Sayfalar

Eski Türklerin Dini Şamanizm Değildi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eski Türklerin Dini Şamanizm Değildi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Haziran 2010 Cumartesi

OK, UÇ, ON, AT ve OW, UW, OĞ TAMGALARI

Daha önce de söylediğimiz gibi, şimdi kullandığımız alfabe ve onun dayandığı LÂTİN alfabesinde harfler bir mânâ ifade etmez. Çoğu bir hece bile değildir. Ancak başka harflerle birleşerek heceleri, heceler de kelimeleri oluşturur. çoğu hece de bile anlam yoktur, anlamlar kelimelerle ortaya çıkar.

Halbuki PROTO-TÜRKÇE yazı sisteminde öyle değildir. PROTO-TÜRKÇE’de TAMGA sistemi vardır. ÇİZGİLER, NOKTALAR ile ifade edilir ve her biri kendi içinde tam ve yeterli bir anlam taşır.

Meselâ, yukarıdaki TAMGALAR’dan,

- OQ (OK) = yeryüzü kişisi, yeryüzünde varoluş,

- UÇ = bey, han, lider, bayrak

- ON = kozmos, kozmos kişisi,

- AT = ad, TANRI’ya atılma, egemen

anlamına gelirler. Dikkat edilirse, hepsinin SESLİ HARF’le başladığı görülür. TÜRKÇE’de bazı SESSİZ HARFLER’in kelime başına gelmemesi meselâ R), bazı yabancı kelimelerin SESSİZ HARF’le başladığı için (stasyon, spirit) TÜRKLER tarafından başına bir SESLİ HARF getirilerek okunması da (istasyon, ispirto, Rus-Urus, Recep-İrecep gibi), bu yüzdendir.

TEK başına iken bu anlamı taşıyan ve birer kelime olan bu TAMGALAR, eğer bir CÜMLE içinde iseler iki şekilde karşımıza çıkar. Birincisi, okunuşunu ve anlamını korur. İkincisi, başındaki SESLİ HARF düşer, kalan SESSİZ HARF’ten sonra başka SESLİ HARF gelir ve cümle içinde yerini öyle alır.

Bir daha tekrarlamak gerekirse, eski TÜRKÇE’de her işaret TAMGA’dır, aynı zamanda tek seferde söylenebilen bir HECE’dir, ve ayrı bir KAVRAM ifade eden bir KELİME’dir. Eski TÜRKÇE’nin aslı HECE-KELİMELER’den oluşurdu. Sonradan heceler kaynaşarak kelimeler oluşturmuştur.

Bugün ÇİNCE, JAPONCA, KORECE böyle bir YAZI’ya ve HECE-KELİMELER’den oluşan bir dile sahiptir. Ancak bunların en eskisi ÇİNCE bile, M.Ö. 1700’den önceye gitmez. Yani ÇİNCE’nin TÜRKÇE’yi etkilemiş olabileceği gibi bir sonuç çıkarmak yanlıştır. Olsa olsa TÜRKÇE, kendinden sonra gelen ÇİNCE’yi etkilemiştir. Nitekim şimdiki ÇİN ALFABESİ’nden 41 TÜRK TAMGASI vardır.

PROTO-TÜRKLER… (ki, bu ifadeyi TÜRK kelimesinin kavram olarak ortaya çımadığı dönemler için kullanıyoruz, çok eski tarihleri kastediyoruz) bilgi ve tecrübeleriyle, üstün vasıflarıyla halk arasında sivrilmiş kimselere ÖGÜL-UKUS derlerdi. ÖGÜL, “düşünme yeteneği, felsefe, haysiyet, sahip olma, majeste” anlamlarına gelir. UKUS ise, YAZI demektir!

Bu kişiler üstün gözlem ve sezgi kaabiliyeti ile etraflarındaki tabiatın, hayatın ve kâinatın sırlarını araştırmışlar, üzerinde kafa yormuşlar, sonra da tesbitlerini soyut kavramlar halinde “taşa urmuş”, kaydetmişlerdir..

Burada çok önemli bir husus vardır…. Şimdi lütfen önce yukarıdaki HAYVAN FİGÜRLERİ tablomuzu bir kaç dakika inceleyiniz…

Eminiz ki, yukardaki GEYİK resmi ile, aşağıdaki çeşitli hayvan figürleri arasındaki farkı görmüşsünüzdür.

