zamiri vardır. Ancak, adlandırmada bazı değişiklikler göze çarpar.

a) Birinci gurup :

KurmanccaZazaca
ezezben
tutısen
ewaw/weo
emmabiz
hûnşımasiz
ewayonlar


b) İkinci gurup :

KurmanccaZazaca
mınmınben
tetusen
wi,wêyı,yao, o (dişi)
memabiz
weşımasiz
wanyınonlar

7- İşaret zamirleri : Kurmanccada her iki cinsin (erkek-dişi) tekili ve çoğulu için, yakın bir şahıs yada şey (veya şeyler) kastediliyorsa “ev” (bu,bunlar) ; uzak bir şahıs (veya şahıslar) yada şey (veya şeyler) kastediliyorsa “ev” (o, onlar, şu, şunlar)’dır. “Ev” ve “ew”in çekimleri yapılırken değişiklikler olmaktadır.

Zaza Türkçe’sinde ise durum farklı olup, cinslerine göre ayrı ayrı adlandırıldıkları gibi, çekimlerinde de herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Karşılaştıralım :

a) Yakın bir şahıs yada şey için :
KurmanccaZazaca
viınbu (erkek için)
vêınabu (dişi için)
vanınybunlar (her iki cinsin çoğulu için)

b) Uzak bir şahıs yada şey için : (Zaza Türkçe’sinde, Kurmanccadan farklı olarak, uzak bir şahıs yada şeyin birden fazla karşılığı mevcuttur.)

KurmanccaZazaca
wiaw,we,yı,ayşu veya o (erkek için)
wêya,ayaşu veya o (dişi için)
wanyın,aynan(ayno)şunlar veya onlar(her iki cinsin çoğulu)


8- Çokluk eki : Kurmanc Türkçesi’nde çokluk eki “-an”dır. Bu ek, cümledeki durumuna göre bazen “-ên”, bazen de “-ın” şeklini alıyor. Misaller : bav-an (babalar), kıtêb-an (kitaplar), kıtêb-ên mın (kitaplarım), kelem-ên mın (kalemlerim) v.s. Bazı şivelerde de bu “-ên” şekli, “-êt” olarak kullanılır.Dar-êt mın (ağaçlarım) v.s..

Zaza Türkçe’sinde iki adet çokluk eki vardır.

a) “-an” : Zaza Türkçe’sinin bazı şivelerinde doğruda “-an” biçimi kullanılırken, diğer bazı şivelerde de bu ek değişikliğe uğrayarak “-on” , “-un” şekline girmekte, hatta pek ziyade olarak da sondaki “n”ler yutularak sadece “-o” , “-u” şekli tercih edilmektedir. Bu özelliğe bilhassa Bingöl şivesinde rastlanır. Misal :
kitab-an/ kitab-on/ kitab-o/ kitab-u (kitaplar)
kağıd-an/ kağıd-on/ kağıd-un/ kağıd-o/ kağıd-u (kağıtlar)


b) “-y” : Bu ek, Zaza Türkçe’sinin bütün şivelerinde geneldir. Hiçtir değişikliğe uğramadan aynen kullanılır. Misaller : kitab-y (kitaplar), kalem-y (kalemler), hoce-y (hocalar), ban-y (evler), tas-y (taslar) v.s...
Her iki ekte rast gele birbirlerinin yerlerine değil, ancak cümledeki “zaman” durumuna göre kullanılırlar. Mesela, “kitaplar nerede?” cümlesindeki “kitaplar”ı “kitab-an” şeklinde değil, ancak “kitab-y” biçiminde yazmak mümkündür. Cümlelerin tamamı şöyle “kitay kancadê?” (kitaplar nerede?). “Kanca” kelimesi Zazaca’da varlığını devam ettirerek günümüze gelen eski bir Türkçe kelime olup, Divanı Lügâti’t Türk’te de geçmekte ve aynı anlamı vermektedir.

9-Mastarlar: Kurmanccada mastar ekleri “-n” ve “-in”dir. Bütün mastarlar “-n” veya “-in” harfleriyle son bulurlar.Eğer kök sesli bir harfle bitiyorsa mastar eki “-n”, eğer sessiz harfle bitiyorsa mastar eki “-in”dir.
Zazacada ise mastar ekleri “-ış” ve “-yış”tır. Sessiz harfle biten kök “-ış”, sesli harfle biten kök de “-yış” mastar ekini alır. Misaller:

KurmanccaZazaca

avêt-ıneşt-ışatmak
bıhist-ineşnawıt-ışişitmek,duymak
giha-nresa-yışvarmak, ulaşmak
élımi-nmusa-yışöğrenmek
leyist-ınkaykerd-ışoynamak

10-Kurmanc ve Zaza Türkçelerinde iki soru zamiri vardır :

KurmanccaZazaca

kikamkim
çıçınane

11-Zazaca ve Kurmanccada soru sıfatları :

KurmanccaZazaca

kijankama/kumahangi(kangi)
çawasini/sêninasıl
........nêçenice
lı ku,lı kêderêkancad,kancadınerede,neredeki

12- Kurmanccada kelimelerin önüne; “bı”, “dı”, “jı”, “lı” gibi edatlar (ön edatlar) gelir. Zaza Türkçesinde ise bu durum yoktur. Karşılaştıralım :

a) “Bı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

bı carekêraykıdbir defada
bı hwehurazaten, kendiliğinden, bizzat
bı hevrepiyabirlikte

Zaza Türkçe’sinde sadece, “ile” anlamını veren “pey” edatından başka hiçbir edatından başka hiçbir edat, kelimenin önünde yer almaz.Bu da büyük bir ihtimalle Farsça asıllıdır. Çünkü Farsça’da “ile” anlamını veren “ba” ön edatı mevcuttur. Zaza lehçesindeki “pey” ön edatına misaller : pey kalem (kalemle), pey defter (defter ile), peytıfıng (tüfek ile) v.s... Ancak, Zaza Türkçe’si ile kaleme alınan “Mevlid”in yazarı Ehmed-i Hasi, kitabında, “ile” karşılığında çoğunlukla “pey” olmakla birlikte, Farsça’daki “ba”yı andıran, “be” bazen”de “bı” ön edatını kullanmıştır.[164]

b) “Dı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

dı navmênıd/mênd/mêdiçinde,ortasında
dı nav wan demên aynandonlar arasında
dı nav gund demên dewıdköyün ortasında
dı lêhizimkeykanaoynuyorum
dı çımşınagidiyorum


c) “Jı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

jı gunddewıraköyden
jı malkiyeraevden
jı bosemediçin
jı bo kıtêbsemed kitabkitap için


ç)“Lı” ön edatı için misaller :

KurmanccaZazaca

lı ku?kancad?nerede?
lı hındurêzerediçerde, içinde
lı furnêfırnıdfırında
lı behrêdengızıddenizde


13- Kurmanccada “lê” seslenme (hitap) edatı, kadınlara yapılan çağrıyı, “lo” seslenme (hitap) edatı ise erkeklere yapılan çağrıyı anlatırlar. “lê” veya “lo”, “hey!.” Demektir. Misaller: lê kizê (hey kız),lo apo (hey amca!.) v.s. Bu edatlar bazen tek başlarına kullanılırlar. Mesela, yerine göre kadına, lê lê, erkeğe de lo lo şeklinde seslenilir.
Zazacada, “lê” veya “lo” yoktur. Bu lehçede kadın için “herê !” , erkek için de “hero !” seslenme (hitap) edatları kullanılır. Misaller : herê Fatê ! (hey Fatma !) , hero Ehmed (hey Ahmet !)v.s. Türkçe’deki bre (mere,more) seslenme edatı da bu kabildendir.

14- Kurmanccada “ya bo !.) , “ya dê !.) ünlemleri imdat çağrısını izah ederler. Bir kısım Kurmanclar (özellikle Mardin’in “Kılasori” Kurmancları), “yabo”yu baba, “yadê”yi anne anlamında kullanırlar. Bunların “yabo”su ile, eski Türk’lerin han, hakan (veya “devlet baba”)ları kullandıkları “yabgu” ünvanı arasında bir ilişki kurulabilir.
Zaza Türkçe’sinde, imdat çağrısını izah eden “ya bo!” veya “ya dê” ünlemleri yoktur.

15- İsimden isim yapma eklerinden biri olan –lı, -li, -lu, -lü eki, (bu ekle yapılan isimler hem sıfat, hem isim olarak kullanılan vasıf isimleridir) ya sahiplik veya bağlılık ifade eder.

a) Sahiplik fonksiyonunda bir kendinde bulundurma ifadesi belirtilir. Kurmanccada bu ek, “bı-“ dır ve ismin sonuna değil, önüne gelerek şekillenir. Zazacada ise bu ek, “-ın” olup, isimden sonra gelir. Misaller :

KurmanccaZazaca

bı-avav-ınsulu
bı-dûduman-ındumanlı
bı-çamurçamur-ınçamurlu
bı-toztoz-ıntozlu

b) Bağlılık fonksiyonunda da bir mensup olma ifadesi göze çarpar. Kurmanc Türkçe’sinde mensubiyet eki “-i”dir. Zaza Türkçe’sinde ise bu ek, bazı şivelerde (mesela Diyarbakır şivesi) “-ıc”, bazı şivelerde de (mesela Bingöl şivesinde) “-ıj” dır. Misaller :

KurmanccaZazaca

gund-idew-ıc/dew-ıjköylü
Beritan-iBêrt-ıc/Bêrt-ıjBeritanlı (aşiret)
Diyarbekir-iDiyarbek-ıc/Diyarbek-ıjDiyarbakırlı
Şel-iŞel-ıc/Şel-ıjŞelli(Şel, Diyarbakır’da bir köy)

16- Kurmanccada sayı isimleri yapmakta kullanılan ek “-em” ve “-hem”dir. Şayet sayı sessiz bir harfle bitiyorsa “-em”, sesli bir harfle bitiyorsa “-hem” eki getirilir.

Zaza Türkçe’sinde ise, eğer sayı sessiz bir harfle bitiyorsa “-ın”, sesli bir harfle bitiyorsa “-yın” eki kullanılır. Misaller :

KurmanccaZazaca

yek-emyew-ınbirinci
du-hemdı-yınikinci
sê-hem/sısê-hemhirı-yınüçüncü
çar-emçiyer-ındördüncü


17- Kurmanccada yapım eki olarak, dil isimleri yapma fonksiyonuna sahip ek, “-i” iken, Zazacada “-ki”dir. Misaller :

KurmanccaZazaca

İngiliz-iİngiliz-kiİngilizce
Eleman-iAlman-kiAlmanca
Erb-iEreb-kiArapça
Fars-iFaris-kiFarsça


18- Kurmanc Türkçe’sinden farklı olarak, Zaza Türkçe’sinde bulunan dikkat çekici bir özellik şudur ki, meyve isimlerinin sonuna bir “-êr” eki getirilerek, o isme bir “ağaç”lık vasfı kazandırılır. Mesela, “tuy” (dut) ismine bir “-er” ilavesiyle, birleşik bir isim haline gelen “tuyer” sözü, “dut ağacı” anlamını vermektedir. Yine “mıroy” (armut) isminin sonuna “-er” ekinin getirilmesiyle oluşan “mıroyer” kelimesi “armut ağacı” manasına gelir.
Kurmancca ise meyve ağacı için Zazacadaki durumdan farklı olarak iki ayrı kelimeye yer verilir. Fakat bu şekil de, konuşulmakta olan Türkçe’deki kaideye aykırı olarak, “ağaç” anlamına gelen “dar” sözü”, ismin başına getirilerek biçimlenir. Misaller :

KurmanccaZazaca

dar a hêjirıncıl-êrincir ağacı
dar a behivvam-êr/vum-êrbadem ağacı
dar e sêvsay-erelma ağacı
dar a alûcsınz-êralıç ağacı
dar a gûzgoz-êrkoz (ceviz) ağacı

Gramer kaideleri açısından incelediğimiz Türkçe’nin Kurmanç ve Zaza lehçeleri arasındaki farklılıkları, başka alanlarda da görmek kabildir. Ancak, biz burada konunun ayrıntılarına girmeden, kısa ve öz olarak, ileri sürdüğümüz tezi destekler mahiyette, bazı konuları ihtiva eden kelimelerin Kurmanc ve Zaza Türkçe’lerindeki karşılıkları arasında mukayeseler yapacağız.

Aile ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

bavbaw/bay/babibaba
da/dêday/dadi/may/aneyana
bapirpirık/kalık/bawkaldede
ap/mamap/datamca
pısmandatzaamca oğlu
hwişk/huşkwak/wakê/waybacı
metem/emêhala,babanın kız kardeşi
hewiwesnikuma
jınebiviyaydul kadın
dışbalt-uzbaldız
hevlingbacanağbacanak
hezurvıstore/wıstwrekayınbaba
hwesu/hesuvısturikayınanne
bukveyv/vêv/vêwgelin

Ev, Ev Eşyaları ve Aletler ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

mal/hanikiye/banev
diwardês/dis/diwarduvar
dıkeku/sekuyseki
deriberkapı
kadinmeraksamanlık,saman konulan yer,merek
hêtunkuçelan/kuçelu/çıkloateş ocağı
sêpêdizo/dêzoüzerine tencere vs. konulan üç ayaklı
demir araç
sêltok/tewküzerinde ekmek pişirilen sac
dendor/hıl/kupküp
beroşkuşhane/tenceretencere
tawetawa/kanzıktava
kolek/nıkrelıye/lıyın/kazankazan
heskkondêzbüyük kepçe
bêjıngpırçınkalbur
hıripeşmyün
ta/benlaip,iplik
şujıngoçinçuvaldız
mêvok/pıkojgocakdüğme
neynıklilık/eyneayna
kurtancıl/palunsemer,palan
dehfıkdamtuzak,fak
rehtsilabele bağlanan fişeklik
bilur/şımşalzelkaval
şurkalmek/kıliçkılıç
tewrkazme/zegne/zengnekazma
bêrhiwe/wiyekürek
kewre/kertıkhard/hardoseğe
şenekıram/tırpuntırpan
tevşokedumkeser
dasvaşturiorak
bıvırtorzibalta
keranzamp/zumpbalyoz

Vücudun Organları ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

eniçarealın
çavçımgöz
rûmetaluşkyanak
defın/bebıl/pozzınc/pırnıkburun
devfekağız
pol/mılkıftomuz
bêçi/tıligıştparmak
newkmêne/monebe
zıkpizekarın
karçboçkuyruk sokumu
onckorkalça
sêvanoksayekkalça kemiği
çimçipik/çakebacak
ejnuçok/kapıkdiz
dımah/mejimezgbeyin
damakhazmıgdamak
soriçıkzıklul/zurkulıkyemek borusu
dılzeryürek
gurçık/gurçilevelgböbrek
pış/sıplserpesdalak
rodi/ruvilokla/lokrabağırsak
zwivmaltenya, bağırsak paraziti

Tabiat ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

baranvart/vahart/dıjnyağmur/boran
berfverw/vorkar
zipık/teyrokhışolık/hışhışık/torgdolu
bıruskdurşimşek
şape/aşithorês/hewrêsçığ
dılopçılkdamla,katre
behr/deryadengızdeniz
bahewarüzgar/bora
gole/gırmeriyagök gürültüsü
rojroc/ticgüneş
hivaşmay
stêrıstare/estereyıldız
çiyakodağ
gırkıl/tepetepe
nızarzımegüneş görmeyen yer
lat/çelesiy/reyskaya
berkerataş
berıkhiçufak taş,çakıl
ferştehtgeniş, yassı taş

Zaman ile ilgili sözler

KurmanccaZazaca

seherwesereseher, şafak vakti
esr/esır yereikindi
êvarşan/şand/şundakşam
salsersene,yıl
sersalseraneweyyeni yıl, yılbaşı
isalemsar/esmarbu sene
mehaşm/ayşmay (30 gün)
gavgam/gum/vistan
nuhaikê/ika/ınkavşimdi
do/dohvizir/vızêrdün
sıbetırdısıbay/dısıwayertesi gün, yarın değil öbür gün
derengere/hereygeç
zureverken

Bitki, Sebze, Meyve ile ilgili Sözler

KurmanccaZazaca

zılçığ/kamişsaz, kamış, çil
pivokhenek/heynalıkçiğdem
giyavaşot
rêsipatilot destesi
dıri/stıri/sıhtelıdiken
reg/rehrıstım/kokbitki ve ağaç kökleri
nışukburnuti/burmititütün tozu, enfiye (burun otu)
kaûhas/malor/marolmarul
ketarbudyonca
sımbılweşebaşak,sümbül
noknehanohut
niskmercuymercimek
garıskurek/korik/koryekdarı
genımğelebuğday
kundırkuykabak
tıriengur/hengurüzüm
besire/jurfeyınckoruk üzüm
etfıkzıklıküçük üzüm salkımı
dêlimehşêl/mehşêrüzüm asması
behivvam/vumbadem
behivterkgulhtaze badem, çağla
ajıkgorvum/gewrvamyabani badem
hêjirıncılincir
gelazalunçerik
alucesınzalıç
hırmikorç/mıroyarmut
kezahlulağaçları budama işi, aşı
bivalsöğüt
hewrdal/dahl/dehlkavak
kalıktolekabuk
darpuç/fıtrıkkerkurık/sungmantar
penbûpemepamuk
kasımersaman

Renkler

KurmanccaZazaca

zerziyerdsarı
sorsur/kızılkırmızı
reşsiya/keresiyah,kara
keskaşılyeşil
şinkuhomavi

Mevsimler

KurmanccaZazaca

buharwesarbahar, ilkbahar
havinemnu/amino/aminanyaz
pehizpayızsonbahar
zıvıstanzımıstokış

Hayvan İsimleri

KurmanccaZazaca

kevzereckeklik
kewokbewran/borangüvercin
çuk/çuçıkmılçıkserçe kuşu
dumakeskhechecıkkırlangıç
elih/daraşkertalkartal
kundbumbaykuş
kırık/kıjıkkelakarga
mırişkkerg/kiyergtavuk
ferucvarıkpiliç
çiçıklir/lihircivciv, tavuk yavrusu
keroşk/kevroşkarweştavşan
şamipepihindi
nerituşkteke
mi/mihmêşın/meşnakoyun
çêlekmangainek
congamalaw/malewdana,malak
se/kuçıkkutıkköpek
cewrık/gucilekırte/bocienik, köpek yavrusu
esp/hespestor/bergirat, beygir
hırçheşayı
roviluytilki
wehş/berazhozdomuz
toriçekelçakal
gurçınawır/vergkurt
jijo/jujidice/dıjekirpi
kezık/bıhokgolalböcek
kulimele/çırçeleçekirge
meşmuyessinek
mışkmerefare
mışkekormuşköstebek
gen/bezmıjkkiyercekene
mûri/gêrıkmorcelekarınca
dupışkekreb/ekrewakrep
calcalokepirıkörümcek
peşu/kemeşmeyşe/melaşesivrisinek
sêwçaringzehirli iri arı
kevjalkerkınçyengeç
bekkılincelekurbağa
kewsel/rekkesakaplumbağa

Hayvanlarla ilgili bazı sözler

KurmanccaZazaca

derbadkorçboynuz
ayarpostederi, post
kayınnişorgeviş, geviş getirme
katarkılawekhoroz ibiği
duvboçkuyruk
dû/teridımekoyun kuyruğu
guzekkap/kabeaşık kemiği
pezizonkçikonekuş ve kümes hayvanlarının taşlığı
hûrvire/vêreişkembe
avısewr/horgebe
hıçerış/erıjmemeli hayvanlardan sağılan ilk süt
keribolkoyun keçi sürüsü

Not : Buraya kadar sıraladığımız kelimelerin etimolojik yönü üzerinde fikir beyan etmediğimiz malumdur. Aslında bu husus, konumuzun da dışındadır. Yalnız şunu söylemeliyiz ki, bu kelimelerden pek çoğu, hem eski Türkçe’de (Göktürk, Uygur, Karahanlı, Türkçeleri v.s.) ve hem de bugün yaşayan Türk lehçeleri mevcuttur.

EVLİYA ÇELEBİ “SEYAHATNAME”SİNDE ZAZA VE KURMANÇLAR

“Zaza ve Kurmanc” konusunu incelerken, başvurduğumuz kaynaklardan biri de ünlü gezgin Evliya Çelebi’nin pek meşhur “Seyahatname”si oldu. Her ne kadar “Seyahatname”de tezimizi destekleyici mahiyette olan açık ve belgeli hükümler yoksa da, verdiği bazı ipuçları işimize yarıyor ve ileri sürdüğümüz görüşün önündeki yolu birazcık da olsa aydınlatıyor.