GEYİK, BODENSEE’de, THAYGEN yakınlarındaki KESSLERLOVCH Mağarasında, bir MAMUT DİŞİ’ne çizilmiş resimdir… Aynen resmedilmiştir, bir fotoğraf kadar gerçeğe uygundur! Bir sanat eseridir, ama başka bir özelliği yoktur. Bir AVRUPA insanının ürünüdür.

Halbuki diğer üç figür, GEYİK resmi gibi değildir. Hayvan figürleri tabiattaki şekilleriyle değildirler, şematik bir hal almışlardır. Onlar ASYA İNSANI’nın ürünüdürler.

Daha önce belirttiğimiz gibi, ASYA’da kaya resimleri M.Ö. 30.000’lerde başlar… Bunların yazı elemenler içermeye başlaması M.Ö. 15.000’lerdedir… Ve yazıya geçiş ise M.Ö. 8000’in sonlarındadır. (G. Musabayev, A. Maxmutov, G. Aydarov; KAZAK EPİGRAFYASI, Almati, 1971)

ŞEKİL 1’de görülen figürler TAMGALI SAYI galerisindendir. Hayvanlar naturist değil, şematiktir. AT,İT, KEÇİ figürleri, bu hayvanları sembolize eder ama; boynuzları, bacakları, kuyrukları da ayrı anlamlar taşır. TAMGA anlayışı henüz başlamıştır.

ŞEKİL 2’de görülen figürler de TAMGALI SAYI’ndadır. Daha sonraki bir döneme aittir. Hayvan ve insan şekilleri tamamen şematize edilmiş, semboller haline gelmiştir. TAMGALAR bariz şekilde görülmektedir.

ŞEKİL 3, DOĞU ANADOLU’da SAT Dağında bulunan M.Ö.8000 yıllarına ait bir kaya resmidir. (E.Alok, ANADOLU KAYA ÜSTÜ RESİMLERİ, Akbank, İstanbul, 1988) Üstünde daha sonra açıklıyacağımız pek çok TAMGA bulunur ve bize uzun bir mesaj verir.

Bir başka örnek te, üzerindeki yazı karakterleri bariz olduğu için İLK YAZIT sayılan ULU KEM SÜLYEK YAZITI’dır. YENİSEY’in kollarından biri olan ULUĞ KEM’in geçtiği vadilerden biri olan SÜLYEK’te bulunmuştur.... M.Ö. 8000’e aittir. (Gravures Rup. V. Comanica, D. Riba, ed. Fr.Empire, Paris, 1984)

Bu resimleri, AVRUPALI insanın yaptığı resimle kıyaslayıp “basit, çocukça, ve sanat değeri olmayan” çiziktirmeler saymak, son derece yanlıştır!.. Aynı yanlış LEONARDO DA VİNÇİ, MİŞEL ANCELO, RAMBRANT, VAN GOGH gibilerinin resimlerini, heykellerini SANAT eseri sayıp, (ki, gerçekten öyledirler) ancak DOĞU ülkelerinin CAMİ, TAPINAK, HEYKEL, HALI, KİLİM, ELBİSE, ÇEVRE, MENDİL, YASTIK, YORGAN ve ÇORAPLAR’daki DESENLER’i, FİGÜRLER’i, ve de MİNYATÜRLER’i “sanat”tan saymamak şeklinde karşımıza çıkar!.. Sebep onlarda figürlerin içine gizlenmiş olan MÂNÂYI OKUYAMAMAK’tandır… Nitekim BATI bilhassa PİCASSO’nun devreye girmesi ile SOYUT resmi de SANAT saymaya başlamıştır.

Ama burada gene DOĞU, BATI’dan ileridir…. Çünkü DOĞU’da şekiller, figürler, desenler her kültür için ORTAK bir anlam taşır. Sadece YAPAN değil, OKUYAN da o figürün ne anlama geldiğini bilir. Halbuki BATI’da her sanatkârın SEMBOLİZM’i kendine aittir. Aynı millette dahi ORTAK bir KÜLTÜR oluşturmaz!

Bu yazıtları ve diğerlerini ilerde teker teker ele alacağız... Bu sayfada amacımız yukarıda verdiğimiz TAMGALAR’ı biraz daha açıklamak ve onların yakın-uzak örneklerini göstermektir. Ancak bu açıklamaları yapmadan konuya giremezdik.