Evliya Çelebi’nin bazı hususlarda kendinden önceki bilginlerin görüş ve düşüncelerinin etkisinde kaldığı muhakkaktır. Nitekim, “Şerefname”den alıntılar yapması bu etkileyişe bir misal olarak gösterilebilir.

Evliya Çelebi’de, çağın hakim olan geçerli modasına uyarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir kısmı yerleşik, diğer bir kısmı göçebe olarak yaşayan ne kadar topluluk varsa, hepsini “Kürt” adı altında ele almaktadır. Bu hüküm de tabi ki bazı açık kapılar bırakmaktadır. Mesela bu açık kapılardan biri, hiç şüphesiz “Zaza Türkleri”dir. Evliya Çelebi, Zazalar’ı “Kürt” saymaktadır. Halbuki verdiği bazı ipuçları, bu iddiayı geçersiz kılar.
“Seyahatname”den şunları alıyoruz :

“... Murat nehri üzerindeki Çabakçur büyük köprüsünden geçen Zaza ve Bingöl yaylasına çıkmak isteyen Halti, Çekvani, Yezidi. Zaza, Zebari, Lulu, İzolu, Şakağı ve Kiki aşiretlerinden ikiyüz bin insan ile bir milyon koyun ve diğer hayvanlardan, burada bekleyen Çabakçur beyinin adamları kuş uçurmayıp öşür vergisi alırlar. Yayladan inerken de yayla hediyesi alırlar..[165]

“Bingöl yaylasının halkı : Zaza, Lolo, İzo, Yezidi, Hıltı, Çekvani, Şakai, Kiki, Bisyani ve Murki gibi Kürt aşiretleri olup yüz binlerce hayvanları ile dağa çıkıp taze hayat bularak Erzurum vezirine yayla hakkı verirler.[166]

“(Süphan Dağının) en yüksek tepesine her sene Türkmen, Çekvani, Zaza, Lulu, Zıbari, Pesani ve Kargari Kürtleri yüz binlerce hayvanları ile çıkıp yayla faslı yaparlar.[167]

Yukarıda hatalı olarak, bir aşiret adının iki ayrı şekilde yazıldığını görüyoruz. Misal : “Haltı-Hıltı”, “Lulu-Lolo”, “Zebari-Zıbari”, “İzoli-İzo”, “Şakağı-Şakai”, “Bisyani-Pesani”... Bu hata, ya Evliya Çelebi’nin yada “Seyahatname”yi eski yazıdan yeni yazıya çevirenlerindir.
Dikkat edilecek olursa, isimleri zikredilen aşiretler, bugün dahi mevcut olup Kurmancca konuşmakta ve Kurmanc adıyla anılmaktadırlar. Ancak, iki istisna var. Biri “Zaza” diğeri de “Yezidi”dir.

Malumdur ki, Zazalar bir aşiret olmadıkları gibi, “Kurmanc”da değildirler. Gerek Kurmanclar olsun, gerek Zazalar olsun, diğerleriyle birlikte ayırımcılar tarafından “Kürt” genel adı altında toplanmaya çalışılmaktadır. Zazalar kendilerine mahsus, “Zazaki” dedikleri, Zaza Türkçe’sini konuşurlar. Bu lehçe, Kurmanc lehçesinden çok farklıdır. Ayrıca, Zaza Türkleri’ni bir “aşiret” olarak kaydeden Evliya Çelebi’nin bu görüşünün aksine; Zazalar, büyük-küçük yüzlerce aşiret ve kabileden ve binlerce aileden müteşekkil bir topluluktur. Bugünkü durumla da kıyaslayacak olursak, Zazalar ile zikredilen aşiretler arasındaki nüfus farkı, “Seyahatname”deki görüşlerin gerçeğe uygun olmadığının bir izahıdır. Evliya Çelebi’nin “Kürt” diye zikrettiği aşiretlerin bugünkü toplam nüfusunun 60-70 bin civarında olduğunu tahmin etmekteyiz. Buna karşılık Zaza Türkleri, tahmin ettiğimiz kadarıyla, iki milyon küsürlük bir nüfusa sahiptirler...

“Yezidi”ye gelince, bu da bir aşiret ismi olmayıp, “Yezidilik” inancını benimsemiş olan vatandaşlarımızın bir bölümüne verilen isimdir.

Evliya Çelebi “Diyarbakır”ı anlatırken ; “Halkı Kürt, Türkmen, Arap ve Acem’dir. Reayası Ermeni’dir[168]” diyor. Halbuki Diyarbakır’da “Zaza” nüfusu oldukça kalabalıktır. Anlaşılan Evliya Çelebi, ya Zaza Türkleri’ni “Kürt” adı altında toplamış yada “Acem” tabiriyle “Zazalar”ı kastetmiştir. “Acem” sözü genellikle “İranlılar” (Farslar) için kullanılır. Araplar; Arap olmayanlara “Acem” der. Bu; Türkmen, Kürt, Azeri, Zaza’da olabilir. Evliya Çelebi zamanında Diyarbakır’da yerleşik İranlı bir topluluğun mevcudiyeti bulunmadığına göre, bu “Acem”kim? Zaza Türkleri olması büyük bir ihtimaldir..
Dikkatimizi çeken bir nokta daha var. Evliya Çelebi, Diyarbakır’ın “Yurtluk ve Ocaklık Sancakları”nın isimlerini şu şekilde veriyor : “sağman, Kulp, Mihraniye, Tercil, Atak, Pertek, Çapakçur, Çermik [169]”. Bunlardan Sağman, Kulp, Çapakçur (bugünkü “Bingöl”) ve Çermik gibi muhitlerde Zaza Türkleri meskundur.

Yine Evliya Çelebi, “Armid (bugünkü “Diyarbakır”) eyaletindeki hükümetler”in, “Cezire, Eğil, Genç, Palu, Hazo[170]” olduğunu bildiriyor ki; Cezire (Cizre) dışında, diğerleri, yani Eğil, Genç, Palu ve Hazo (bugünkü “Sasun”) gibi muhitlerin insanları da Zaza’dır.

“Dil” konusunda da Evliya Çelebi şunları yazıyor : “... burada (Erzurum’dan Basra Körfezi’ne kadar olan mıntıkada) çeşitli diller konuşulmakta olup, bunlar ; Zaza, Lulu, Hakari, Avniki, Mahmudi, Şirvani, Cezrevi, Pesani, Sencari, Hariri, Erdelani, Surani, Halifi, Cenvani, İmadi ve Roziki lisanlarıdır.[171]

Burada; Evliya Çelebi, alışılageldiği gibi Zaza Türkçesi’ni “Kürtçe”nin bir “lisan”ı olarak göstermektedir ki, doğru değildir.

Evliya Çelebi, Zaza Türkleri ile meskun bugünkü Sason (eski adı “Hazo”) ilçesi hakkında bilgi verirken, çok önemli bir noktaya temas ediyor. Bu da “Zaza” ile “Kürt”ün farklılığını vurgulayan mühim bir işarettir.

Evliya Çelebi, “Hazo Kasabası”nı şöyle anlatıyor :

“kalenin kıble tarafı eteğinde genişçe bir arazidedir. Bin hanelidir. Henüz gelişmektedir. Evlerin hepsi toprak ile örtülüdür. Çarşı içinde camii ve şeref hanı meşhurdur. Küçük sıcak bir hamamı, üç adet de dükkanı vardır. Halen hakimi olan Murtaza Bey kagir bir han yaptırmıştır ki, sanki sağlam bir kaledir. Kayalık bir yer olduğundan bağ ve bahçeleri güzel değildir. Halkı dinç ve güçlü kimseler olup, piyade ve süvarisi meşhurdur. Şeyhani, makravi, kılıç vurmada, ok atmada eşsiz kavimdir. Gayet namaza devamlı, Şafii mezhebine bağlı, imanlı ve Allah’ın birliğine inanmış erkek ve kadınlardır. Gerçi yaylalarında Halti, Çekvani ve Zibari Kürtler’i vardır ama onlar ile alışveriş yapmazlar.[172]

Yukarıya aldığımız bölümdeki “mühim işaret”imizi son cümlede görüyoruz. Çünkü bu cümlede, Zazalar’ın “Kürt” olmadıkları vurgulanmak isteniyor.

O kısmı bir kere daha tekrarlayalım :

“Gerçi yaylalarında Halti, Çekvani ve Zibari Kürtler’i vardır ama onlar ile alışveriş yapmazlar”

Bir nokta daha var. Evliya Çelebi, Hınıs Kalesi’ni anlatırken ; “Bu kalenin içinde bin iki yüz hane Kürt oturur[173]” demektedir.

Burada da yine bir “yanılma “ söz konusudur. Bilindiği gibi günümüzde Erzurum’a bağlı bir ilçe olan Hınıs, çok eskiden beri Zaza Türkleri ile meskun bir beldedir.

“Seyahatname”den öğrendiğimize göre Evliya Çelebi : Zaza Türkleri’nin yerleşik bulunduğu, mesela Siverek, Çermik, Çüngüş, Sağman, Çemişkezek, Palu, Çabakçur, Genç, Kulp, Eğil, Hani gibi yerleri de ziyaret etmiştir. Ancak Evliya Çelebi, gezip gördüğü bu mıntıkalardaki insanların giyim-kuşam, sosyal yapıları, inançları ve dilleri hakkında hiçbir bilgi vermiyor.

CELALEDDİN-İ HARZEMŞAH’IN ÖLDÜRÜLMESİ VE ZAZA TÜRKLERİ’NİN TAVRI

Tarihin seyrini takip edersek tamam 752 sene evvel, bir adı Celaleddin Menguberti olan büyük Harzem hükümdarını, bir çok diyar fetih ve istila ettikten sonra nihayet Moğolların önünden kaçarak dolu dizgin Anadolu’ya kadar gelmiş görüyoruz.[174]

Azerbaycan, Bitlis, Ahlat, Siirt, Çapakçur (Bingöl), Erzincan ve Dersin (Tunceli) yörelerinde hakimiyet kuran Harzam (Harizm) Türkleri Sultanı Celaleddin’in bu ilerleyişini durdurmak için, Selçuklu sultanı Aleaddin Keykubat, ordusuyla Harzemliler üzerine hareket etti.. İki ordu, 10 Ağustos 1230 tarihinde Erzincan’ın Yassı Çimen dağlarında çarpıştılar. Sultan Celaleddin mağlup oldu. Ahlat’a geldi. Burayı tekrar ateşe vererek şarka döndü. Fakat bu taraftan da Moğol orduları kendisini aramaya geliyorlardı. Birkaç muharebede tekrar mağlup oldu ve bu defa Bağdat’a kaçmak istedi. Diyarbakır önüne geldi; geceyi Dicle köprüsü yanına kurduğu çadırda geçirmek istiyordu. Fakat gece çadırını Moğollar bastılar. Sultan Celaleddin birkaçını öldürerek ve bütün maiyetini de bırakarak yalnız başına Silvan mıntıkasına kaçtı.[175]

İşte, asıl konumuzu ilgilendiren bundan sonraki gelişmedir. Zira bu gelişme, kafalarda birtakım soru işaretlerinin yer etmesine yol açacaktır.

Bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Sişvan yakınlarına gelen Celaleddin Harzemşah, saklanmak için dağa çıkıyor. Tesadüf ettiği Kurmanclar kendisini öldürmek istiyorlar. Sultan, bunların reisine “Ben Sultan’ım, hakkımda bir karar vermede acele etme. Beni ya Melik El-Muzaffer Gazi’ye götür, o seni zengin eder. Veyahut beni memleketimden birine sevk et, seni emir yaparım” diyor. Reis bu tekliflerden ikincisini kabul ederek Celaleddin Harzemşah’ı obasına götürüyor. Kendisi de Sultan’ın dağda kalan atını ve eşyasını getirmeye gidiyor. Bu sırada başka bir Kurmanc gelerek reisin karısına bu Harzemlinin kim olduğunu neden öldürülmediğini soruyor. Kadın da mümkün olmadığını, çünkü bu adamın “sultan” olduğunu , kocasının kendisine aman verdiğini söylüyor. Fakat, “Onlar Ahlat’ta bundan daha kıymetli bir kardeşimi öldürdüler” diyerek elindeki kargının bir darbesiyle Celaleddin Harzemşah’ı şehit ediyor. (17 Ağustos 1231)

Bir müddet sonra, Melik El-Muzaffer (Silvan ve El Cezire emiri olup, Eyyubiler’dendir), dağa adam göndererek Sultan’ın eşyasını, atını, eğerini, pek meşhur olan kılıcını, saçının ortasına diktiği ufak heybesini getirtiyor. Sonra da ölüsünü buldurup, gömdürüyor.[176]

Bu maceralı Türk hükümdarının tarihi bu kadarla bitmiyor. Ölüm olayı, Kurmanclar ile Zazaları karşı karşıya getirdiği gibi, ölüsü de bir mesele oldu. Zaza Türkleri, kendilerince muhterem tutulan Sultan Celaleddin’in ölüsünü alıp kaçırdılar. Fakat Kurmanc kabilelerinin tahrip etmesinden korkarak, gidilmesi meşkül ve kendi aşiretlerinin (Zazalar’ın) kalabalık oldukları Dersim (Tunceli) dağlarına götürüp, yüksek bir noktada defnederek ziyaretgah yaptılar. Bu sebeple, Dersim Zazaları bu türbeye ve dolayısıyla bu dağa, “Sultan Baba” derler.[177] Diğer bir adı da “Tacik Baba”dır. “Tacik” kelimesi zamanla değişerek, halkın ağzında “Tujik” (Tucik) olmuştur.

Dersimli Zaza Türkleri için “Tacik Baba” (Sultan Baba) mukaddes bir ziyaret yeridir. Oraya adaklar adanır, Muharrem ayında kurbanlar kesilir, merasim yapılır. Dersim’in korkunç fırtınaları, Ağdad köyünün doğusundaki “Tacik Baba” tepesinden patlar. Dersimli, “Tacik Baba”dan top uğultularına benzeyen fırtınalı sesler geldiği zaman bunun, devletin harbe gireceğine, şayet devlet harp halinde ise zafere işaret ettiğine inanır.[178]
Merhum Nazmi Sevgen, “Tacik” kelimesine şu şekilde bir açıklık getirmektedir:

“... Tacik kelimesi Türkçe’dir. Eski İranlılar, Arap yarımadasında kendi hudutları boyunca en çok temas ettikleri “Tay” aşiretine Arap kaidesine göre “Tayi” ve kendi fonetiklerinin zoruyla da “Tazi” derlerdi. Yani Fars için Arap “Tazi” idi. Türkler bu kelimeyi kendi fonetiklerine uydurarak “Tacik”, “Tezik” şekline soktular...

“Horasan”ın istilasından sonra, İslamlık nehirler arası hıttasına girdiği zaman, Kuzey İran ve Türkistan ahalisi de Tacik olmuşlardı. O zaman eski dinlerini muhafaza eden Akdin Saliki Türkler, kendilerine “Gebr” adını verirlerdi. Sonradan Müslüman, yani Tacik olarak Ön Asya’ya doğru sarkıp yayıldıkları zaman yerli Hıristiyanlara kendileri gavur, yerli Hıristiyanlar da onlara “Tacik” dediler. Cengiz Han’ın , Asya’yı istilasında şimdi “Tacikistan” denilen memleket etrafında teessüs etmiş cihangir, muazzam ve muhteşem bir “Tacik Devleti” vardı. Bu devlet bugünkü Dersim (Tunceli)’e kadar uzanıyordu. Dersim, Tacik devletinin batısında, serhat bekçisi rolünü alan bir kısım Tacikler’le meskundu. Bu muhteşem Tacik devletinin, Harzemliler’in yurdu olduğunu biliyoruz. Bu sebeple Dersimli’nin, hatıralarına ve tarihi vakıaya dayanarak “Tacik Baba” dağında Celaleddin Harzemşah’ın metfun bulunduğunu iddia ve beyan eylemesindeki isabet, bu suretle de teeyyüt etmiş olmaktadır...[179]

Netice olarak, 752 sene önce cereyan eden bu olay da bize ; Zazalar’ın “Kürt” olamayacağını, Zazalar ile Kurmancların aynı kökten ayrılmış farklı iki Türk topluluğu olduklarını düşündüren bir mesaj niteliğindedir. Dersim (Tunceli)li Zaza Türkleri’nin bir kısmı bugün dahi kendilerini “Harzemli” saymakta ve “Horasan’dan Geldiklerini” açıkça söylemektedirler. Varto Zazaları’ndan olan Mehmet Şerif Fırat da, bu görüşü ileri sürmekte ve kendisinin de bağlı bulunduğu “Hormek” aşiretini bir misal göstererek, “atalardan süzülüp gelen rivayet ve inanışa göre, Hormek kabilesi Harzemlidir[180]” demektedir.

Tarihçi Dr. Rıza Nur’un açıklamaları da bu yöndedir. Kendisi, Dersimli Zaza Türkleri’nin “Kürt” olmadığını ve bunların bir bölümünün Harzemli Sultan Celaleddin’in taifesi olan Türkler olduğunu yazmaktadır.[181]

YEZİDİLİK İNANCI

“Yezidilik” inancı kesinlikle Zaza Türkleri’nde yoktur. Yezidiliği benimsemiş her hangi bir Zaza aşireti veya ailesi de mevcut değildir.
Aleviliğin Türkmen, Zaza, Azeri, Kurmanc v.b. gibi Türk boyları arasında yayılıp, bir hayli taraftar bulmasına karşılık ; “Yezidilik”, sadece Kurmanclara mensup bir zümre tarafından benimsenmiştir.

Bazı yazarların Yezidiler’i Zaza Türkleri’nden göstermelerine dair fikirleri doğru değildir. Belgelere dayandırılmayan bu iddialar geçersizdir ve ilmi gerçeklere de aykırıdır.

Bu hataya düşenlerden biri, “Doğu illeri ve Varto Tarihi”nin yazarı olan Merhum Şerif Fırat’tır.

Bu konuda şöyle diyor :

“Arap orduları önünde dağılan Part Türkleri (Zazalar) şubesinden ayrılan Yezidiler ; o çağlarda doğu illerinin serhatlarından güney-doğuya geçerek cenupta Sincar dağlarına, Alagöz dağlarıyla, Karabağ ve Şengal ovalarına yayılmış ve bunlar son zamana kadar Arap ordularına ve İslamiyet’e karşı koydukları için bir türlü İslam dinini kabul etmeyip, Yezidi namını almışlardı.[182]

Yazarın bu düşüncelerini çürüten pek çok ilmi gerçek vardır. Evvela şunu belirtelim ki, “Yezidilik” inancı ortaya çıktığı sıralarda, İslam bayraktarlığının Türk orduları tarafından üstlendiğini görüyoruz... Bu inancın doğuşu ise Arap fetihlerinin parlak devrinden 300 yıl kadar sonra olmuştur.
Yezidiler, 1072-1162 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Şeyh Adi Bin Müsafir’i bu inançlarının kurucusu olarak kabul ederler. Gerçekte ise tasavvufi bir tarikatın kurucusu ve “mü’min” bir kişi olan Şeyh Adi’nin fikirleri, onun ölümünden sonra, bazı müritleri tarafından değiştirilerek, batıl ve sapık bir akım olarak geliştirilmiş, çeşitli hurafeler ve eski dinin pek çok akideleriyle de donatılmıştır. “Yezidilik” adı verilen bu garip inanç, bir “mezhep”ten ziyade, adeta bir “din” haline dönüşmüştür.

Yezidi Kurmanclar, “Melek Tavus” diye adlandırdıkları “şeytan”a taparlar. Her yıl 23 Eylül’de, Şeyh Adi’nin Musul yakınlarındaki Sincar dağında bulunan mezarını ziyaret ederek “hacı” mertebesine ulaşırlar. Yezidiler’in “Kitab-ı Celve” (Vahiy Kitabı) ve “Mıshefa Reş” (Kara Kitap) adlarını taşıyan iki din kitapları vardır. Dini ibadetleri, ayinleri ve duaları hep Kurmancca konuşulacağına, Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından “Kürtçe” (Kurmancca) olarak indirildiğine ve Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in onu Arap diliyle yazdığına inanırlar. Bunlar birçok şeyleri mesela bakla, marul, balık yemezler, mavi rengi giymezler.

Genellikle eski Türk geleneklerini ve İslam’dan önceki eski Türk dininin pek çok ilkelerini yaşayan ve yaşatan Yezidiler; bugün, Türkiye’nin doğu ve Güneydoğu (Urfa, Siirt, Mardin, Van, Hakkari) taraflarından sayıları çok az olmakla beraber, Suriye, Irak, İran ve Sovyet Kafkasya’sında, Erivan ve Tiflis çevresinde dağınık bir şekilde yaşarlar. Merkezleri Sincar dağı yöresidir. Sincar, Musul’un kuzeybatısında ve ona bağlı bir ilçedir.
“Yezid” kelimesine gelince, bunun eski Türkler’deki “Ayzıt” (Hezid) ile benzerliği düşünülebilir. Kaşgarlı Mahmud da Divan-ı Lügati’t Türk’de “izi” kelimesini ; ilah, efendi anlamında kullanmıştır.[183] Ayrıca, Muaviye’nin oğlu “Yezit” ile ilişkili olduğunu ileri sürenler olduğu gibi [184], bunun aksini savunanlar da vardır.[185]

Bütün bunlara rağmen bazı çevreler, kasıtlı olarak ortaya attıkları bir takım hayali şeylerle, Zazalar ile Yezidiler’i aynı inanca bağlı gösterme gayreti içindedirler.

İhsan Nuri’nin “Tarih-i Rişeyi Nejat-i Kurd” isimli Farsça eserini “Kürtler’in Kökeni” adıyla tercüme edip yayınlayan ayrımcı çevrelerden M.Tayfun, kitapta yer alan bir dip notunda şöyle diyor :

“Herekol Azizan, Hawar Dergisinin 42. sayısında (1942-Nisan) Newruz konusunda yazdığı yazıda... ‘Zerdüşt’ün Avesta’da bir bahar bayramından söz ettiğini’ belirttikten sonra, bunun Newruz olması gerektiğini, bu bayramın Yezidi Kürtler (Hezidiler) arasında kutsal bir biçimde “Cemayi” adı ile kutlandığını belirliyor. Bu bayramda Yezidiler en güzel elbiselerini giyip, düz bir alanda toplanırlar, her aile yiyeceğini getirip, yiyeceklerini orta yere dizerler ve öğlen yemeklerini yerler, ardından halk oynar, türkü söyleyip eğlenirmiş. Bugün dahi (1977), Diyarbakır’ın Dicle İlçesinde bazı Zaza köylerinde baharın güzel günlerinden birinde Yezidiler’in “Cemayi” gününe benzeyen ‘Roje Ziyar’ kutlanır. Zaza Kürtler tıpkı Yezidiler’de olduğu gibi güzel elbiselerini giyer, topluca bir alana gider, hatta giderken her aile yiyeceklerini ve kazanını birlikte götürür. Orda yemeğini pişirir, yine Yezidiler’de olduğu gibi yemekler tabaklar içinde yere dizilir, yemeklerini yer, ardından oyunlar oynanır, sohbet edilir, türküler söylenir, eğlenilir. Bu gün her yönüyle bir bayramdır ve Zaza-Kürt aşiretleri arasında harfiyen aynı biçimde bu gün bile kutlanması ilginçtir. Sadece isim değişikliği olmuştur. Buna rağmen Zerduşt’un Avesta’da sözünü ettiği Bahar Bayramı bu bayram olabilir.[186]

Yazarın düşünceleri bu kadar. Hemen ilave edelim ki, bunlar tamamen hayal mahsulüdür. Neden ? Çünkü bir kere Zaza Türkleri’nde “Roje Ziyar” (Rocey Ziyar) adıyla kutlanan bir bayram yoktur. “Yok” olan bir şeyin Yezidiler’in “Cemayi”siyle veya Zerdüşt’ün Avesta’sındaki bayram ile karşılaştırmanın anlamsızlığı meydandadır. Ayrılıkçı çevrelerin kafaları bulandırmak gayesi ile maksatlı olarak imal ettikleri bu sahte “bayram”ın “yok”luğunu kendileri de bilirler. Fakat Zazalar’ı “Kürtçülük” akımının içine çekebilmek için bu tür sahtekarlıkların yapılmasında bir sakınca görmezler. Bilakis fayda umarlar...

“Rocey Ziyar” nedir? Yazarın iddialarının aksine, bu ne bir bayramdır ve nede bir önemli günün ismidir. “Rocey Ziyar”, adı üzerinde “Ziyaret Günü”dür. Burada “Ziyar” ; ziyaret, mezar, türbe, kabir anlamına gelir. Yani ‘mezarın veya türbenin ziyaret edileceği gün’ demektir. Bu gün , genellikle Perşembe günüdür. Yalnız bir güne mahsus olmayıp, yılın her perşembesi ‘Rocey Ziyar’ (Ziyaret Günü) sayılır. Ziyaret isteğe bağlıdır. Giden de var, gitmeyen de... Her hangi bir muradı olanlar, halk arasında takdire şayan olmuş büyük türbeleri ziyaret eder ve çeşitli dileklerde bulunurlar. Türbede yatan kişinin, Allah’ın bir evliyası olduğu inancındadırlar.

Ziyaret günü sabahı erkenden kalkılır, temiz elbiseler giyilir, yiyecekler ile varsa kurbanlık hayvan da alınarak yola çıkılır. Abdestli olmak şarttır. Yatır, abdestsiz ziyaret edilmez. Bu günü oruçlu geçirenlere de rastlanır... Türbeye varıldığında ilk iş türbeye yüz-göz sürmektir. Sonra kurbanların kesimi başlar... Yemekler yenilir, toplu halde namaz kılınır. Ardından eller kaldırılıp, en içten yakarışlarıyla Allah’a yalvarılarak, ziyaret edilen yatırın hatırı için dileklerinin kabulü istenir... Bu arada dilek taşına taş yapıştırmayı, türbenin yanındaki ağaçlara çaput bağlamayı, çocuklara ve türbe bakıcılarına ise bol bol bahşiş veya hediye vermeyi ihmal etmezler... Ziyaret esnasında veya sonunda şarkı-türkü söylemek, oyunlar oynamak gibi eğlenceli davranışlar kesinlikle yoktur. Bunlar günah sayılır.

İşte Zaza Türkleri’ndeki “Rocey Ziyar”ın anlamı budur. Ne Yezidilikle, nede Zerdüştlük’le hiçbir bağlantısı mevcut değildir. Netice olarak şunu diyoruz : Yezidilik inancı, Zaza Türkleri’nin tamamen dışındadır.[187]

SOSYAL YAPI BAKIMINDAN ZAZA VE KURMANCLAR

Zaza ve Kurmanclar arasındaki mevcut sosyal yapı farklılıkları, aslında başlı başına incelenmeye değer, çok geniş bir sahadır. Ancak biz, gayet belirgin olan birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğiz.
Sosyal yapı itibariyle, Zaza Türklerini Kurmanclardan farklı kılan özelliklerden en çarpıcı olanları görebildiğimiz kadarıyla şunlardır :

1- Göçebelik: Zaza Türkleri’nde “göçebelik” yoktur. Göçebe hayatı yaşayan hiçbir Zaza aşiretine veya kabilesine rastlanmamaktadır. Ziya Gökalp’da bundan 60 yıl kadar önce, bu hususa işaret ederek şöyle diyordu : “Zazalar’dan yalnız ‘Zekti Koçerleri’ göçebedir[188]” Bingöl’de yerleşik bulunan Zekti (Zıktı) denilen bu aşiretin yerleşik hayata geçip, göçebeliği bırakalı yıllar olmuştur.
Kurmanclarda ise, göçebelik yaygındır. Kurmanc aşiretlerinin bir kısmı yerleşik, diğer bir kısmı da göçebedirler. Ancak göçebe hayatı yaşayan aşiretlerin sayısı günden güne azalmaktadır. En büyük göçebe aşireti Beritan, en küçüğü ise Alikan’dır.

2- Ağalık: Zaza Türkleri’nin yaşadıkları bölgeler, umumiyetle dağınık olduğundan, Siverek gibi bazı bölgeler dışında, belirleyici bir toprak ağalığı yoktur.

Kurmanclarda “ağalık” müessesesi yaygındır ve güçlüdür. “Ağa”ya sonsuz bir bağlılık ve baş eğme vardır. Ağa onların varlığının en önemli parçasıdır. Ağaya sürekli olarak üstün bir varlık ve muzaffer bir kumandan gözü ile bakılır. Ağanın kabilesi ve üzerindeki etkinliği ise çok güçlüdür. Aşiretin bireyleri bu etkinliği zorla değil, içten gelen bir arzu ile kabul ederler[189].

Her şeyden evvel, korunma ve savunma, topluluk içindeki çeşitli sosyal münasebetlerin tanzimi ve hayatlarını devam ettirmek için çeşitli ihtiyaçların da temini için, devletin varlığının pek hissedilmediği veya bürokrasinin yarattığı güvensizlik, söz konusu bir lidere veya rehbere (“ağa”ya) ihtiyaç duyulmuştur.

İşte bugün, bunlar arasında söz konusu edilen ağalık, devlet otoritesinin fazla hissedilmediği, bölgeye çeşitli sosyal ve iktisadi hizmetlerin götürülemediği bir ortamda, sosyal muhtevanın müesseseleştirdiği bir mefhumdur. Bu kişiler, rekabet kabul etmeyen mevkilerini yalnız zenginliklerine değil, cemaat içindeki fonksiyonlarına, halka karşı mesuliyet ve mükellefiyetlerine, her şeyden evvel, bulundukları mevkiin gerektirdiği fedakarlıklara borçludurlar.

Bundan dolayı, bu kimseleri, orta çağın fena şöhretli feodal senyörleriyle bir kabul etmek ve Marksist Leninist ideolojiye göre değerlendirmek de doğru değildir. Zamanla müesseseleşen “ağalık”, günümüzde ancak cemaat içi münasebetlerde tesirli olabilmektedir.[190]

3- Şeyhlik: Doğu Anadolu bölgesinde, diğer bölgelere nazaran sosyal yapı içinde tesir sahası bakımından farklı bir durumda bulunan bir sosyal müessese de şeyhlik ve şeyhlerdendir. “Şeyhlik” otoritesi, Kurmanclara nazaran, Zazalarda daha güçlü ve katıdır. Bölgede şeyhlerin tesirleri ağaların tesirlerinden daha geniş ve yaygındır. Ağaların nüfuzları ve tesirleri az çok bölgenin belirli bir muhitinde meskun oldukları yerde belirdiği halde, şeyhlerin tesiri belirli bir muhitten ziyade bölge çapındadır.

Şeyh manevi bir yol göstericidir, mürşittir... Şeyhlerin tesir alanları geniştir; ancak, bu tesirin derecesi içinde yaşanılan topluluğun sosyal yapısıyla ilgilidir. Zaza Türklerinde mevcut olan sosyal yapının dışarıya karşı kapalı, dayanışmacı ve cemaat karakteri taşıması, şeyhlik müessesesine önem kazandıran bariz özelliklerdir. Ayrıca, bölgede mevcut sosyal yapı, şeyhe de kendi sosyal karakterini vermiş, her türlü sıkıntı ve meselede onlara danışmayı gerektirmiştir.[191]

Sünni Zaza Türklerindeki “şeyhlik” müessesesine karşılık, Alevi Zaza Türklerinde de aynı katılıkta bir “seyidlik” müessesesi ön plandadır. Dini inançlar bakımından Zaza Türkleri “fanatik”tir. 1925’te vuk’u bulan “Şeyh Said” ile 1938’de çıkan “Seyid Rıza” isyanlarında, Zaza Türklerini isyana sevk eden asıl sebep, işte bu “fanatizm” düşüncesidir.

Burada önemli bir hususa değinmek istiyoruz. Ayrılıkçı-Kürtçü çevreler, bu her iki isyana sahip çıkmakta ve her iki “isyancı lider”i de “Kürt” ilan etmektedirler ki, gerçeklere tamamen aykırıdır. Şeyh Said olsun, Seyid Rıza olsun, ikisi de Zaza’dırlar.

4- Din: Zazalarda bu bağ, Kurmanclara nazaran daha güçlü ve sıkıdır... Mezheplere gelince; Kurmancların büyük çoğunluğu Sünni ve az bir kısmı Alevi iken, Zaza Türklerinde çoğunluk Alevi ve geri kalan kısmı Sünni’dir. Kurmanc ve Zaza Türkleri arasında “tarikat”lar da yayılmıştır. Kurmancların ekserisi, mutasavvıf Abdülkadir-i Geylani’nin kurucusu bulunduğu “Kadirilik” tarikatını benimserken, Zazalar ; Sünni olanlar “Nakşibendilik”i ve Alevi olanlar da “Bektaşilik”i seçmiştir.

Türk mutasavvıfı Muhammed Bahaeddin Nakşibend’in kurucusu bulunduğu “Nakşibendilik” tarikatını, Zaza Türkleri arasında yayan zat, rivayetlere göre Şeyh Said’in dedesi , Palu’lu Şeyh Ali (Şeyh Eli Pali)’dir. Şeyh Ali’nin Muhammed Bahaeddin Efendi’nin halifesi olan Mevlana Halid’ten “el” aldığı söylenir.

“Bektaşilik”in kurucusu ise yine büyük bir Türk mutasavvıfı olan Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Aslen Zaza Türklerinden ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin de halifelerinden olan; Ağuçan (Ağu içen), Derviş Cemal ve Sarı Saltık adlarını taşıyan bu üç zatın bizzat Hacı Bektaş-ı Veli tarafından Dersim (Tunceli) ve havalisinde faaliyet göstermek için vazifelendirildikleri rivayet edilir. Bugün Tunceli’de bu üç adla (Ağuçan, Derviş Cemal, Sarı Saltık) yad edilen aşiretler bulunmaktadır[192].

FOLKLOR BAKIMINDANZAZA VE KURMANCLAR

Kurmanclarda da Zazalarda da bütün Türk boylarında olduğu gibi “folklor”un önemli bir yeri vardır. Her iki Türk topluluğunun da folkloru oldukça zengindir. Ancak, bunun çok az bir bölümü yazıya geçirilmiştir. Destanlar, hikayeler, masallar, efsaneler, türküler, fıkralar, atasözleri, bilmeceler, inançlar, örf ve adetler v.s... Bütün bunlar incelenmeye değer, birer hazinedirler.

Folklor açısından da bu iki Türk boyu arasında bir takım farklılıklar göze çarpmaktadır. Ayrıntılarına girmeden, sadece birkaç nokta üzerinde duracağız :

· “Giyim-kuşam”da farklılıklar.
· “İnançlar”da farklılıklar.
· “Örf ve adetler”de farklılıklar.
· “Oyunlar”da (halk oyunları” farklılıklar.
· Davul-zurna : Her iki boyda da ekseriyetle düğünlerde çalınır. Çalgıcılık adeti yalnız Kurmanclarda vardır. Zaza Türkleri icrai olarak davul-zurna çalmazlar. Düğünlerinde çaldırmak için bizzat gidip çalgıcıları (davulcu-zurnacılar) davet ederler.
· Başlık parası : Kurmanclarda başlık parası alma adeti oldukça yaygındır. Miktarı bölgeden bölgeye değişmekle beraber, günümüzde bazı yörelerde bir milyona kadar varmaktadır. Zazalarda “başlık parası” (kalın), bazı bölgelerde alınmazken, bazı yörelerde de çok cuz’i bir miktar alınmaktadır.
· Kurmanclara mensup bazı kadınlar; burunlarına “süs” olarak altından, yahut gümüşten yapılan ve adına “hızem” (hızma) denilen bir takı takarlar. Zaza Türkleri’ne mensup kadınlarda bu yoktur.
· Dak : Kurmanclarda, özellikle göçebe (koçer) aşiret mensuplarının yüz ve ellerine yaptıkları dövmelere “dak” denir.
o “Dak” yapmak için, yeni anne olmuş kadının sütü alınarak buna is veya boya karıştırılır. Bu karışım, iğne ile ilgili yerlere batırılıp, çıkarılarak dövme tamamlanır.
o Kadınlarda dak ; alın, şakak, çene, burun ucu, bazen de ellerin üzerine, erkeklerde ise kadınlarda olduğu gibi, umumiyetle burun ucu ve şakaklarda “nokta” şeklinde yapılır. Erkeklerde ayrıca ellerde mitolojik yaratıklar (şahmaran v.s.) ve hayvan şekilleri (yılan, akrep ve çeşitli kuşlar) yapılır...
o Zazalarda bu “dak” (dövme) yoktur.

YERLEŞİM BÖLGELERİ BAKIMINDAN ZAZA VE KURMANCLAR

Zaza ve Kurmancların meskun bulundukları bölgeler de, aslında onların farklı iki boyu olduklarını göstermektedir.

Kurmancların yerleşik bulundukları mıntıkaları araştırıcılar, başlıca beş bölgeye ayırmışlardır :

1- Yenisey Bölgesi
2- Batı Türkistan (Horasan-Afgan) Bölgesi
3- Dağıstan-Macaristan veya Tuna Boyları
4- Kuzey Azerbaycan (Kür-Aras / Aran)
5- Dicle Bölgesi[193]

Zazalar ise yalnızca Türkiye hudutları içinde meskundurlar. Yayıldıkları alanlar da, Dicle-Fırat-Murat ırmakları boylarıdır.Bu ırmakların havzaları dışında, hiçbir yerde Zaza Türkleri’ne tesadüf edilmez. Zaza Türkleri’nin en kalabalık bulundukları vilayetler şunlardır : Diyarbakır, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Tunceli

Zaza Türkleri’nin meskun bulundukları bölgenin hududunu şöyle gösterebiliriz :

Urfa’nın Siverek, Adıyaman’ın Gerger, Malatya’nın Pütürge ve Arapkir ilçeleriyle, Sivas’ın Kangal, Hafik, Zara, Suşehri ilçelerinden Erzincan’ın Refahiye’sine uzanır, Kelkit-Bayburt sınırından geçerek, Tercan’ı ve Erzurum’un Hınıs’ını içine alıp, Muş’un Varto ilçesini, Bitlis’in Mutki ve kısmen de Tatvan ilçelerini, Siirt’in Sason ilçesini bünyesinde toplar, güneyden Diyarbakır’ın Kulp, kısmen Lice, Hani, Piran (Dicle), Çermik ilçelerini kapsamına alarak Siverek’te nihayete erer.

Zaza Türkleri, hududunu çizdiğimiz bu sahanın içinde yayılımlardır. Bu alanın içinde Kurmanclara mensup bazı aşiretler de vardır. Bunların diğer muhitlerden gelip buraya yerleştikleri büyük bir ihtimaldir. Çünkü çoğu konar-göçerdir. Beritan aşiretini misal olarak gösterebiliriz. Buna karşılık Zaza Türkleri’ni çizdiğimiz bu hududun dışında göremiyoruz. Mesela ; Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te, Adıyaman’da (Gerger hariç), Urfa’da (Siverek hariç), Mardin’de, Hakkari’de, Siirt’te (Sason hariç), Bitlis’te (Mutki ve Tatvan hariç), Muş’ta (Varto hariç), Erzurum’da (Hınıs hariç), Van’da Ağrı’da ve Kars’ta Zazalar’a rastlanmaz. Türkiye sınırları dışında, yani Suriye, Irak ve İran’da da Zaza Türkleri yoktur.