TAMGALAR, nasıl ortaya çıkmıştır?… Birinci sebep daha üstün bir düşünce seviyesine, bir hayat ve kâinat felsefesine ulaşılmasıdır. İkincisi ise, kayalara bu felsefeyi uzun uzun “taşa urmak”, yani kayalara kazıyarak sonraki nesillere ulaştırmaya çalışmanın zorluğudur. Meselâ GÜNEŞ’i anlatabilmek için bir DAİRE çizip etrafına bir sürü IŞIN ÇİZGİSİ koymak yerine; bir YUVARLAK, içine de bir NOKTA koyarak aynı mânâ verilmiş, ortaya OĞ tamgası çıkmıştır!

ORTA ASYA İNSANI, yani TÜRKLER’in atasının dünyanın dört bir yanına yaydığı OĞ TAMGALARI’nı görmek gerçekten heyecan vericidir.

Şimdi bu TAMGALAR’ı, taşıdıkları mânâyı, ve AVRASYA başta olmak üzere dünyada rastlanan örneklerini verelim.

OK TAMGASI:
OK; “yeryüzü kişisi, TANRI’dan gelip yeryüzünde varolma, mevcudiyet” anlamlarına gelir. PROTO-TÜRKLER’den bir kısmı kendilerine OK adını verir. Yazıyı bulanlar onlardır. Bugün kullandığımız OKUMAK fiili onlardan gelir. Aslında “OKLAR’ın yazdığını anlamak” demektir.

OK tamgasının içeriğinde

GÖK’teki TANRI’dan gelip YERYÜZÜ’nde varolma,
YERYÜZÜ’nde ölerek UÇARAK, GÖK’teki TANRI’ya dönme
mânâları da gizlidir. Ve bu geliş-gidiş ATEŞ KÜLTÜ ile bağlantılıdır. OZ’laşarak YERYÜZÜ’ne inme, kişi olma, OK olma; sonra en üst noktada OK’un BUĞ (BEY) görevini üstlenerek, halkına, etrafına iyi hizmetler yapması, bunun karşılığında yakılarak tekrar OZ’laşması ve Uç’arak tekrar KOZMOS’a, GÖKYÜZÜ’ne dönüş… Hepsi OK kelimesinde gizli anlamlardır.

YAKILMAK; TANRI’ya AT’ılmak, fırl’AT’ılmak demektir. Bu da OK tamgaları arasında en çok kullanılanlardan olan HAÇ (+) işaretinin, AT tamgasının bir çeşidi olduğunu düşündürmektedir.

Görüldüğü gibi HAÇ, Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkmış bir sembol değil; çok daha eski KUTSAL bir işarettir. Belki de “TANRI’ya UÇ’arak erişme”yi sembolize eden KUŞ figürünün “birbirini kesen iki çizgi” TAMGA’laşmasından ortaya çıkmıştır.

DOĞU ANADOLU’da, ISUB-ÖG olan ESKİ TÜRK ALFABESİ’nde mevcut, yukarıdaki ETRÜSK YAZISI resminde görülen UÇLARI HİLAL OLAN HAÇ şeklindeki OK tamgası, PROTO-MISIR’a dahi ulaşmıştır.

HALI VE KİLİMLERDE OK TAMGASI

OK UÇU, “OK bayrağı” demek olup, kelime ETRÜSKLER vasıtasıyla LATİNCE’ye CROCE(KROÇE-İngilizcesi CROSS) olarak girmiştir. Hıristiyanlar için de KUTSAL bir işaret olmuştur.

OK AÇ, “OK sembolü” demek olup bizde de KHAÇ-HAÇ kelimesini oluşturmuştur.

HAÇ şeklindeki OK damgası, Hıristiyanlıkla hiç bir ilişkisi olmayan DÜNDARLI, ÇAVDARLI, KARAHACILI, KARAKOYUNLU, YEŞİLYURT, KINIK, HAYTA gibi YÜRÜK aşiretlerinde ARMA olarak kullanılmaktadır.

ON TAMGASI :

ON, “KOZMOS, kozmos kişisi” demektir. Ya KUBBE şeklinde, ya da ON nokta, 10 benek, 10 tüy, veya 10 aynı cinsten figürle gösterilir.... Yukarıdaki resimde çeşitli ON TAMGALARI görülmektedir... birinci figür TAMGALI SAYI kaya resmindeki BUĞ’un kafasının içinde ON NOKTA bu sembolü vermektedir... İkinci figür SAT DAĞI’ndaki kaya resmidir, kral damgasında ON BENEK ile aynı sembolü gösterir... Üçühcü figür KIRGİZİSTAN ISSIKKÖL’de bir mezardan çıkan yüzüğün üzerindeki resimdir, ON TÜY ile aynı mânâyı verir. Amerikan kızılderililerinde, MAYALAR ve AZTEKLER'de de aynı sembole rastlanır.