[1] V.Minorsky : ”Kürtler” İslam Ansiklopedisi,Fas,68
[2] Hayri Başbuğ: “Kürt Türkleri”, Birliğe Çağrı Dergisi, Sayı:8, 26 Mayıs 1980, sf.4
[3]Bazil Nikitin : Kürtler, Cilt:1 , İstanbul 1976, sf.7 (“Önsöz”).
[4] V.Minorsky : aynı yazı
[5] M. Emin Zeki : Kürdistan Tarihi, İstanbul 1977, sf.33
[6] William Aegleton : Mehabad Kürt Cumhuriyeti 1946, (Çev. M. Emin Bozarslan),İstanbul 1976, sf.16,17
[7] M. Emin Zeki : Kürdistan Tarihi, İstanbul 1977
[8] İhsan Nuri : Kürtlerin Kökeni, (Çev.M. Tayfun), İstanbul 1977 (Yöntem Yayınları),(Orijinal adı, “Tarih-i Rişeyi Nejad-i Kurd”-Kürtlerin Asıllarının Tarihi-olan bu kitap, ilk olarak Tahran’da 1955 yılında, “İranoloji” cemiyeti tarafından Farsça olarak yayımlanmıştır)
[9] Minorsky, “Kur-ti-i’nin okunuş tarzı kat’i değildir” (İslam Ans. “Kürtler” maddesi)derken, Bazil Nikitin de şunları söylüyor : “Asur kaynaklarında ‘Kur-ti-i’ diye bir kavmin bulunduğu sanılmıştır; ama şimdi bu ad ‘Kur-hi-i’ okunmaktadır” (bk. Bazil Nikitin, a.g.e. sf.36)
[10] Bunun aksine, Ermeni yazarları da Kürttürkler için “Müslüman Ermeni” tabirini kullanmaktadırlar (Hayri Başbuğ, Kürtçülük Faaliyetleri İçinde Ermeniler-Son Yüzyılda Kürtçü-Ermenici İşbirliği, Ankara 1982, -gayri matbu-)
[11] Havar Dergisi’nin iddiası bundan farklıdır. Bu dergideki izahata göre; “Nemrud adı, Nimroz, yani Nivroj’dur. Bunun Kürtçe’deki anlamı; yarım gün, öğlen’dir” (Hawar Dergisi, sayı:28, 15 Mayıs 1941)
[12] Kürttürkçesi’nde, “ateş”in karşılığı olarak “azer” sözü kullanılmaz. “Ateş”e Kürttürkleri’nin bir kısmı “agır” derken, diğer bir kısmı “ar” der.
[13] İhsan Nuri, aynı eser, sf. 122,182 ve devamı
[14] Süryani tarihçisi Bar Hebraeus Gregory’de “Nuh” isminin halis Süryanice bir kelime olduğunu iddia etmektedir. (bk. Abu’l Farac Tarihi, cilt:1, Ankara 1945, sf. 71)
[15] Bk. Hawar Dergisi, sayı:28, 15 Mayıs 1941
[16] Şükrü Kaya Seferoğlu, Anadolu’nun İlk Türk sakinleri Kürtler, Ankara 1982, sf.6
[17] H.Kemal Türközü, “Türk sakalar (İskitler)’in Batıya Göçleri ve Kürtler’in Ön Asya’da Doğuşları”, Türk Kültürü Dergisi, sayı:226, sf.36,37., Şubat1982. Ayrıca, daha fazla bilgi için şu kaynaklara müracaat edilmelidir: M. Taner Tarhan, “eski Çağda Kimmerler Problemi”, VIII.Türk Tarih Kongresi, 1.Cilt, Ankara 1979. Prof. Dr Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, 1.Cilt,İstanbul 1970. Prof. Dr.Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi,1.Cilt,Ankara 1981. Prof. Dr.Akdes Nimet Kurat. IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri,Ankara 1972 ve Peçenek Tarihi,İstanbul 1937,Gyula Nemeth,Atilla ve Hunları,İstanbul 1962. Şerif Baştav, “Sabir Türkleri”, Belleten, Cilt:V, Sayı:17-18, Ankara 1941. Arthur Koestler, On üçüncü KabileHazar İmparatorluğunun Mirası,İstanbul 1977.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu,Türk Milli Kültürü, Ankara 1977)
[18] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, Tarihte Türklük,Ankara 1971, sf.65
[19] Dr. Tahsin Ünal,Türk’ün Sosyo-Ekonomik Tarihi,Ankara 1977,sf.12,38
[20] Bar Hebraeus Gregory,Tarih (Abu’l Farac Tarihi)Cilt:1, Ankara 1945, sf.95, İhsan Nuri, aynı eser, sf.88 M.Fahrettin Kırzıoğlu,Her Bakımdan Türk Olan Kürtler, Ankara 1964, sf.21
[21] M. Fahrettin Kırzıoğlu,aynı eser, sf.19-28
[22] Bazil Nikitin,aynı eser,sf.31
[23] H.Kemal Türközü,aynı yazı
[24] İhsan Nuri,aynı eser,sf.131
[25] Bazil Nikitin, aynı eser,sf.48
[26] M. Fahrettin Kırzıoğlu,Kürtlerin Türklüğü,Ankara 1968,sf.51
[27] Bazil Nikitin,aynı eser,sf.23
[28] Ksenofon,Anabasis-On binlerin Dönüşü-İstanbul 1974 (HürriyetY.)..
[29] İranlı Firdevsi,”Şahname”sinde,bu vak’aları “İran-Turan” savaşları olarak isimlendirmekte ve pek geniş malumat vermektedir.
[30] Hilmi Göktürk,Kürtler’in Soy Kütüğü ve Boy Tarihi, cilt:1,İstanbul 1978,sf.75
[31] Uzun saç bırakma,eski Türkler’e has bir gelenektir.Sakalar,Hunlar,Göktürkler ve İslam oldukları halde Selçuklu Türk erkekleri de omuzlarını aşan saçlar uzatırlardı.Bunlardan,Ermenice ve Süryanice kaynaklarda da bahsedilir.Aynı durum bugün bile Sincar dağı eteklerinde yaşayan Kürttürkleri’nde mevcuttur.Bunlardan Evliya Çelebi’de bahsetmiştir, hatta uzattıkları bu saçlardan dolayı Sincar Dağına “Saçlu dağ”da denildiğini söyler.(M:Fahrettin Kırzıoğlu,Kars Tarihi,I.İstanbul 1953, sf.97.)
[32] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni,Macar Arkeolojisinde Hunlar-Avarlar-Macarlar,Ankara 1937, sf.10.
[33] Wilhelm Radloff,Sibirya’dan,(Çev.Dr.Ahmet Temir),Cilt:1,İstanbul 1957, sf.225.
[34] Kaşgarlı Mahmud,Divan-ı Lügati’t Türk, I, sf.419
[35] Gyula Nemeth, Der Volksname Karluk und Seine Semantische Gruppe, sf.13 (Zikreden,Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, Sf.156, not:660)
[36] Thureau Dangin, Revveç d’Assyriologie, V, sf.67.(Zikreden, V.Minorsky,aynı yazı)
[37] Driver, The name Kurd Its Philological Connexions (JRAS-1923), sf.400,(Zikreden,V.Minorsky,aynı yazı)
[38] V.Minorsky,aynı yazı
[39] “Karduklar”ın Türklüğü konusu üzerinde,daha geniş bilgi için bk. “Rus Yazarı Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’ndeki ‘Kürtler’ Maddesinin Tenkidi ve Bazı Gerçekler”, Kon Gazetesi, sayı:1,Ankara,Ocak 1979. Dr. Mehmet Şükrü Sekban,Kürt Meselesi,(3.Baskı),Ankara 1979,(Ek:2, Kardaka-Kurduklar),Kon Yayınları. Edip Yavuz,Tarih Boyunca Türk Kavimleri, Ankara 1968. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi , İstanbul 1953.Hilmi Göktürk,Anadolu’nun Dağında Ovasında Türk Mührü,Cilt:1, Erzurum 1974.
[40] Bk.(9)numaralı dipnot (H.B)
[41] İhsan Nuri,aynı eser,sf.33
[42] Aynı eser, sf.198
[43] Aynı eser, sf.110
[44] Bezil Nikitin,aynı eser,sf.37
[45] Aynı eser, sf.137
[46] Hilmi Göktürk,aynı eser, sf.57-58
[47] Edip Yavuz, aynı eser,sf. 32
[48] Süleyman Sabri Paşa,Van Tarihi ve Kürt Türkleri Hakkında İncelemeler (3.Baskı), Ankara 1982, sf.49
[49] Cevdet Türkay,Başbakanlık Arşivi Belgelerine göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak Aşiret ve Cemaatlar,İstanbul 1979, sf.150
[50] M. Emin Zeki,aynı eser, sf.213-217
[51] Cevdet Türkay, aynı eser, sf.145
[52] Aynı eser, sf.641
[53] Aynı eser, sf.642
[54] Bu kısım, “Zaza Türkleri” adı ile hazırlamakta olduğumuz bir eserin “tarih” bölümünün kısa bir özetidir.
[55] Bk.Nazmi Sevgen, “Yaşayışları Şimdiye Kadar Gizli Kalmış Bir Aşiret:Zazalar”, Tarih Dünyası Dergisi,Sayı:14,15,16,17,İstanbul 1950. Aynı yazının ikinci baskısı için Bk.Nazmi Sevgen, “Yaşayışları Gizli Kalmış Bir Aşiret:Zazalar”,(Dipnotlar:Hayri Başbuğ),Türk Kültürü Dergisi,Sayı:229,230,(Mayıs-Haziran),Ankara 1982
[56] Nazmi Sevgen,”Kürtler”,Belgelerle Türk Tarih Dergisi,Sayı:5,İstanbul 1969. Ayrıca Bk.Nazmi Sevgen,Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri-Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi,Ankara 1982,sf.3
[57] Geniş bilgi için bk.Prof. Dr. Zeki Velidi Togan,Umumi Türk Tarihine Giriş,cilt:1,İstanbul 1970.Ayrıca bk.Prof. Dr. Yusuf Ziya Özer, “Son Arkeoloji Nazariyeler ve Subarlar” II.Türk Tarih Kongresi
[58] Nihad Sami Banarlı,Resimli Türk Edebiyatı Tarihi,Fas 1.İstanbul 1971 sf.12 (“Türklerin Yaratılış Destanı”)
[59] Edip Yavuz,Aynı eser, sf.200-203
[60] Deguignes, Tarih-i Umumiye, Sf.148,158,170
[61] Prof. Dr. Zeki Velidi Togan,aynı eser,sf.35,391,395
[62] Aynı eser, sf.23
[63] Aynı eser, sf.45
[64] M. Fahrettin Kırzıoğlu,Kars Tarihi, sf. 73,91,105
[65] Dr. Fritische,Kürtler,İstanbul 1324 (1918), sf. 26
[66] Prof. Dr. Z.V.Togan, aynı eser, sf. 41, 42
[67] Kaşgarlı Mahmud,Divan, II.sf. 48
[68] Prof. Dr.Z.V.Togan, aynı eser, sf.45
[69] Edip Yavuz, aynı eser,sf.227 (Steilers Hand Atlas,1928’e atıf)
[70] Prof. Dr.Z.V.Togan, aynı eser, sf.23
[71] Aynı eser, sf.35
[72] Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu,Eski Uygur Türkçe’si Sözlüğü,İstanbul 1968 sf.211-267
[73] Prof. Dr.Z.V.Togan, aynı eser, sf .36
[74] Deguignes, aynı eser, sf. 273
[75] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 202
[76] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser, 76
[77] Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, aynı eser, sf. 48
[78] Hilmi Göktürk,Kürtlerin Soy Kütüğü ve Boy Tarihi,İstanbul 1978, sf.60
[79] Kadri Perk, Cenup Doğu Anadolu’nun Eski Zamanları, İstanbul 1944, sf. 43
[80] Bk.Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügati’t Türk. Ayrıca bk. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Eski Uygur Türkçe’si Sözlüğü,İstanbul 1968
[81] Yakut Türkleri, günümüzde dahi kendilerine “Saka” (“Su”) derler.
[82] C.R. Conder, Notes on Akkadic, Journal of the Royal Asiatic Society,1983, Sf.830,867 (Zikreden,Hilmi Göktürk, aynı eser, sf. 62)
[83] Nikola Marr,Külliyatı, cilt:1, sf. 310, (Zikreden , H.Göktürk,sf.62)
[84] M. Nuri Dersimi, Dersim Tarihi, İstanbul 1979, sf. 27
[85] Nazmi Sevgen, “Yaşayışları Gizli Kalmış Bir Aşiret : Zazalar”, (Dipnotlar:Hayri Başbuğ),Türk Kültürü Dergisi, sayı:229, sf. 33 , 34
[86] M. Nuri Derbimi, aynı eser, sf. 8, 71
[87] Ksenofon, Aynı eser, sf. 69, 111, 267
87/1 Bir sözün, çeşitli dillerdeki fonetiklerine göre nasıl şekillendiğine en güzel misal olarak “Türk” sözüne bakmamız yeterlidir sanırız. Geçen asırdan beri birçok bilgin tarafından ileri sürülen görüşlere göre;Herodotos’un doğu kavimleri arasında zikrettiği “Targita”lar, İskit topraklarında oturdukları söylenen “Tyrkae”ler, Tevrat’ta adı geçen,Yasef’in torunu “Togharma”,eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen “Turukha”(veya “Turuşka”)lar, “Thrak”lar, eski Ön Asya çivi yazılı metinlerde görülen “turukku”lar, Çin kaynaklarında M.Ö. 1.bin yıl içinde rol oynadıkları belirtilen “Tik” (veya “Di”)ler ve hatta “Troia”lılar v.b. bizzat Türk adını taşıyan Türk kavimleri oldukları ileri sürülmüştür...Orhun kitabelerinde bu ad,daha çok “Türük” şeklinde kaydedilmiştir. Nitekim adın Çince transkripsiyonu da iki hecelidir.Son araştırmalarda “Türk” kelimesinin 6-8.asırlardan önce yalnız çift heceli söylendiği,daha eskiden ise “Törük”şeklinde olabileceği belirtilmiştir. Törük / Türük / Türk (Bk.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu,aynı eser, sf. 25,26)
[88] Prof. Dr. Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976, sf. 40, 41
[89] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 416, 417
[90] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 15
[91] Aynı eser, sf. 35
[92] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser,sf. 31
[93] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 58
[94] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[95] Aynı yazı
[96] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:4, İstanbul 1976, sf. 1122
[97] M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 214
[98] Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, İstanbul 1980, sf. 88
[99] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[100] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 90
[101] Ali Kemali, Erzincan Tarihi, İstanbul 1932
[102] Prof. Dr.Abdülkadir İnan, aynı eser, sf. 38, 39
[103] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[104] Bk.H.Reşit Tankut, Dil Tetkikleri –Birinci Kitap-,İstanbul 1936, sf. 34, 36, 68, 69
[105] Nureddin Ardıçoğlu,Harput Tarihi,İstanbul 1964, sf.8. Ayrıca Bk. Kadri Perk, Aynı Eser, sf.138
[106] Prof. Dr. Z.V.Togan,aynı eser
[107] Kadri Perk, aynı eser, sf. 145
[108] Nureddin Ardıçoğlu, aynı eser, sf.8
[109] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 45
[110] Cevdet Türkay, aynı eser, sf. 147, y48, 789
[111] M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 193, 204, 211, 213
[112] Kadri Perk, aynı eser, sf. 57
[113] M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 201
[114] Şeref han, Şeref name, (Arapça nüshasında Çev.M. Emin Bozarslan) İstanbul 1975, sf. 347
[115] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:4, sf.1139
[116] Basri Konyar, Diyarbekir Tarihi, sf. 14,52,59, Ayrıca Bk. Kadri Perk, aynı eser, sf. 68
[117] Ksenofon, aynı eser, sf. 70
[118] Kadri Perk, aynı eser, sf. 79
[119] Aynı eser, sf. 86
[120] Aynı eser, sf. 86
[121]
[122] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:4, sf. 1139
[123] Aynı eser, sf. 1129
[124] Nazmi Sevgen, aynı yazı
[125] Kadri Perk, aynı eser, sf.91
[126] Edip Yavuz, aynı eser, sf.107
[127] Kadri Perk, aynı eser, sf.102
[128] Bazil Nikitin, aynı eser, sf.37. Ayrıca Bk. V.Minorsky, aynı yazı
[129] Edip Yavuz, aynı eser, sf. 206
[130] Bazil Nikitin, aynı eser, sf. 37
[131] İbn’ül Esir, Yakut, II. Sf.257 (Zikreden, V.Minorsky, aynı yazı)
[132] Mukaddesi, İbnttavkal, sf.250 (Zikreden, V.Minorsky, aynı yazı)
[133] Prof. Dr. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973, sf. 174
[134] Enver Behnan Şapolyo, Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1972, sf. 243
[135] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:3, sf.799
[136] Aynı eser, sf. 788
[137] Aynı eser, sf. 847 ,857
[138] Aynı eser, sf.926
[139] Nazmi Sevgen, Anadolu Kaleleri, Ankara 1959, sf.68
[140] Kara-Amid Dergisi, Sayı:4, İstanbul 1960, sf. 323 (“Diyarbakır’ı Tanıtma Derneği” yayın organı)
[141] Cevdet Türkay, aynı eser, sf. 662
[142] Abdullah Battal Taymas, Kazan Türkçesinde Atasözleri ve Deyimler, Ankara 1968, sf. 13
[143] Saadet Çağatay, Türk Lehçeleri Örnekleri, II. Yaşayan Ağız ve Lehçeler, Ankara 1972, sf. 5
[144] Müstecip Ülküsal, Dobruca’daki Kırım Türklerinde Atasözleri ve Deyimler, Ankara 1970, Sf.8
[145] Kaşgarlı Mahmud, Divan, I, sf.431
[146] Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser,sf. 19
[147] Hazırlamakta olduğumuz ;”Türkçe’nin Yaşayan Ağız Ve Lehçelerinin Kürt ve Zaza Lehçeleri ile Mukayesesi” adlı incelemede, ayrıntıları ile birlikte geniş bilgi verilecektir.
[148] Geniş bilgi için bk.Saadet Çağatay,Türk Lehçeleri Örnekleri II,Yaşayan Ağız ve Lehçeleri, Ankara 1972. Dr. Ahmet B.Ercilasun, Bugünkü Türk Alfabeleri, Ankara 1977, Müstecip Ülküsal, Dobrucadaki Kırım Türklerinde Atasözleri ve Deyimler, Ankara 1970. Abdullah Battal Taymas, Kazan Türkçesinde Atasözleri ve Deyimler,Ankara 1968. H. Paasonen, Çuvaş Sözlüğü, İstanbul 1950
[149] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 26
[150] K.Bedirhan-S.Şıvan,Zımane Kurd (Kürt Dili),İstanbul 1976, sf.33. Ayrıca bk.Kemal Badıllı, Türkçe İzahlı Kürtçe Gramer, Ankara 1965, sf. 6.
[151] Musa Anter, Kürtçe-Türkçe Sözlük, İstanbul 1967, sf. 158
[152] Doğan Kılıç Şıhhesenanlı, Barış Dünyası Dergisi, sayı:15 (Haziran 1963), sf. 358
[153] Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası-Savunma-, Ankara 1975, Sf. 199
[154] M. Emin Zeki, aynı eser, sf.178
[155] Bazil Nikitin, aynı eser, sf. 83, 287
[156] M. Rıza, Benlik ve Dil birliğimiz (2.Baskı), Ankara 1982, sf. 13
[157] M. Şerif Fırat,Doğu İlleri ve Varto tarihi (4.Baskı), Ankara 1981, Sf. 11
[158] M. Salih San, Doğu Anadolu ve Muş’un İzahlı Kronolojik Tarihi, Ankara 1966, Sf.32
[159] Ziya Gökalp,Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik İncelemeler,Ankara 1975, sf. 51. Ayrıca bk. Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri”,Barış Dünyası Dergisi, sayı:13, (Nisan 1963), sf. 242
[160] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Her Bakımdan Türk Olan Kürtler, Ankara 1964, sf. 16
[161] Bk.Musa Anter, Kürtçe-Türkçe Sözlük, İstanbul 1967, M. Emin Bozarslan, Alfabe, İstanbul 1968, K.Bedirhan-S.Şıvan, Zımane Kurd (Kürt Dili), İstanbul 1976. Dr. Kamuran Ali Bedirhan, Türkçe İzahlı Kürkçe Gramer, İstanbul 1977. Kemal Badıllı, Türkçe İzahlı Kürtçe Grameri,Ankara 1965
[162] Bk.(161) numaralı dipnottaki kaynaklar.
[163] Bk.(161) numaralı dipnottaki kaynaklar.
[164] Ehmed-i Hasi, Zazaca Mevlid, Diyarbekir 1316 (1900)
[165] Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt:3, sf. 869
[166] Aynı eser, sf. 873
[167] Aynı eser, cilt:4, sf. 1203
[168] Aynı eser, sf.1136
[169] Aynı eser, sf.1116
[170] Aynı eser, sf.1116
[171] Aynı eser, sf.1152
[172] Aynı eser, sf.1155
[173] Aynı eser, cilt:2, sf.511
[174] Nazmi Sevgen, “Celaleddin Harzemşah-Tacik baba”, Tarih Dünyası Dergisi, sayı:22, sf. 927 (1 Nisan 1951)
[175] Prof. Dr. Osman Turan,aynı eser, sf. 110,Prof. Dr.Làszlò Ràsoyni, aynı eser,sf.168.Kadri Perk,aynı eser,sf. 206
[176] Nazmi Sevgen, aynı yazı. Ayrıca bk. M. Emin Zeki, aynı eser, sf. 78
[177] Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi,Cilt:1, İstanbul 1972, Sf.67. Ali Kemali, Erzincan Tarihi, İstanbul 1932, sf.46. M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 11. Kadri Perk, aynı eser, sf. 206
[178] Nazmi Sevgen, aynı yazı.
[179] Aynı yazı
[180] M. Şerif Fırat, aynı eser, sf. 82
[181] Dr. Rıza Nur, aynı eser, sf. 67.
[182] M. Şerif Fırat, aynı eser, sf. 17
[183] Ziya Gökalp, Makaleler II, Ankara 1982, sf. 77
[184] Prof. Dr. Osman Turan, aynı eser, sf. 229
[185] M. Emin Zeki, aynı eser, sf.171
[186] İhsan Nuri, aynı eser, (Çev. M. Tayfun), sf. 74
[187] Yezidi Kürttürkleri ile ilgili geniş bilgi için bk. Şemseddin Sami, Kamus-ül A’lam, Cilt:6. V.Minorsky, Kürtler, İstanbul 1977,. Prof. Dr. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973. Bazil Nikitin, Kürtler, cilt:2,İstanbul 1978. El’müncid Fi’l Alam, Beyrut 1969 (20. baskı). Sami Said El-Ahmed, El-Yezidiyye Ahvaluhum ve Mu’tekadatuhum (Yezidiler,Durumları ve İnanç Sistemleri), Bağdat 1971
[188] Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik İncelemeler, sf. 51
[189] Minorsky, Kürtler, İstanbul 1977, sf. 36
[190] Doç. Dr. Mustafa Erkal,Bölgeler Arası Dengesizlik ve Doğu Kalkınması, İstanbul 1972, sf. 116, 117
[191] Aynı eser, sf. 122, 123
[192] M. Nuri Dersimi, aynı eser, sf. 32
[193] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtlerin Türklüğü, Ankara 1968

Türk profesörden müthiş buluş

Türk profesörden müthiş buluş
Perşembe, 18 Eylül 2008
Şişmanlık genini bularak dünya çapında üne kavuşan Harvard Üniversitesi Prof.Dr. Gökhan S. Hotamışlıgil, yeni bir başarıya daha imza attı.

Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof.Dr. Gökhan S. Hotamışlıgil ve ekibi, karaciğerde yağ sentezini baskılayarak karaciğer yağlanmasını önleyen, kas dokusunda ise insuline benzer bir etki göstererek kas dokusuna glikoz girişini hızlandıran yeni bir hormonun varlığını ortaya çıkardı. Hotamışlıgil'in son bilimsel çalışması, dünyanın en önde gelen bilimsel dergilerinden biri olan ‘Cell’de yayınlandı.
YENİ HORMONUN KEŞFİ
Yağ dokusundan salınan yeni bir hormon ortaya çıkardıklarını belirten Türk bilimadamı Hotamışlıgil, yeni keşfedilen hormonun bir protein değil ‘yağ molekülü’ olmasının bu çalışmanın en belirgin özelliğini oluşturduğunu söyledi. Hotamışlıgil, “Bu yağ tabiatında olan ilk hormon ve biz bu kategorideki moleküllere ‘lipokin’ adını verdik. Böyle bir aktiviteyi ortaya çıkarabilmek için bu çalışmada ‘lipidomics’ dediğimiz yeni bir teknoloji platformundan yararlandık. Kısaca, genlere bakıp ‘genomics’, proteinlere bakıp ‘proteomics’ teknolojisinin kullanılmasına eş değer olan bir platformu yağlara uyguladık ve 500 değişik yağ molekülünü yüksek çözünürlüklü bir teknik ile ortaya çıkarıp, değişik dokularda, şişmanlık ve diyabet gibi hastalıklar sırasındaki değişikliklerini saptadık. Daha sonrada bu hormonu saflaştırıp vücut içerisindeki etkilerini ve metabolizmayı düzenleyici rolünü gösterdik. Bu da böyle bir teknolojinin basaryla uygulandığı ve fonksiyonel bir yağ molekülünün ortaya çıkarıldığı ilk çalışma” dedi.

BİYOMEDİKAL BİLİMDE BİR KLASİK

Yeni bulguların, bilimsel alanda kendilerini birçok açıdan heyecanlandırdığını belirten Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, “Hem ilk kez yepyeni bir konsept ortaya koyduğu için, hem bunun akabinde bu tur moleküllerin başka aktivitelerini ve hastalıklarla ilgili rollerini aydınlatmak için yeni bir saha açacağı için, hem de böyle tabi kaynaklardan gelen bir hormonun uygulamaya yönelik fırsatlar yaratacağı için, bunun biyomedikal bilimlerde bir klasik olacağını düşünüyorum” diye konuştu.

Kaynak: haber 7

TÜRK MUCİTLER

Türk mucitten büyük buluş

Tarım ürünleri ve atık yağlardan üretilen biodizelde çağ atlatacak buluş Türkler'den geldi.

KOP isimli bir Türk firması, biodizeli evlerde üretebilen makineyi yaparak dünyanın dikkatini üzerine çekti. Atık yağlar ve tarım ürünlerinden biodizel üreten cihaz sayesinde yüzde 50 yakıt tasarrufu sağlanacak. Akaryakıt istasyonlarında yeni yeni ortaya çıkan çevre dostu biodizel artık evlerde de üretilecek. Buzdobalı büyüklüğünde yapılan makine sayesinde atık yağlar ve tarım ürünleri anında yakıta çevrilebilecek. Kop Alternatif Enerji Sistemleri Ltd. Şti tarafından üretilen "KOP Biodizel" makinesi tarım sektöründe de devrim yaratacak. Evlerde kullanılacak ölçülerde üretilen makine özellikle traktör kullanan çiftçilerin yakıt maliyetini neredeyse yarı yarıya düşürecek. Makinenin üreteceği biodizel, otobüs ve kamyonlar için de alternatif yakıt olarak görülüyor. Buzdolabı boyutunda olan ve 220 volt elektrikyle çalışan makine günde 1 ton biodizel üretebiliyor.KOP Alternatif Enerji Sistemleri Ltd.Şti. sahibi Can Yıldırım, KOP Biodizel'in tanıtımını Ankara'da İHA'ya yaptı. Soya yağı eşliğinde kendi üretimi makineyi tanıtan Yıldırım, bir çiftçinin tarlasında ektiği yağlık bitkiyi sıktırarak ve makinede işleyerek akaryakıt elde edebileceğini söyledi. Bu sayede çiftçinin şu an 2 milyon 100 bin liraya aldığı mazotu 550 bin liraya kendisinin üretebileceğini anlatan Yıldırım, "Bir çiftçiye traktör ne kadar gerekliyse bu makine de artık o kadar gerekli olacak" dedi.Sadece çiftçilerin değil otobüs firmaları ve kamyoncular için de bu makinenin gerekli olduğunu belirten Yıldırım, "Herkes bu makineyi evinin bahçesinde kullanarak kendi akaryakıtın üretebilecek" diye konuştu. Tek düğmeye basmakla 6 saatte 250 litre yakıt üreten makine 8 bin 500 YTL'ye satılıyor. TSE EN 0124 standardında ürettikleri makinenin hiçbir tehlikesinin de söz konusu olmadığını belirten Yıldırım, ayrıca sektörün hızla gelişeceğini, ilerleyen zamanda evde artan kızartma yağlarından dahi akaryakıt üretecek çok daha küçük makineleri yapmayı hedeflediklerini açıkladı.Biodizelin, motorine alternatif olarak Avrupa Birliği (AB) ve Amerika'da kullanımının hızla artması ve bunun sonucunda, AB'nin üye ülkelerde yılbaşından itibaren biodizelin motorinle karıştırılarak satılmasını zorunlu hale getirmesi, Türk girişimcilerinin de dikkatinden kaçmadı. Türkiye'nin de AB'yle uyum sağlayabilmek için biodizelle ilgili gerekli düzenlemeleri yapma zorunluluğunun bulunması, bu girişimciler için bir anda hazır pazar oluşturdu. 2003'te AB'de alınan bir kararla 2005'den itibaren motorine yüzde 2 oranında biodizel katma zorunluluğu getirildi. Bu oran, 2010 yılında yüzde 5.75'e çıkarılacak. 2020 yılından itibaren ise biodizelin motorinin içindeki payı yüzde 20 olacak. Ancak, Amerika ve Almanya gibi bazı ülkeler, araçlarda yüzde 100 biodizel kullanımına izin verebiliyor. Bunun sonucunda biodizel, akaryakıt istasyonlarında motorinin yanında ayrı olarak satılabiliyor. Yerli üreticiler de, yüzde 2 oranıyla sınırlandırılmayıp, Almanya'da olduğu gibi Türkiye'de de akaryakıt istasyonlarında biodizel'in ayrı bir yakıt olarak satılmasına izin verilmesini istiyor.

mynet

HİÇ TÜRK YOK MU?

Rum-Gürcü Tayyip ve
Kürt kökenli Bakanları ve Danışmanları
Başbakan Tayyip Erdoğan:
Tayyip geçen sene memleketi Rize'nin Güneysu belde'sine gittiginde hemşehrileri Tayyip'i `POTAMYAYA HOŞGELDİN' pankarti ile karşıladı. Medya bu pankart uzerinde pek durmadı. Potamya ne demekti? Güneysu beldesinin Rumca ismi Potamya'dır. Bu beldenin ahalisinin bir kısmı müslüman olmuş Rum'dur. Hala beldenin Rumca ismini kullandıklarına göre asimilasyon tam gerçekleşmemiş demektir.. Tayyip Erdogan bu pankarttan rahatsız olmadı. İhtimal ki kendiside Rum kökenlidir. Yine geçen sene Tayyip Erdoğan Gürcistan devlet başkanı ile görüşmesinde kendisininde Gürcü oldugunu soyledi. Bu bağlamda Tayyip'in Gürcü olma ihtimalide yüksek. Kısacası Tayyip Erdoğan Türk kökenli degildir. Zaten Türklük şuuruda taşımamaktadır. Zorunlu olmadıkça Türk sözünü kullanmaz. Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini ayrımcılık olarak değerlendirdiğini çoğu kere vurgulamıştır.
TBMM başkanlığı yapmış Bülent Arınç:
Manisa dogumlu, Manisa milletvekili oldugu icin ve Turkce'yi de guzel kullanmasindan oturu halk tarafindan Manisali bir Turk oldugu sanilmaktadir. Halbuki Bulent Arinc'in kokeni Tunceli'ye dayanmaktadir. Yillar once Manisa'ya goc etmis bir Kurt ailesinin torunudur.
Disisleri Bakani ve yeni cumhurbaşkanı Abdullah Gul:
Kayseri doğumlu ve Kayseri milletvekili olan Abdullah Gul, çok eskiden Kayseri'ye yerleşen Siirt kökenli bir ailenin oğludur. Arap kökenlidir.
İçişleri Bakanlığı yapmış Abdulkadir Aksu:
Diyarbakir doğumlu olan Abdulkadir Aksu Kürttür. Göreve geldiğinden sonra Emniyet teşkilatındaki Fetullahçı - kürt kadrolaşma inanılmaz artmıştır.
Milli Egitim Bakanlığı yapmış Hüseyin Çelik:
Van'li olan Huseyin Celik Kurt Arap melezidir. Kurtce sarkilarla egitim ogretim sezonu acisli yapilmasi ilk kez Huseyin Celik'in bakanligi doneminde gorulmustur.
Basbakan yardımcılığı yapmış olan Dengir Mir Mehmet Fırat:
Hukumette en kilit isim olarak gosterilen basbakan yardimcılığı yapmış olan Dengir M. M. Fırat 1925 yilinda idam edilen Kürt isyanci Şeyh Said'in torunudur. Mersin ve Adana milletvekili olan Firat, Mersin'de ki Kürt nufus hareketini yönlendiren kişilerden birisidir.
2 Agustos 2002 Cuma gunu mecliste sinir oynatan ses tonuyla bebek katili Abdullah Öcalan'ı kastederek "Asamadiniz! Asamazsiniz!Asamayacaksiniz!" diye haykirmistir.
Bayındırlık ve İskân Bakanı Zeki Ergezen:
Kürt kökenli olan Zeki ergezen Nakşibendi tarikatının Tillo koluna mensuptur.
BAŞBAKANIN DANIŞMANLARI
Bahcemize köpek alırken bile soyunu araştırıyoruz da bizi yönetecek kişileri seçerken neden soylarına dikkat etmiyoruz?
1) MÜCAHİT ASLAN
Tarih 28 Mart 1994. Istanbul Aksaray'da oto galerisi, yeleklerinin uzerinde "polis" yazan, 8 kisi tarafindan basildi. 42 yasindaki galeri sahibi ve 32 yasindaki yegeni, dukkanda bulunan musteriler ve konuklarin gozleri onunde, "karakola gitmemiz gerekiyor" diye alinip götürüldü. Galeri sahibi daha once de uyusturucu kacirdigi, PKK'ya parasal yardim ettigi iddialariyla gozaltina alinmisti. Bu nedenle karakola goturulmesini hic yadirgamadi. Ertesi gun. Kinali - Sakarya TEM otoyolunda, Hendek gişelerine bir kilometre kala, şakağına sıkılan tek kurşunla oldürülen galeri sahibi ile kalbine uç kurşun sıkılmış, gözleri bağlı yeğeninin cesedi bulundu...
O günler, PKK'ya yardim eden Kürt işadamlarının oldürüldüğü günlerdi...
Aradan yıllar geçti. Oldürülen Kürt işadamının bir başka yeğeni bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın danısmanı.
Öyle sıradan bir danışman değil ama;
10 Aralik 2002 tarihinde, Beyaz Saray'da ABD Baskani Bush ile AKP Genel Baskani
R.T. Erdoğan'ın yaptığı toplantıya katılan birkaç isimden biri.
Babası milletvekili.
Babası bir dönem insan hakları meseleriyle çok yakından ilgiliydi; dernek başkanıydı; fırsat buldukça da İstanbul-Ankara belediyelerinin köprü, yol ihalelerini alırdı.
Ailece S-300 Mercedese biniyorlar...
Danışmanınn üniversite mezunu bile olmadığı söyleniyor.
Başbakan Erdoğan'ın bu danışmana özel bir sevgisi olduğu biliniyor.
2) CÜNEYD ZAPSU
Bu danisman Guneydogu'nun en buyuk Kurt asiretinin uyesi. Dedesi ilk Kurtce tiyatro eseri yazan bir edebiyatci. Ehl-i Sunnet dergisinin sahibi. Turkce-Kurtce yayinlanan "Jin" dergisinin onde gelen isimlerinden. Danismanin halasi, faili mechul bir cinayete kurban giden Kurt hareketinin onde gelen isimlerinden Musa Anter'in esi. Danismanin enistesi olduruldugunde Abdullah Ocalan bassagligi mesaji yayinladi. Oldurulen bu Anter'in yegeni milletvekili de yine faili mechul bir cinayete kurban gitti. Danisman yakin akrabalari gibi Dogu ve Guneydogu'da gezmiyor. O'nun bir ayagi hep Amerika'da. Orada da siradan yerlere gitmiyor. Ornegin bugunlerde, Florida TAMPA'da ABD Askeri Komuta Merkezi'nin bulundugu Mac Dill Hava Ussu'ne sik sik ugradigi soyleniyor. Biliyorsunuz, ABD'nin Irak isgalini komuta ettigi 9 merkezden biri burasi. TUSIAD uyesi bu danisman, Basbakan Erdogan' in ozellikle yurt disindaki tum resmi-ozel gorusmelerinde bulunuyor. Erdogan'in "aklinin yarisi" oldugu iddia edilen bu danisman, isin tuhaf yani, daha çok Korkut Ozal'a yakin.
3) ÖMER ÇELIK
Bu danisman aslen Diyarbakırlı. Ama doğum yeri başka. Fakat Kürt olduğunu saklamıyor. Gazi Üniversitesi Kamu yönetimi mezunu. Dil bilmiyor sayılır. Bir dönem radikal islamcıydı. Yaşar Kaplan'in aylık Düşünce Edebiyat dergisinde editörlük yaptı. Buradan daha ilimli, Ali Bulaç'ın Bilgi ve Hikmet Dergisi'ne geçti. Ali Bulaç sayesinde R.T. Erdogan ile tanıştı. Sonra Yeni Şafak gazetesine geçti, köşe yazarı oldu. Bir ara Dinç Bilgin grubunda, sonra Aydın Doğan grubunda ve son olarak da Uzan grubunda çalıştı...
Yoksuldu; üniversitede yurtta kalıyordu; şimdi lüks otellerden cıkmıyor, 100 bin dolarlık jeeplere biniyor. Bekar. Kırık bir aşk hikayesi var. Yazmam ama... Meclis kulisinde dedikodu yapmayı seviyor: İki yıl nce Lale Mansur ile flört ettiğini söylüyordu, şimdi de Deniz Akkaya ile 6 ay birlikte oldugunu...
Sohbetleri renkli olsa da, AKP Grubu bu danışmanı hiç sevmiyor.
Öyle ki, "Grupta ikinci tezkereyi geçirmek icin, Amerikayı göklere çıkaran konuşmaya kızıp hayır oyu verdim" diyen AKP milletvekilleri var! Bu danışman-milletvekili Başbakan Erdoğan'a özellikle Ortadoğu konusunda danışmanlık yapıyor...
4) EGEMEN BAĞIŞ
Babası Güneydoğu'da bir şehrin belediye başkanıydı. O ise Beyaz Saray'in yeminli muşaviriydi. Nerden nereye... ABD vatandaşı olduğu iddia ediliyor. Ama şimdi o hem danışman hem milletvekili. Uzatmayalım. Başbakan Erdoğan'in tüm danişmanlarının Kürt olmaları tesadüf mü? Öyle kabul edelim! Peki hepsinin bir sekilde ABD ile yakin temas icinde olmalarini nasil aciklayacagiz? Devletin kritik noktalari Kurtlerin elindedir. Mevcut milletvekili ve bakanlarin yaklasik yarisi Kurt kokenlidir. Sadece Guneydogu degil, diger bolgelerimizin milletvekillerinin bile onemli bir kismi Kurttur. Turkiye genelinde su an %5-6`lik bir nufusa sahip olan Kurtler mecliste %50 ile temsil edilmektedirler. Turkmen topraklarini isgal eden Barzani 2 sene once Turkiye Buyuk Millet Meclisinde kendisine bagli 75 milletvekili oldugunu aciklamisti. Kimse bu milletvekilleri kimlerdir diye arastirmadi. Kaynadi gitti bu aciklama. Turk mileti icindeki dusmanini yanlis yerlerde ariyor; biraz kafasini kaldirip yukariya bakmasi gerekiyor...

Peki hiç Türk yok mu mecliste? Var elbette.
Fakat onlarda hümanist veya ümmetçi düşünce yapısına sahip oldukları için Türk milli menfaatlerini yeterince savunamıyorlar..

"SOYDUR ÇEKER. BOKTUR KOKAR'' demiş atalarımız. Yine buna benzer bir sözde Hoca Ahmet Yesevi söylemiş: " İnat ile girmeyin soysop faslına; itse it, kurtsa kurt döner aslına".
Bahçemize köpek alırken bile soyunu araştırıyoruz da bizi yönetecek kişileri seçerken neden soylarına dikkat etmiyoruz?
Türklüğü bir övünç meselesi olarak görmeyenlere neden devlet yönetimini teslim ediyoruz?
*****************************************
Yazının linki; http://newsgroups.derkeiler.com/Archive/Soc/soc.culture.turkish/2005-08/msg00499.html
GEÇMiŞTEN BiR CiNAYET VAKASI
Ünlü zatın oğlu kırmızı ışıkta durmadan geçiyor, peşine takılan ekipten kurtulmak için hızlanırken ilerde ünlü bir sanatçıya çarpıyor...

Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan sanatçı 6 gün sonra ölüyor.

Karakola götürülen delikanlıya polislerin ehliyet sormaması sanatçının eşinin dikkatini çekiyor.

Polislere hatırlattığında: Siz ukalalık etmeyin biz ne yapacağımızı biliriz,gibi bir cevap alıyor.

Kazadan sonra belediye arazözleri kazanın olduğu mahale gelip caddeyi baştan aşağı yıkıyor ve 35 metrelik fren izini tamamen siliyorlar.

Delikanlıya kazadan sonra, üç ay önce verilmiş gibi ehliyet düzenleniyor.

Sanatçının kocası hakime çocuğun ehliyeti olmadığını, düzmece ehliyet verildiğini söylediğinde adam 'ne siz koskoca belediye başkanını sahtecilikle mi suçluyorsunuz?', diye azar işitiyor...

Olayı gören tanıkların hepsi tehdit edilip korkutuluyor.

Sanatçının kocası aile meclisini topluyor.

Bakıyorlar ki polis, adalet, belediye hep birlikte olmuş üzerlerine geliyor.

Mecburen olayın peşini bırakıyorlar.

Sonuçta mahkeme trafik canavarı genci 3 ay hapse mahkum ediyor...

O da 1998' in fiyatıyla 540 BiN Lira cezaya çevriliyor.

Sen sağ, ben selamet; güzide sanatçı Sevim TANÜREK gitti gider.

Bu olayı Sevim Tanürek'in eşi, Emin Çölaşan'a yukarıdaki satırlarla anlatmış Sözü geçen katil delikanlı istanbul'un o zamanki belediye başkanı; Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Burak ERDOĞAN...Bu videoyu mutlaka izle... TIKLA

EHLİYETİ SAHTE

Sevim Tanürek'in yakınları, sanatçının öldüğü trafik kazasını yapan Tayyip Erdoğan'ın oğlunu ehliyet sahtekârlığı ile suçladılar. SANATÇI Sevim Tanürek'e çarparak ölümüne neden olduğu gerekçesiyle 5 yıla kadar hapsi istenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan'ın yargılanmasına başlandı. Erdoğan'ın oğlunun çarptığı Tanürek öldü. İSTANBUL - MİLLİYET

Erdoğan'ın oğlunun çarptığı Tanürek öldü

İSTANBUL - MİLLİYET İSTANBUL Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan'ın kullandığı otomobille çarpması sonucu ağır yaralanan ses sanatçısı Sevim Tanürek (64) tedavi gördüğü hastanede öldü. Geçen pazartesi günü meydana gelen kazadan sonra kaldırıldığı Alman Hastanesi'nde yoğun bakıma alınan, beyninde ödem oluşması ve beyin kanaması riskiyle ameliyat edilen Tanürek, suni solunum cihazına bağlanmıştı. Hastanede kaldığı sürede hayati tehlikeyi atlatamayan ve durumu giderek ağırlaşan Tanürek, dün sabaha karşı hayata veda etti. Tanürek, bugün saat 11.00'de TRT İstanbul Radyosu önündeki tören ve Şişli Camii'nde kılınacak öğlen namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verilecek. Şişli Abide - i Hürriyet Caddesi'nde meydana gelen kazada, Erdoğan'ın kullandığı 34 ABR 93 plakalı Opel marka otomobilin çarptığı, TRT İstanbul Radyosu sanatçılarından Tanürek'e önce Şişli Etfal Hastanesi'ne kaldırıldı, buradan da Alman Hastanesi'ne sevk edilerek yoğun bakıma alındı. Şişli Adliyesi'ne çıkarılan ve Nöbetçi Cumhuriyet Savcısı Turgay Babacan tarafından sorgulanan Erdoğan hakkında Şişli Cumhuriyet Savcısı Nihat Ergün tarafından "tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu hayati tehlike arzedecek şekilde yaralanmaya neden olmaktan" üç aydan 20 aya kadar hapis cezası istemiyle Şişli Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Erdoğan'ın, Tanürek'in ölümü üzerine suçun mahiyeti değiştiğinden tekrar sorgulanabileceği ve ek iddianame düzelenerek tutuklanmasının istenebileceği belirtildi. Tanürek'in özgeçmişi Türk Sanat Müziği Sanatçısı Sevim Tanürek, sanat yaşamına 1950'de Ankara Radyosu'nda başladı. 1959'da TRT'den ayrılarak İstanbul'a gelen ve sahne çalışmalarına başlayan Tanürek, mesleğini uzun yıllar İstanbul'da icra etti.

UNUTTURULAN GERÇEKLER…

Bu olaya şüpheyle yaklaşan arkadaşların şüpheciliği güzel de öte yandan hafızamız ne kadar zayıf. Bu gerçek ve yaşanmış bir olaydır. Şimdi arşivdeki haberlerden yararlanıp size biraz hatırlatmalarda bulunayım. Meraklısına not: Gazeteciyim Bu olay 1998’in 11 Mayıs’ında oldu. O dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan RTE’nin oğlu Ahmet Burak, yaya geçidinden karşıya geçen ses sanatçısı Sevim Tanürek’e çarparak ölümüne neden olmuştu. Şişli Etfal Hastanesi'ne kaldırılan Tanürek, Alman Hastanesi'nde ameliyat edildi fakat bir süre sonra yaşamını yitirdi. Sevim Tanürek, hastanede yaşam mücadelesi verirken olay sırasında annesi Emine Erdoğan'a ait 34 ABR 93 plakalı Opel otomobili kullandığı ortaya çıkan Erdoğan saat 18.00'de Şişli Adliyesi'ne gizlice getirilip, Nöbetçi Savcı Turgay Babacan tarafından sorgulandı. Savcı, Erdoğan'n polis ifadesini yeterli görüp, tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Erdoğan hakkında "Dikkatsizlik ve Tedbirsizlik ile Hayati Tehlike Teşkil Edecek Derecede Yaralamaya Sebebiyet Vermek" suçundan Asliye Ceza Mahkemesi'nde TCK 459/2 maddesi uyarınca 3 aydan 20 aya kadar hapis istemiyle dava açıldı. Erdoğan'ın, trafik raporunda "dalgın olarak araç kullandığı için tali kusurlu" olduğu, Tanürek'in, duran taşıtların önünden yola çıktığı için hatalı olduğu ifade edildi. Erdoğan'ın kusur oranı, 3/8 olarak belirlendi. Ahmet Burak Erdoğan o dönemde 19 yaşındaydı ve Bilgi Üniversitesi’nde okuyordu. Tanürek’in hastanede yaşamını yitirmesi üzerine ek iddianame düzenlendi ve 2 yıl ceza istemi 5 yıla çıkarıldı. Tanürek’in ailesi de mahkemede Ahmet Burak Erdoğan’ın ehliyetsiz olduğu ve ehliyetinin geriye dönük olarak düzenlendiğini ileri sürdü. Duruşmalara gitmeyen Erdoğan'ın avukatı Kadir Kartal, müvekkilinin İngiltere'de dil öğrenimi gördüğünü söyledi.Tanürek'in ailesi, yargılama sürecinde hastane masrafı ve mezar ihtiyacının, dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan tarafından karşılandığı gerekçesiyle şikayetlerini geri aldılar. Mahkeme, Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi'nden kazayla ilgili rapor istedi. Başında Makina Mühendisi Eyüp Çakmak'ın bulunduğu daire 4 Ocak 2000 tarihinde sanık Ahmet Burak Erdoğan için "tamamen kusursuz" raporu düzenledi ve 8/8 kusurun, ölen yaya Sevim Tanürek'te olduğunu bildirdi. Mahkeme, bu rapor doğrultusunda 2 Haziran 2000 tarihli duruşmada oğul Erdoğan'ın beraatine karar verdi. Gerekçede, suçun manevi unsurunun oluşmadığı öne sürüldü. Oğul Ahmet Burak Erdoğan için "tamamen kusursuz" raporu düzenleyen Adli Tıp uzmanı Eyüp Çakmak, kısa süre önce bu görevinden istifa etti ve kadrosu Adalet Bakanlığı'ndan alınarak, Ulaştırma Bakanlığı'na bağlı TDİ'ye Genel Müdür Yardımcısı olarak atandı. Adli Tıp'çı Çakmak, TDİ Genel Müdürü Burhan Külünk'ün yardımcısı oldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın, ses sanatçısı Sevim Tanürek'e otomobiliyle çarparak ölümüne neden olan oğlu Ahmet Burak Erdoğan için "tamamen kusursuz" raporu vererek beraatini sağlayan Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi Başkanı Eyüp Çakmak, Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne (TDİ) Genel Müdür Yardımcısı olarak atandı. Ahmet Burak Erdoğan, Tanürek'e çarparak ölümüne sebep olduğu zaman İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencisiydi. Olayın hemen ardından İngiltere'ye dil okuluna giden Erdoğan, Londra'da ekonomi okudu. Erdoğan, Ülker ürünlerinin Anadolu yakasındaki dağıtımcılığını yapıyor.

TAYYİP'İN AÇIKLAMASI

Tayyip Erdoğan'ın avukatından gelen açıklama şöyle: ‘‘17.6.2001 tarihli yazınızda sözü geçen olayda kusurun tamamının merhum Sevim Tanürek'e ait olduğu saptanmış ve bu olguya göre Ahmet Burak Erdoğan'ın beraatine 2.6.2000 tarihinde karar verilmiştir. (Sevim Tanürek'in kocası) Ahmet Ürek ile oğlu Cavit Ürek, mahkemeye sundukları 8.1.1999 tarihli dilekçeleri ile şikáyet ve müdahaleden vazgeçmişlerdir. Yazınızda gerek ehliyet, gerek kaza anı ve sonrası ve gerekse yargılama aşamalarında iddia ettiğiniz şekilde bir durum hiçbir zaman olmamıştır.’’


Konu Başlığı: BURAK ERDOĞAN'IN KURYELİĞİ ÜZERİNDE DURULUYOR

Gönderen: ALP_ARSLAN

Eylül 08, 2008, 12:46:50 am
BURAK ERDOĞAN'IN KURYELİĞİ ÜZERİNDE DURULUYOR

Savcılık, izleme sırasında Tayyip Erdoğan'ın oğlu Burak Erdoğan'ın aynı binadaki Deniz Feneri ve Kanal 7'ye sık sık gittiğini saptadı. Bu saptama, Burak Erdoğan'la ilgili kurye kuşkusunun kamuoyuna yansımasına neden oldu. Frankfurt Savcılığı, kara para aklama ve dolandırıcılık suçlamalarıyla açtığı soruşturmayla ilgili Türk makamlarından bazı talepleri içeren bir dosyayı Ankara'ya gönderdi. Dışişleri Bakanlığı'na iletilen dosya Adalet Bakanlığı'nca incelendikten sonra Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK)'a devredildi. Dosya MASAK'ta yıllardır bekletiliyor.İÇ İÇE İLİŞKİLERFrankfurt'ta kapılar kırılarak girilen binada çok sayıda belgeye el konulmuştu. Operasyonun nedeni Deniz Feneri Derneği'nin topladığı 16 milyon Euro'nun 8 milyon Eurosunu Kanal 7'nin Avrupa bürosuna aktarmasıydı. Frankfurt Savcılığı'nın baskında gözaltına aldığı dört zanlıdan üçünün, hem Deniz Feneri Derneği'nde hem de paraların aktarıldığı Kanal 7 ve YİMPAŞ Grubu şirketlerinde yöneticilik yaptığı açıklandı.Kanal 7, 1995 yılında, Almanya'da Media 7 GmbH adıyla bir şirket kurdu. Gurbetçileri dolandıran Yimpaş'tan Media 7'ye, Media 7'den de Kanal 7'ye yüz binlerce dolar aktarıldı. Paralarını Yimpaş'a ve patronu Dursun Uyar'a kaptıran gurbetçiler perişan olurken, onların paraları ile Media7 ve Kanal 7 palazlandı. Bu operasyonda görev yapan isimler daha sonra Deniz Feneri Derneği'nin Avrupa merkezinde bir araya geldiler.Gurbetçi paralarını hortumlayan Yimpaş'ın ortak olduğu Media 7 daha sonra iflas ettiğini açıkladı. O dönemde şirketin başında son operasyonda tutuklanan Mehmet Gürhan ve arkadaşları vardı. Bu isimler aynı zamanda Kanal 7'nin de yönetiminde görev yaptılar. Hortumlanan paralar Kanal 7'ye akıyordu. Media 7 iflas edince yerine Euro 7 kuruldu.Mehmet Gürhan Euro 7'nin de ortağı. Mehmet Gürhan son operasyonda Deniz Feneri'nin topladığı yardım paralarını Euro 7'ye aktardığı için tutuklandı. Aslında Almanya'da başlatılan operasyonunun Türkiye'ye uzanan ilişkiler zincirinde hep aynı isimler ve bu isimlere ait şirketler var.BURAK ERDOĞAN SIK SIK GİDİP GELİYORDUÖn soruşturması yapılan davada Deniz Feneri Avrupa Başkanı ve Kanal 7 Avrupa Genel Müdürü Mehmet Gürhan'ın ve muhasebe sorumlusu Firdevsi Ermiş'in de ifadeleri alındı. Önceleri taksicilik yapan Mehmet Gürhan'ın Frankfurt'ta 17 taksiden olusan taksi filosunu nasıl elde ettiği ve Frankfurt yakınlarındaki Dietzenbach kasabasındaki daire ve villa gibi gayrimenkullerin kaynağı soruldu. Frankfurt savcısının yaptığı araştırmaya göre Tayyip Erdoğan'ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan'ın da çeşitli zamanlarda Frankfurt Deniz Feneri ve Kanal 7'ye gelip gittiği belirlendi. Savcılık, araştırmanın en az bir yıl süreceğini, iki kamyon dolusu dosyanın incelenmesinin zaman alacağını, açıkladı.Ayrıca İzmir limanında bulunan Atlas isimli gemiye el konulabileceğini, bunun için de Frankfurt savcılığı nezdinde ön çalışmaların tamamlandığını belirten savcılık, ileriki günlerde bir grup Alman avukatın, Ankara'daki Alman Büyükelçiliği ile işbirliği yaparak, gemiye el konulması için hareket edilecek.KOSOVA'DA ARAŞTIRMA Federal Kriminal Dairesi Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya ve İngiltere'nin yanı sıra Kosova, Türkiye ve Endonezya'da topladığı bilgilerle makbuzları karşılaştırdı. Savcılık, Kosova'dan gelen ilk makbuzlarla Deniz Feneri'nin kayıtlarında yer alan; Kosova'da fakir köylere dağıtıldığı ileri sürülen yardımlara ilişkin makbuzların ilk karşılaştırmasında söz konusu Deniz Feneri'nin hibe ettiği miktarlar ve kişilerin hayal ürünü olduğunun belirlendiğini açıkladı. Alman ve Kosova polisinin işbirliğiyle Deniz Feneri'nin makbuzlarda verdiği adres ve köylere gidildi. Buna göre 28 köyün muhtarı ile yapılan görüşmelerde söz konusu makbuzlarda yer alan bu isimlere ait kayıtlar bulunamadı. Kosova'daki muhtarlar, Alman İnterpol yetkililerine, "Hayatımızda ne Deniz Feneri duyduk, ne de sözü edilen kişiler köylerimizde var" dediler. Alman polisi, Kosova'nın yanı sıra Pakistan'da da araştırmalarını sürdürüyor. Pakistan'daki araştırmalarda Deniz Feneri'nin kayıtlarında yer alan üniversite yapımı işi de uydurma çıktı. Konu edilen üniversite ile ilgili hiçbir şeye rastlanamadı.Fatih'te muhtarların düzenledikleri sahte yardıma muhtaç kişiler ve yardım edildiği şeklindeki belgeler ayni zamanda araştırmanın diğer bir kanadını oluşturuyor. AKP'DEN ADAY OLACAKTIMehmet Gürhan'ın Almanya'daki bütün hesaplarına el konulduğunu, bütün mal varlığının satışının durdurulduğunu belirten savcı Doris Möeller-Scheü şöyle diyor:"Mehmet Gürhan aldığımız bilgilere göre Türkiye'de Temmuz ayında yapılacak seçimlerde AKP'den milletvekilliğine aday gösterilecekti. İncelediğimizde şahsın, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmelerini Ankara'ya giderek bizzat gerçekleştirdiğini tespit ettik. Erdoğan ailesi ile sıkı ilişkilerde olan Mehmet Gürhan'ın İzmir limanında demirleyen ve İtalya'dan Türkiye'ye gurbetçi taşımak için alınan geminin Deniz Feneri'ne yapılan bağışlarla alındığını tespit ettik. Ayrıca uluslararası hukuksal yaptırımlardan faydalanarak Recep Tayyip Erdoğan'ın ifadesinin alınmasını talep edeceğiz."1992 yılında 2000 Mark karşılığı taksi şoförlüğü yapan Gürhan'ın 1,5 milyon Euro değerindeki filosuna nasıl sahip olduğunu, bir villa ve 4 daireden oluşan 4,5 milyon Euro'luk mülkiyeti nasıl ve hangi parayla aldığını Gürhan'dan sorduk. Gürhan gibi avukatları da çelişkili açıklamalarda bulundular."

BURAK ERDOĞAN'IN KURYELİĞİ ÜZERİNDE DURULUYOR

Frankfurt Savcılığı'nın 2007 yılının Nisan ayında başlattığı soruşturmada, en çok Mehmet Gürhan ile Türkiye arasındaki para trafiği üzerinde duruluyor. Buna göre Deniz Feneri Almanya'dan Türkiye'deki bazı banka hesaplarına yüklü miktarlarda paralar transfer ediliyor. Para transferlerinde üst düzey bir bürokratın Ziraat Bankası hesaplarının kullanıldığı, savcılık tarafından belirleniyor. Bu konu, Ankara'ya gönderilen ve şu anda MASAK'ta bulunan dosyaya da yansıtılıyor.Alman savcılığı, bu para hareketlerinin yaşandığı dönemde bir başka noktaya dikkat çekiyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan, tam da bu dönemde Deniz Feneri ve Kanal 7 Almanya'nın bulunduğu binaya sık sık gidip geliyor. Savcılığın bu ziyaretleri önemsemesi ve para transferleriyle aynı döneme denk geldiğine dikkat çekmesi, gazetecilerin de dikkatini çekiyor. Akşam ve Güneş gazeteleri internet siteleri gibi bazı yayın organlarında, "Burak Erdoğan kurye mi?" soruları ortaya atılıyor. Burak Erdoğan'ın Başbakan'ın oğlu olarak VIP salonlarını kullanması, üstünün veya eşyalarının aranmaması gibi özellikler de bu soruların dayanağı olarak değerlendiriliyor.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

SEVİM TANÜREK

EHLİYETİ SAHTE
Sevim Tanürek'in yakınları, sanatçının öldüğü trafik kazasını yapan Tayyip Erdoğan'ın oğlunu ehliyet sahtekârlığı ile suçladılar. SANATÇI Sevim Tanürek'e çarparak ölümüne neden olduğu gerekçesiyle 5 yıla kadar hapsi istenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan'ın yargılanmasına başlandı. Erdoğan'ın oğlunun çarptığı Tanürek öldü.
İSTANBUL - MİLLİYET
Erdoğan'ın oğlunun çarptığı Tanürek öldü
İSTANBUL - MİLLİYET İSTANBUL Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan'ın kullandığı otomobille çarpması sonucu ağır yaralanan ses sanatçısı Sevim Tanürek (64) tedavi gördüğü hastanede öldü. Geçen pazartesi günü meydana gelen kazadan sonra kaldırıldığı Alman Hastanesi'nde yoğun bakıma alınan, beyninde ödem oluşması ve beyin kanaması riskiyle ameliyat edilen Tanürek, suni solunum cihazına bağlanmıştı. Hastanede kaldığı sürede hayati tehlikeyi atlatamayan ve durumu giderek ağırlaşan Tanürek, dün sabaha karşı hayata veda etti. Tanürek, bugün saat 11.00'de TRT İstanbul Radyosu önündeki tören ve Şişli Camii'nde kılınacak öğlen namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verilecek. Şişli Abide - i Hürriyet Caddesi'nde meydana gelen kazada, Erdoğan'ın kullandığı 34 ABR 93 plakalı Opel marka otomobilin çarptığı, TRT İstanbul Radyosu sanatçılarından Tanürek'e önce Şişli Etfal Hastanesi'ne kaldırıldı, buradan da Alman Hastanesi'ne sevk edilerek yoğun bakıma alındı. Şişli Adliyesi'ne çıkarılan ve Nöbetçi Cumhuriyet Savcısı Turgay Babacan tarafından sorgulanan Erdoğan hakkında Şişli Cumhuriyet Savcısı Nihat Ergün tarafından "tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu hayati tehlike arzedecek şekilde yaralanmaya neden olmaktan" üç aydan 20 aya kadar hapis cezası istemiyle Şişli Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Erdoğan'ın, Tanürek'in ölümü üzerine suçun mahiyeti değiştiğinden tekrar sorgulanabileceği ve ek iddianame düzelenerek tutuklanmasının istenebileceği belirtildi.
Tanürek'in özgeçmişi Türk Sanat Müziği Sanatçısı Sevim Tanürek, sanat yaşamına 1950'de Ankara Radyosu'nda başladı. 1959'da TRT'den ayrılarak İstanbul'a gelen ve sahne çalışmalarına başlayan Tanürek, mesleğini uzun yıllar İstanbul'da icra etti.

UNUTTURULAN GERÇEKLER…
Bu olaya şüpheyle yaklaşan arkadaşların şüpheciliği güzel de öte yandan hafızamız ne kadar zayıf. Bu gerçek ve yaşanmış bir olaydır. Şimdi arşivdeki haberlerden yararlanıp size biraz hatırlatmalarda bulunayım. Meraklısına not: Gazeteciyim Bu olay 1998’in 11 Mayıs’ında oldu. O dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan RTE’nin oğlu Ahmet Burak, yaya geçidinden karşıya geçen ses sanatçısı Sevim Tanürek’e çarparak ölümüne neden olmuştu. Şişli Etfal Hastanesi'ne kaldırılan Tanürek, Alman Hastanesi'nde ameliyat edildi fakat bir süre sonra yaşamını yitirdi. Sevim Tanürek, hastanede yaşam mücadelesi verirken olay sırasında annesi Emine Erdoğan'a ait 34 ABR 93 plakalı Opel otomobili kullandığı ortaya çıkan Erdoğan saat 18.00'de Şişli Adliyesi'ne gizlice getirilip, Nöbetçi Savcı Turgay Babacan tarafından sorgulandı. Savcı, Erdoğan'n polis ifadesini yeterli görüp, tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Erdoğan hakkında "Dikkatsizlik ve Tedbirsizlik ile Hayati Tehlike Teşkil Edecek Derecede Yaralamaya Sebebiyet Vermek" suçundan Asliye Ceza Mahkemesi'nde TCK 459/2 maddesi uyarınca 3 aydan 20 aya kadar hapis istemiyle dava açıldı. Erdoğan'ın, trafik raporunda "dalgın olarak araç kullandığı için tali kusurlu" olduğu, Tanürek'in, duran taşıtların önünden yola çıktığı için hatalı olduğu ifade edildi. Erdoğan'ın kusur oranı, 3/8 olarak belirlendi. Ahmet Burak Erdoğan o dönemde 19 yaşındaydı ve Bilgi Üniversitesi’nde okuyordu. Tanürek’in hastanede yaşamını yitirmesi üzerine ek iddianame düzenlendi ve 2 yıl ceza istemi 5 yıla çıkarıldı. Tanürek’in ailesi de mahkemede Ahmet Burak Erdoğan’ın ehliyetsiz olduğu ve ehliyetinin geriye dönük olarak düzenlendiğini ileri sürdü. Duruşmalara gitmeyen Erdoğan'ın avukatı Kadir Kartal, müvekkilinin İngiltere'de dil öğrenimi gördüğünü söyledi.Tanürek'in ailesi, yargılama sürecinde hastane masrafı ve mezar ihtiyacının, dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan tarafından karşılandığı gerekçesiyle şikayetlerini geri aldılar. Mahkeme, Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi'nden kazayla ilgili rapor istedi. Başında Makina Mühendisi Eyüp Çakmak'ın bulunduğu daire 4 Ocak 2000 tarihinde sanık Ahmet Burak Erdoğan için "tamamen kusursuz" raporu düzenledi ve 8/8 kusurun, ölen yaya Sevim Tanürek'te olduğunu bildirdi. Mahkeme, bu rapor doğrultusunda 2 Haziran 2000 tarihli duruşmada oğul Erdoğan'ın beraatine karar verdi. Gerekçede, suçun manevi unsurunun oluşmadığı öne sürüldü. Oğul Ahmet Burak Erdoğan için "tamamen kusursuz" raporu düzenleyen Adli Tıp uzmanı Eyüp Çakmak, kısa süre önce bu görevinden istifa etti ve kadrosu Adalet Bakanlığı'ndan alınarak, Ulaştırma Bakanlığı'na bağlı TDİ'ye Genel Müdür Yardımcısı olarak atandı. Adli Tıp'çı Çakmak, TDİ Genel Müdürü Burhan Külünk'ün yardımcısı oldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın, ses sanatçısı Sevim Tanürek'e otomobiliyle çarparak ölümüne neden olan oğlu Ahmet Burak Erdoğan için "tamamen kusursuz" raporu vererek beraatini sağlayan Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi Başkanı Eyüp Çakmak, Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne (TDİ) Genel Müdür Yardımcısı olarak atandı. Ahmet Burak Erdoğan, Tanürek'e çarparak ölümüne sebep olduğu zaman İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencisiydi. Olayın hemen ardından İngiltere'ye dil okuluna giden Erdoğan, Londra'da ekonomi okudu. Erdoğan, Ülker ürünlerinin Anadolu yakasındaki dağıtımcılığını yapıyor.

TAYYİP'İN AÇIKLAMASI
Tayyip Erdoğan'ın avukatından gelen açıklama şöyle: ‘‘17.6.2001 tarihli yazınızda sözü geçen olayda kusurun tamamının merhum Sevim Tanürek'e ait olduğu saptanmış ve bu olguya göre Ahmet Burak Erdoğan'ın beraatine 2.6.2000 tarihinde karar verilmiştir. (Sevim Tanürek'in kocası) Ahmet Ürek ile oğlu Cavit Ürek, mahkemeye sundukları 8.1.1999 tarihli dilekçeleri ile şikáyet ve müdahaleden vazgeçmişlerdir. Yazınızda gerek ehliyet, gerek kaza anı ve sonrası ve gerekse yargılama aşamalarında iddia ettiğiniz şekilde bir durum hiçbir zaman olmamıştır.’’

10 Mayıs 2009 Pazar

Can Dündar'ın "Mustafa" filmi

29/11/2008
Mustafa Mıstık!
Abdullah Gürgün

Can Dündar'ın "Mustafa" filmini görenlerin sayısı bir milyonu aşmış.
Olumlu olumsuz yazılar,
eleştiriler,
övgüler,
sövgüler sürüyor.
Dündar filmi yerenlere hemen "Filmi gördün mü?" sorusunu yöneltiyor.
O nedenle hemen belirteyim.
Ben filmi izledim.
Üstelik yıllarca İsveç Devlet Televizyonu'nda ve İsveç Devlet Radyosu'nda (Dündar'ın ustası Mehmet Ali Birand da bizim Brüksel muhabirimizdi) belgeseller yapmış,
halklailişkiler, gazetecilik ve film eğitimi almış bir belgeselci ve gazeteciyim.
O nedenle kendimde bu filmin eleştirisini yapma hakkını fazlasıyla görüyorum.
Yine baştan söylemeliyim: Yetişkinlere filmi görün ya da görmeyin demek istemiyorum.
Ancak çocukların izlemesini uygun bulmuyorum.
İsveç'te bu filmi 15 yaşından küçük çocukların görmesi yasaklanır.
Türkiye'de de çocukların görmesini sakıncalı buluyorum.
Nedenini açıklayacağım.
Eldengeldiğince de üzerinde durulmamış olan noktalara değinmeye çalışacağım.
Filmi izledikten sonra Can Dündar'ın kalemini çok ustaca kullandığı ve film zanaatını da iyi öğrenmiş olduğu konusunda kuşkum kalmadı.
Filmde sözcükler seçilerek ve eksik bırakılarak kullanılmış.
Sözün gerisini düşgücünüzü kullanarak kafanızdan tamamlayacaksınız.
Film görüntü sanatı olduğuna göre "bir resim bin sözcüğe bedeldir" diyerek olayı kafanızda şekillendireceksiniz .
Dündar amaca uygun mükemmel bir ticari film yapmış.
"Efendim iyiniyetinden kuşkumuz yok AMA şu hataları yapmış"

gibi bir yaklaşımı ben ne yazık ki paylaşmıyorum.
Can Dündar attığı her adımı bilerek profesyonelce atmış.
Filmin adına belgesel deniyor.
Bana göre belgesel değil, kurgu.
Gerçeklerden yararlanılarak yapılan bir kurgu film.
Can Dündar fılmde hem belgesel hem de kurgu filminin ögelerinden yararlanmış Canlandırmalar yaparak filmi etkili hale getirmiş.
Şekil olarak belgesel kurgu film diyebiliriz.
Belgesellerin de aynı zamanda bir kurgu olduğunu, öznellik taşıdığını unutmayalım.
Örneğin bir kişiyi pencerenin önüne oturtup konuşturuyorsunuz, yüzü karanlıkta görünmez.
O zaman adam devlet sırrı açıklıyor gibi bir etki yapacaktır.
Bir de adamı güllük gülistanlık yerde konuşturuyorsunuz.
O da neşeli mutlu bir hava verecektir.
Burada açıkça yönetmenin öznellliği belirleyici olmaktadır.
Adam aynı şeyleri söylese bile etkisi değişecektir.
Diğer bir örnek olarak da kendi sesini kullanmasını verelim.
Can Dündar'ın sesi amacına uygun bir ses.
Ağlıyor mu gülüyor mu, ciddimi değil mi anlaşılmıyor.
İzleyiciyi uyuşturan bir ton kullanıyor.
Yeri geldiğinde alay ediyor ama ciddi sanıyorsunuz.
Ya da tersi.
Şimdi siz bu filmde söz gelimi tok sesli tiyatrocu Mazlum Kiper'i kullansanız izleyici coşar.
Müşfik Kenter'in yumuşak, müşfik sesini kullansanız Mustafa Kemal'e büyük sevgi duyar.
Can Dündar kendi amacına uygun ses oynaklıklarıyla okuyor.
Sonuçta büyük bir başarıyla güvenilmez bir film kahramanı yaratılıyor.
Can Dündar zanaatını usta bir terzi gibi icra etmiştir.
Müşteriye istediği kumaştan, istediği model ve bedenine oturacak giysi yapmak da her babayiğidin işi değildir.
Filmi beğenenlere, beğenmeyenlere ve orta yolculara da bakarak müşterinin kim olduğunu bulabilirsiniz.
Yakında İngilizce alt yazılı ya da dublajlı olarak MOUSTAPHA adıyla yurtdışına satılırsa çok beğenileceğine eminim.
Ancak Dündar'ı aşırı işbirlikçi bulup alay edenler de çıkabilir.
Batılının hepsinin yalakalardan hoşlanacağını savlamak da aymazlık olur.
Dündar filminde çok kullanılan bir dramatürgi modelini uygulamış.
Bu model bir devenin üst tarafının yandan görünüşüne benzer.
İlkönce devenin başındaki kısa kaviste ilk vuruş yapılır.
Filmin ana fikri/anaçizgisi hakkında fikir veren kısa çarpıcı ilk bölümdür.
Sonra olaylar geliştirilir,
çatışmalar,
çelişkilerle heyecan doruğa çıkarılır.
Bu doruk devenin hörgüçüdür.
Sonra çelişkiler çözülmeye başlar,
inişe geçilir,
olaylar dinginleşir ve sona gelinir.
Dündar'ın ilk girişteki vuruşu korkunçtur.
Gerçekten korkunçtur. Bir korku filminin girişidir.
Nasıl? Mustafa Kemal'in bir ağabeyi üç yaşındayken ölmüş.
Deniz kıyısında kumsala gömmüşler.
Bir gece rüzgar fırtına kumları uçurmuş.
Ortaya çıkan bebeği çakallar yemiş.
Bu sahneyi Can Dündar bir Drakula filmi gibi canlandırmış.
Karanlık feci bir gecede mezar başında dolanan çakallar…
Ve bu resimlerin üstünde ağlar gibi konuşan titrek bir Can Dündar sesi…
Drakula'da Türkleri kazığa oturtan Kazıklı Voyvoda'dan esinlenerek yaratılan bir kahramandır.
Şimdi de Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten esinlenerek yapılan MUSTAFA adlı korku filmini izliyorsunuz."Mustafa" da daha bir dinsel içerik var.
"Kemal" ise devrimcidir (Devrimci önderlerden Mihri Belli de Yunan iç savaşında doğal olarak Kapetan Kemal kod adıyla anılıyordu).
Filmi izleyen çocuklar bu sahneden korkmazlar mı?
Şimdi bu ilk vuruşun filmin içeriği için verdiği mesaj nedir?
"Bu aile uğursuz, lanetlenmiş bir ailedir!"
Öyle mi?
Böyle birolay olmuş mudur?
Hiç mezar kazacak yer kalmadı da o sahile mi kazdılar?
Rüzgar nasıl o toprakları kaldırmış atmış?
Çakallar sahile inerler mi?
Bunları benbilmiyorum ama bildiğim birşey var:
Kendini bilen hiçbir gazeteci ya da belgeselci böyle bir olay olmuşsa bile bunu koymaz.
Neden koymaz?
Çünkü hiçbiretik anlayışa uymaz…
Kendinizi o ailenin yerine koyun.
Çocuğunuzu mezarındaçakallar yiyor.
Bunu göstermek delikanlılığa da uymaz, insanlığa da.
En hafif deyimiyle ayıptır, utanmazlıktır.
Buna" belden aşağı vurmak" da diyebiliriz.
Can Dündar sesini titreterek anlatmaya devam ediyor.
Mustafacık bu öyküyü dinleyerek büyümüş,
kendini çok yalnız hissettiği için kendisine ayrı bir yuvacık yapmış.
Hep oraya sığınırmış.
Aklıma çocukluğumda evimizinarkasındaki boşluğu kendi mekanım olarak kullandığım geldi.
Duvarlara ağaç dallarından, tahtalardan yaptığım oyuncakları, tabanca ve tüfekleri dizdiğimi anımsıyorum.
Evcilik de oynardık.
Ama Mustafa yalnız ve bunalımlı çocuk olduğu için evden kaçıp sığınıyormuş oyuncak evine.
Sonra dayısının oraya göçmüşler.
Orada dayısının tarlasında kardeşi Makbule ile karga kovalıyormuş.
Onu da güzel canlandırmış, kurgulamış.
Ama tarlada değil kırlarda koşuşuyorlar.
Ekin diye birşey yok ortada. Her yer çiçek. "O kadar kusur kadı kızında da olur", diyelim.
Yalnız bu bölüme, bir gün kardeşinin kafasına yoğurt çanağını geçirdiğini de koyabilirdi
ve "Bunalım geçirdiği için çok asabiydi" diye de bir söz söyleyebirdi.
Filmin sonunda gösterdiği yalnızlıklar içindeki Atatürk'ün
bunalımlarına neden olarak, Freudçu bir yaklaşımla,
bu çocukluk günlerindeki sorunları gösterilebilirdi.
Unutmuş olmalı.
Bu sahnelerde Mustafa'yı bir Yunan çocuğu oynatarak canlandırmış.
Tesadüfen olabilir mi?
Hayır.
Bence Can Dündar'ın orada ince birmesajı var.
Bazı Atatürk düşmanlarının "Yunan tohumu" küfrüne göz mü kırpıyor?
Yoksa yurtdışına satışta Yunan dostluğu diye yurtturma amacı mı taşıyor?
Ama bunları söylediğinizde alacağınız yanıt"Nevar canım, ırkçımısınız?" olabilir.
Yeri gelmişken söyleyelim, filmin müziğinin de GoranBregovic'e yaptırılması da
tesadüf değil aynı ticari kafanın ürünüdür.
Türkiye'de film müziği yapacak müzisyen yok mu?
Var.
İşte Cannes Fim Festivali'nde Yol filminin müziğiyle en iyi müzisyen ödülünü almış olan Zülfü Livaneli.
Müzisyenimiz var ama bence hesap gene başka ve Zülfü o hesaplara uymuyor.
Okul döneminden askerlik maceralarına,
İstanbul'daki aylak gençlik günlerine,
Suriye'ye sürülmesine geçiliyor.
Daha sonra Vahdettin'in yurtseverliği,
Mustafa'yı Samsun'a yollayışı,
Mustafa'nın Vahdettin'e ihanet edip
kafasına göre takıldığı,
Kazım Karabekir'in geldiğini duyunca
yüzünün korkudan nasıl solduğu,
inek sürüsünü düşman zannedip ödünün koptuğu
ve karanlıkta uyuyamadığı ballandıra ballandıra anlatılıyor.
Sonunda bu korkak adam Mustafa zafere ulaşıyor.
Burası filmin doruk noktasını oluşturuyor.
Zaferden sonra inzivaya çekiliyor.
Saraylarda zevk-ü sefa içinde emekli yaşamına başlıyor.
Rakılar,
cıgaralar,
hatunlar!
Yiyelim içelim eğlenelim!
Yangelip yatıyor, tarih kitapları okuyor.
Vakit doldurmak için de Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi'nin mana ve ehemmiyetini anlatmaya çabalıyor.
Yalanlar,
yanlışlar,
saptırmalar,
çarpıtmalar…
Bunlar yeterince ele alındığından bunlara değinmiyoruz.
Gözden kaçan ufak bir noktayadikkat çekelim yalnız:
Mustafa Kemal'in tarih ve dil konularına olan ilgisi"emeklilik(!)" döneminden çok önceleri de vardır.
Daha Suriye'de bulunduğu sıralar dilci bir gençle tanışır: Agop Bey.
O sıra Agop Bey Doğu cephesinden sürülen Ermeni kökenli genç bir yedeksubay askerdir.
İngiliz esirlerle konuştuğu için casusluk ettiği şüphesiyle getirilir.
Mustafa Kemal kelepçeleri çözdürür durumu sorar Agop beyin suçsuz olduğunu anlar.
Agop Beyin cebindenAlmanca yazılmış Türk Dili Gramer kitabı çıkar.
Alman subaylara Türkçe öğretmektedir.
Mustafa Kemal ile Agop Bey dilve Latin alfabesi üzerine sohbetler yaparlar.
Latin alfabesi, dil, tarih konuları o zamanlardan aklındadır Mustafa Kemal'in.
O Agop Bey de işte daha sonraları Türk Dil Kurumu'nun başdanışmanı olan Profesör Agop Martayan Dilaçar'dır.
Ve soyadı Dilaçar'ı Mustafa Kemal'in önerisiyle alır.
Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı verilmesi de Agop Bey'in önerisiyledir.
Agop Bey Atatürk'ün ölmeden son görmek istediği kişilerdendir.
"Dil çalışmalarını aksatmayın" der son günlerinden birinde.
Can Dündar'ın ayyaş adamı ölüm döşeğinde bile bir sürü memleket meselesi arasında dil çalışmalarını da görmektedir.
Can Dündar bunları bilmez mi?
Bilmezse niye öğrenmez?
Bilirse niye söylemez?
Dündar'ın yine sesini bir hoş ederek,
Mustafa Kemal'in Hilafeti kaldırmasın nedeninin çocukken hocası Kaymak Hafız'dan yediği dayağın intikamı olduğunu öne sürmesi beni yerimden hoplattı.
Burada kahkahayı basmaktan ve "Ohaaa! Çüş birader bu kadar da olmaz!" demekten kendimi alamadım doğrusu.
Okulda bize "izleyiciyi sakın aptal yerine koymayın" derlerdi.
İzleyiciyi budenli saygısızca aptal yerine koymak için ancak Can Dündar olmak gerekiyor galiba.
O zaman benim de "sen önce aynada kendine bak" deme hakkım doğuyor kuşkusuz.
Beni şaşırtan bir diğer nokta da, Atatürk'ün kendisine suikast girişimi yapıldıktan sonra içlerinde yakın mücadele arkadaşları da olmak üzere pekçok kişiyi tutuklattığının söylenmesiydi.
Atatürk daha sonra enyakın arkadaşlarını affetmiş, gerisini astırmış.
Can Dündar'ın romantik(!) sesinden dinliyoruz:
"Devrim yinekendi çocuklarını yedi".
Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimleri sihirli bir değnek yardımıyla gerçekleştirmediğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Bu devrimleri gerçekleştirmek belki de Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştirmekten zordu.
Çünkü dost düşman belli değildi, en yakınındaki dostları bile engelleme peşindeydi.
Devrimci ve karşı devrimci çizgi sürekli mücadele ediyordu.
Kemal yine kelle koltukta, CHP bayrağındaki altı okla açıklanan
devrimci,
bağımsızlıkçı,
halkçı,
laik,
devletçi,
ulusalcı,
cumhuriyetçi çizgiyi savunuyor.
Hilafet de, saltanat da öyle kaldırılıyor.
Başka türlü kaldırılmasına olanak var mı?
Kaymak Hoca'dan intikam için bunlar yapılamayacağı gibi
en yakın arkadaşlarını karşısına alarak da olmaz.
Hatır gönül tanımadan, kararlılıkla ama en geniş ittifaklar kurularak gerçekleştirilebilecek işlerdir bunlar.
Filmimizin sonlarına doğru, Atatürk'ün akşamları ud dinleyip, bir büyük rakı, üç paket sigara, 15 fincan kahve tükettiği, efkarından ağlayıp zırladığı, dengesiz, hasta bir adam haline geldiği söyleniyor..
Af buyurun ama mahalle kocakarıları bile böyle dedikodu etmez.
Akşamdan kalma olduğum için kalkamadığım bir gün annem içki içmememi nasihat etmişti.
Ben de şakayla karışık, "Atatürk bile içiyormuş"dedim.
Yanıtı çok güzeldi: "Atatürk çok içerimiş emme kafası da çok çalışırımış.
Hiç uyumaz, hep çalışırımış. Senin gibi akşama kadar yatmazımış".
Bir de bir çelişkiye düşüyor burada Can Dündar.
Bu ayyaş adam Hatay'ı kurtarmak için yorucu bir seyehate çıkıyor.
Bir bakıma intihar ediyor.
Şimdi zevk-ü sefa içinde bunalımlar yaşayan adamın
Hatay'ı kurtarmak için intihar etmesi nasıl olur?
Filmin sonunda yalnızlık ve Rumeli özlemi içinde ölüyor. Çokacıklı bir son! Ve birçok izleyici duygulanıyor.
Gözyaşlarını tutamıyor.
CanDündar artık amacına ulaşmıştır.
Ne izlemiştim ben?
"Mustafa Mıstık /
arabaya kıstık /
üç mumyaktık /
seyrine baktık"
gibi basit, bayağı, banal bir öykü.
Mutafa Kemal'le ilgisi yok.
Mustafa Kemal hakkında birbelgesel yapacağınız zaman seçebileceğiniz o kadar çok malzeme var ki!
Seçtiğiniz şeyler önem taşıyacaklar.
İzleyiciye birşey söyleyecekler.
Burada Osmanlı Devleti'inin yıkıntıları üzerine
Türkiye Cumhuriyetini kuran asker Mustafa Kemal olmadığı gibi
o cumhuriyeti çağcıl uygarlıklar düzeyine çıkaran Atatürk de yok.
Can Dündar da o savı öne sürmüyor..
Dündar, Mustafa Kemal Atatürk'ün insani yanlarını İLK KEZ(!) öne çıkardığını öne sürüyor.
Kendine uygun bazı ayrıntıları yalan yanlış, çarpıtarak ortaya dökmüş,
Mustafa Kemal'in insani yanlarını, özünü, bağımsızlıkçı, isyancı, halksever
ve yurtsever yanını öne çıkarmıyor Can Dündar,
çarpıtıyor, çarpıtıyor…
İnsanı yaşadığı zaman, mekan ve koşullar içinde değerlendireceksiniz.
İnsan Atatürk halk adamıdır.
Tam anlamıyla "delikanlı"adamdır.
Biraz argo söylersek " kıyak" adamdır.
Jantidir. Mükemmel giyinir. Evet içkisi sigarası vardır. Yemeyi içmeyi sever.
Hanımlarla ilgilenen, müziği dansı seven, aydınlanmacı, yurdunu halkını seven bir entellektüeldir. Bir devrimcidir. Bol bol kitap da okur, masa da kurar.
Masasında karatahtanın eksik olmadığını bilmeyen yoktur.
Yeri gelir müzik de dinler zeybek de oynar.
Müthiş şakacıdır da. Atatürk'ün fıkralarını bilmeyen var mıdır Can Dündar'dan başka?
Çağının en büyük devrimcilerindendir .
Somurtan, yalnız, bunalımlı insanların işi değildir devrim yapmak.
Devrim coşkulu insanların işidir.
Devrim "Hoca Nasreddin gibi ağlayan /
Bayburtlu Zihni gibi gülen"lerin işidir.
Peki Atatürk hatasız mıdır?
Böyle birşeyi kimse öne süremez.
Ancak onu belirleyen özellikler olumlu yanları mı yoksa olumsuz yanları mıdır?
İşte bir film yaparken çok ince düşünülecek noktalar bunlardır.
Can Dündar da düşünmüş ve Mustafa Kemal'i Mıstık yapmayı başaracak malzemeyi yaratmış ve kullanmıştır.
Bence Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten esinlenerek yapılmış bir kurgufilm olarak birkaç puanı hak edebilir "Mustafa".
Ama onun insani yanlarını elealan bir belgesel olarak öne sürerseniz puanı sıfırdır.
Filme gelen övgü ve yergileri iki uç örnekle değinelim.
Mehmet Ali Birand pişmiş kelle gibi sırıtarak filmi göklere çıkarıyor, "Mutlaka gidin" diyor.
Atatürk'ün manevi kızı, Atatürk'ün huyunu suyunu Can Dündar'dan çok daha iyi bilen
Ülkü Hanım ise, "Gitmeyin. Hatta bu film gösterimden çekilmelidir" diyor.
Bu kadar yazılıp çizildikten sonra isteyen gider isteyengitmez.
Filmi izledikten sonra, "Helal olsun aldığı paralara, güzel filmyapmış" demek de, "Haram, zıkkım zehir olsun, burnundan fiti fitil gelsin verdiğim bilet parası ve kazandığı tüm paralar" demek de artık size kalmış.
Ben son olarak filmin amacı konusundaki kendi görüşümüsöylemeliyim: Bu film, EVET, pekçokkişinin "psikolojik savaş" olarak nitelendiridiği çabaların bir parçasıdır.
Irak üzerinden ABD, Yunanistan ve Kıbrıs üzerinden AB tarafından kıskaca alınmış bir Türkiye'nin direnme gücünü içten kırma çabalarındandır.
Ulusun özgüveni yokedilmeye çalışılmaktadır.
Ulusal değerler ayaklar altında çiğnenerek "siz adammısınız?
Sizin En kralınız bile beş para etmez" denmeye getirilmektedir.
Hele Ergenekon tertibiyle (burada da malum Ergenekon destanı, terör örgütü olarak genç zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor) aynı zamana getirilmesi de bu planın inceliğini iyice gözler önüne sermektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün düşmanları ve yobazlar ona eskidenberi
"Gök gözlü sarhoş şeytan" derler.
Buna en güzel yanıtı ünlü Hiciv ustası Neyzen Tevfik vermiştir (bir iddiayagöre şiiri yazan Mutlu Çelik'tir).
Şöyle:
BRE MELUNLAR Ne ararsın tanrı ile aramda
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda
Başı açığa neden türban sorarsın?
Rakı,şarap içiyorsam sana ne
Yoksa sana bir zararı, içerim
İkimizde gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et...
Senin gibi dürzülerin yüzünden
Dininden de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki hali sakın unutma
Atatürk'e dil uzatma sebebsiz
Sen anandan yine çıkardın amma
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.
Neyzen Tevfik

Can Dündar'ın filmi bana göre bir rezalettir.
Yazık! Yazık!Yazık!
24 Kasım 2008
http://kefenignesi.blogcu.com/page4

Fikrimizin Rehberi ( Kitap Yazarı: Erol Mütercimler)
Ortaokula gelene kadar Mustafa'ydı...
Matematik yeteneğiyle Mustafa Kemal oldu...
Emperyalizmi dize getirdi, Gazi Mustafa Kemal oldu...
Yüzlerce yılın kökleşmiş alışkanlık ve geleneklerini yıktı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk oldu... Türk halkı ona, 'Atatürk' dedi. Türkiye'de doğan ve parlayan yıldız, bize izleyeceğimiz yolu gösterdi, 'Fikrimizin Rehberi' oldu. 'Onun insan olarak ülküsü, iyilik, güzellik ve doğruluk idi. Siyaset adamı olarak ülküsü de, ekmek, eğitim ve barış idi. Bu ülkülerini gerçekleştirmek sorumluluğunu içinde duyduğu için cesaretle, imanla, bilgi ve akılla çalıştı. Yalan ve yanlış üzerine kurulan örgütleri yıktı. Kendisinden halife olmasını isteyenlere,
'Hayır, Cumhuriyet kurulacaktır, ' dedi.
Hasta hayal arkasından sürüklenip büyük fetihlere girişmek isteyenlere Misak-ı Millî'yi gösterdi. Kurtuluş için cami yapılmasında direnenlere, 'Halk, cami değil, fabrika ve okul istiyor' , yanıtını verdi.
Ölmüş geleneklere asılmakta yarar, umanlara da, 'Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, ' diyerek gerçek kurtuluşun yolunu gösterdi. Devrimde yabancı ülkelerdeki bazı liderlerin kasaplıktan, sıvacılıktan, çetecilikten yetişerek ülkelerinin başına geçip sırtlarına mareşal üniforması geçirdikleri ve savaşı ülküleştirdikleri sırada o, üniformasını attı, gazilik ve mareşallik rütbe ve unvanını bir tarafa bıraktı, ülke savunması dışında savaşı 'bir cinayet' olarak mahkum etti. Ve uygar insanlığın kalbinde yaşayan yüce bir duyguyu, 'Yurtta barış, dünyada barış, ' diye ilan etti.'
Bu kitapta okuyacağınız öykü yalnızca bir liderin, bir komutanın, bir devlet adamının, bir devrimcinin, özyaşamöyküsü değil,
Türkiye Cumhuriyeti'nin de kurtuluş, kuruluş ve küreselleşme fırtınasında savruluşunun da öyküsüdür.

ÖLÜMSÜZLÜĞÜN PEŞİNDE: DOĞAL ECZANE

Ölümsüzlük Mantarı: Reishi - Türkiye'de Üretiyoruz.
Kırmızı Reishi Mantarı kullanımının Akciğer Kanseri tedavisinde gösterdiği olumlu etkiler Japonya ve Çin'in yanısıra Avrupa ve Ameraki'daki saygın üniversiteler tarafından yapılan araştırmalarla da kanıtlanmıştır.
Siz Neden Kullanmalısınız? Doktorlar ne Tavsiye Ediyor?


Japonya Sağlık Bakanlığı tarafından kansere karşı tek doğal ilaç olarak kabul edilmiştir.
Kırmızı Reishi'nin bağışıklık sistemini güçlendirici etkisi, kanseri önlemede de kanserle savaşta da görülmektedir.
Güçlü anti-tümör etkileri araştırmalarla belirlenmiştir.İçerdiği glucan maddesi bağışıklık hücrelerinin tümör hücrelerini sarmasına yardımcı olur. Bazı çalışmalarda Tümörlerde %50 oranında gerileme kaydedilmiştir.
Düzenliği tüketiminin anti-kanser maddelerin (interferon ve interleukin1 ve 2) üretimini arttırdığı ve tümör büyümesini önlediği kanıtlanmıştır.
Yapılan araştırmalar Radyoterapi ve Kemoterapi esnasında görülen saç dökülmesi, bulantı, kusma, ağız iltihabı, boğaz ağrısı, iştah kaybı gibi yan etkilerin %90-95 oranında azaldığı belirlenmiştir.

Kırmızı Reishi Mantarı Bağışıklık Sisteminizi Güçlendirir.
Reishi Japoncada ölümsüzlük anlamına gelmektedir. Hastalıklardan uzak, sağlıklı ve uzun bir yaşam sürmek için, her yaşta genç olabilmek için Kırmızı Reishi mantarını siz de koruyucu olarak kullanmalısınız.
Bilimsel araştırmalar, Kırmızı Reishi kullanımının:
Günlük yaşamı sağlıklı sürdürmek,
Vücudumuzun doğal savunma mekanizmasını güçlendirerek olumsuz etkilere karşı korumak,
Yaşın ilerlemesi sonucu oluşan problemlerin önüne geçmek,
Bağışıklık, sinir, dolaşım, solunum, boşaltım, kas ve kemik sistemlerini güçlendirmek,
Yüksek tansiyon, kolesterol, diabet, bronşit, prostat gibi problemlerle baş etmek,
Kanser, karaciğer bozuklukları, hepatit, HIV/AIDS gibi hastalıklardan korunmak ve bu hastalıklarla savaşmak,
konularındaki faydalarını kanıtlanmıştır.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

TARİH FELSEFESİ

TARİH FELSEFESİ

«Tarih felsefesi» sözcüğü, «tarih» sözcüğünün çifte anlamına göre iki anlamı olan bir sözcüktür. «Tarih» sözcüğü, hem geçmişte kalan insani ve toplumsal olaylar topluluğunu, yani yaşanmış geçmiş’i adlandırmakta kullanılır; hem de bu sözcükle, bu yaşanmış geçmişi konu edilen bilim, tarih bilimi kastedilir.

Bazı filozoflar, eskidenberi bu konuda iki Latince deyimle bu ayırımı yapagelmişlerdir. Geçmişte kalan insani-toplumsal olaylar olarak tarihe resgestae; bu olayları konu alan disipline ya da bilime de historia rerum gestarum demişlerdir. Ama filozofların bir çoğu da, hem yaşanmış geçmişi adlandırmakta, hem de bu geçmişi konu olarak alan disiplini anmada sadece historia (tarih) sözcüğünü kullanmışlardır. Biz bugün de sözcüğü, bu çifte anlamlılığı içinde kullanmaya devam ederiz.
“Tarih” sözcüğünün çifte anlamlılığına koşut olarak, «tarih felsefesi” nden iki şey anlaşılır:
1. Yaşanmış geçmişin felsefesi olarak tarih felsefesi
2. Tarih biliminin felsefesi

Birinci anlamıyla tarih felsefesine, geçmişte kalan olayların ne anlam ifade ettiği sorgulamaktan başlayıp, giderek insanlığın tüm yaşanmış geçmişi yani «dünya tarihi» ne yönelen bir felsefe uğraşı olarak bakabiliriz. Bu uğraş, giderek, tüm insanlık tarihine yönelik bir üst-bakış edinmeye, hatta tüm insanlık tarihi hakkında kapsayıcı olmak isteyen bir felsefe sistemi kurmaya kadar gider ve tüm insanlık tarihi, bu türden felsefe sistemleri ışığında açıklanmaya çalışılır.

İkinci anlamıyla tarih felsefesi ise, tarih biliminin ve tarihçinin bilgi elde etme etkinliğini sorgulayan, tarih biliminin dayandığı ilke ve yöntemleri eleştiren ve giderek «tarihsel bilgi» nin nitelik, hatta olabilirliğini çözümleyen bir tarihsel bilgi eleştirisidir.

İkinci anlamıyla tarih felsefesi, yani tarih biliminin felsefesi, binyıllara varan kökleri olmakla birlikte, bir felsefe disiplini olarak ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkabilmiştir. Özellikle Herder’e bağlı kalmış olan Alman Tarih Okulu’nun çalışmalarıyla büyük bir gelişme gösteren tarih bilimi, yüzyılın ortalarından sonlarına doğru, özellikle W. Dilthey ’ın «tinsel bilimler»i temellendirme çabaları sırasında esaslı bir eleştiriden geçirilmiş ve Dilthey, tinsel bilimleri, büyük ölçüde Alman Tarih Okulu’nun tarihçiliğin de somutlaşan tarih bilimi örneğinden etkilenerek temellendirmek istemiştir. O zamandan beri, tarih biliminin felsefesi olarak bir tarih felsefesinin kurulup geliştiği söylenebilir.

Aslında birinci anlamıyla, yani geçmişi (çoğu kez) bütünüyle anlayıp açıklama savındaki tarih felsefeleri alanı olarak geçmişin felsefesi ile tarih biliminin felsefesi, birbirlerinden açıkça farklı iki yönelime sahiptirler. Birincisi, tüm geçmiş karşısında filozofların Çoğu kez, “genelci” bakışlar altında yaptıkları bir felsefe iken; ikincisi, tarihçinin bilgi etkinliğini sorgulamak isteyen bir bilim felsefesi ve bir metodoloji eleştirisidir. Ama bu iki türlü tarih felsefesi, yine de birbirlerine çok sıkı biçimde bağlıdırlar. Bir kez, şurası açık tır ki, her iki yönelim de, tarihsel olayların “bilinebilir olduğu” gibi bir varsayıma muhtaçtırlar. Böyle bir varsayım olmaksızın, her iki tür etkinliğin de varoluş nedenleri ortadan kalkar.

Ama birinci türden tarih felsefesi, yani geçmişin felsefesi, çoğu kez, tarihte “tarihin felsefi anlamı” diyebileceğimiz bir genel anlam bulunduğu gibi bir başka varsayımla da hareket ederek, yine çoğu kez, geçmişi, tüm insanlığın geçmişini bir bütün» olarak açıklama girişimleri ile doludur.

İkinci türden tarih felsefesi, yani tarih biliminin felsefesi ise, özellikle günümüzde, birinci türden tarih felsefesi karşısında belli bir septisizm içindedir. Bir bilim felsefesi olarak bu ikinci tarih felsefesi için, birinci ve geleneksel anlamıyla tarih felsefesinin türettiği genel felsefi tarih yorumları büyük ölçüde sorunsal kalmaktadır. Ama öbür yandan, tarih biliminin felsefesi de, bir disiplin o1arak dayandığı temel ve eleştirici görüşlerin pek çoğunu, «genel felsefi tarih yorumları» yapmış olan filozoflardan miras almıştır. Başka bir deyişle, tarih biliminin felsefesi de, ortaya çıkış ve gelişimi bakımından, birinci türden tarih felsefesinin içinden gelen bir disiplin ‘ her iki türden tarih felsefesi arasında, ikincisinde bazan görülen aşırı bağımsızlaşma isteklerine rağmen, kopmaz bir bağ vardır.

Öbür yandan günümüzde tarih biliminin felsefesinin giderek genişleyen bir düzlemde çalıştığı ve bu düzlemden kalkarak birinci anlamıyla tarih felsefesine yoğun eleştiriler yönelttiği görülmekle birlikte; yine günümüzde birinci anlamıyla tarih felsefesinin eskiyi aratmayacak bir yoğunlukta sürdüregeldiği saptanabilir. Bilim felsefesi açısından septik bir bakış altında eleştiri konusu olan bu türden tarih felsefesinin yine de yoğun biçimde sergilenmeye devam etmesinin nedeni ise, bize göre, geçmişin ve bu arada bağlı olarak, geleceğin, insan için, Kant’ın dediği gibi, sormaktan ve yanıt aramaktan vazgeçmeyeceği birer konu olmalarıdır.

İnsanların geçmiş--şimdi-gelecek üçlemesi içinde, en gündelik deyimiyle “nereden geldik, neredeyiz, nereye gidiyoruz?” türünden sorulara yanıt getirme girişimlerinin hiç dinmediği görülür.

Sade bir gözle baktığımızda böyle bir sorunun ilk bölümüne ( nereden geldik?) elden geldiğince bir yanıt getirme uğraşımızı sürdürüyorsak da , sorunun son bölümüne (“nereye gidiyoruz?”) getirebileceğimiz doyurucu nitelikte hiçbir “tam yanıt” yoktur.

İşte geleneksel tarih felsefesinde karşılaştığımız “tarih felsefeleri” nin büyük çoğunluğu, bu türden sorulara yanıt verme ihtiyacının ürünleri olmuşlardır. Ama bu türden sorulara verilen yanıtlar çok çeşitli olduğu gibi, kendi aralarında da çogu kez karşıtlık içindedirler. Bazı yanıtlara göre, tarihte bir erek vardır ve bu erek geçmişe bakarak saptayabilirsek geleceği de önceden görebilir gelecek hakkında öndeyiler (Prognose) ortaya atabiliriz

Bazı yanıtlar ise, tam tersine, tarihte tam bir ereksizlik olduğunu bu yüzden gelecek hakkında konuşamayacağımızı belirtirler Bazı filozoflar, tarihte tam bir ilerleme olduğunu söylerler bazıları ise, tarihte belli dönemlerde adına ilerleme diyebileceğimiz bir gelişme olsa bile tarihin tümüyle ilerleyen bir süreç olduğunu söyleyemeyeceğimizi anlatırlar

İlerleme ve ereklilik, çoğu filozofta biraradadırlar ve onlar tarihi çizgisel olarak bir ereğe doğru ilerleyen bir süreç olarak görürler; başka bazıları ise, tam tersine, tarihte belli dönemlere göre devinip duran döngüsel bir süreç olduğunu iddia ederler,

Tüm bu yanıtları birbirleriyle bağdaştırma olanağı ise hiçbir zaman tam olarak yoktur ve tarihe çoğu kez bır “bütün” olarak bakan bu çabaların tarihte bulduklarını iddia ettikleri “tarihin genel felsefi anlamı” nın ne olduğu, bu yüzden hep sorunsal kalır

Ne var ki bır sorunun (“tarihin genel anlamı”) çözülemezliğini kavramış olmak o sorunun insan düşüncesinden sokulup atılması için bir bahane de olamaz Hele bu sorun doğrudan doğruya insanın kendi yaşamına ve geçmişine ait bir sorun ise bu yüzden ınsan düşüncesinin felsefe tarihinin çoğu döneminde “tarihin felsefi anlamı” gibi bır soruna gösterdiği ilgi daima çok yoğun olmuştur. Geçmiş hakkındaki bilgimizin eksikliği geçmişe anlam- verme çabalarını zaman zaman (günümüzde olduğu gibi) bir ölçüde dizginlese de, hiçbir zaman tam olarak engelleyemiyor. En kuşkucu fılozoflarda hatta geleneksel anlamıyla tüm “geçmişin felsefeleri” ni, tüm «tarih felsefelerı»ni yadsıyan fılozoflarda bile, tarihe bir anlam verme çabasına rastlanabiliyor Hatta ve hatta, tarih biliminin felsefesiyle yetinmek isteyen bilim felsefecilerinde bile, değişik bir boyutta da olsa , bazı “genel tarih yorumları”na başvurulduğu da saptanabilir.

Sayın Doğan Özlem’in “Tarih Felsefesi” adlı yapıtının "Giriş" bölümünden yaptığımız alıntı ile genel bir yoruma sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bundan sonra aynı yapıtı izleyerek zamandizimsel olarak, özetle tarih felsefesi görüşlerini aktarmaya çalışacağız. http://www.felsefeekibi.com/