Ayrıca İTALYAN ALPLERİ’nde NAQUANE bölgesinde HAYAL ÇEKEN ON KİŞİ figürü de aynı kavrama işaret eder. (Grav. Rup. Val Comanica, D. Riba, Fr. Emp. Paris, 1984)

ANADOLU’da bulunan HİTİT kurslarının üzerindeki ON GEYİK, ON FİGÜR de ON tamgasına işarettir.

GREK mitolojisinde geçen DAKTİLLER (Dactyiles) demircidirler. Nereden geldikleri konusunda çeşitli rivayet vardır. FRİGYA’daki İDA DAĞI’ndan (yani bizim EDREMİT’teki KAZ DAĞI), veyaGİRİT’teki İDA DAĞI’ndan geldikleri öne sürülür. Bunlar ON KİŞİ’dirler… DAKTİL parmak demek olduğuna, ve iki elde ON parmak olduğuna göre, DAKTİLLER bu açıdan ON KİŞİ, yani ON’lar anlamına gelir. ON TÜRKLERİ’ne işarettir.

Ama esas kanıt, DEMİRCİ kelimesinin eski GREKÇE’ye DEMİOERCOİ diye geçmiş olmasıdır!.. Kimse TÜRKÇE’den geldiğini bilmez.

GREKLER’e bağlanmak istenen FRİG adının aslı PROTO-TÜRKÇE’de UB-URUK’tur. Bu kelime bugün OBRUK olarak kullanılır, ve ANADOLU’da FRİGLER’in yaşadığı merkez yaylanın adıdır. MİDAS YAZITI’ndan öğrendiğimize göre, zaten ANADOLU’nun bir adı da FRİGYA’dır! FRİGLER ve DAKTİLLER de TÜRK’tür!

ON kelimesi, aynı zamanda bir kısım PROTO-TÜRKLER’in kendileri için kullandığı addır. Tıpkı bizim şimdi kendimize ÂDEMOĞLU dediğimiz gibi, onlar da kendilerine ON = KOZMOS KİŞİSİ derlerdi. Diğer bir kıım PROTO-TÜRKLER de OK = YERYÜZÜ KİŞİSİ adını almışlardı. Ama kullandıkları semboller hep aynı idi. ORTA ASYA’da kurulan TÜRK devletinin adı ON-OYUL, daha sonra İSVİÇRE merkez olmak üzere AVRUPA’da kurulan devletin adı da ON-OYUNG idi.

ON kelimesi, zamanımıza anlamını kaybederek, sadece ON sayısını ifade etmek suretiyle yansımıştır. Ancak ANADOLU’da ON tamgaları halılarda, kilimlerde, çeşitli eşya ve süslerde varlığını devam ettirir.

ÇEŞİTLİ AT TAMGALARI:

AT kelimesi, “ad, nam, atılma, bilinen, egemen” demek olduğu gibi, binek hayvanı AT’ı da kasteder.Yukarıdaki HALI VE KİLİM resimlerinde altta görülen şekiller, AT tamgalarıdır. < AT üzerindeki kişi yayalardan yüksekte, ve imkân bakımından ondan üstündür. Bu haliyle “bilinen, tanınan”dır, AD’ı vardır. Yüksekten bakar, “egemen”dir. AT’ılma yoluyla en yükseğe, TANRI’ya ulaşabilir. Bütün bu kavramlar, AT tamgasının çeşitli anlamlar kazanmasına, sonradan UÇ, UB ED ve BUĞ tamgalarının doğmasına yol açmıştır. ”TANRI katına AT’ılma” kavramı zamanımızda dahi KUZEY ASYA şamanlarında yaşar. Şaman davuluna AT’a biner gibi oturur, kendinden geçerek çalar, bu suretle TANRI’ya ulaşır. ETRÜSKLER’in KANATLI AT sembölü elbette ki PELASKLAR’da da vardı ve GREK mitolojisine de yansımıştır. KANATLI AT’ı SELÇUKLULAR’da da görürüz. AT tamgası sonraları ATEŞ ve OT (od-ateş) kelimelerinin oluşmasını sağlamıştır. AT + US … AT-US… ATAS…ATAŞ…ATEŞ AT*AS … ATAS… ATAŞ…ATEŞ OG*AT… OT …. OD… (ODUN kelimesi de ATEŞ üreten, ateşte yakılan anlamına gelir) BAŞKA HALILARDA AT TAMGALARI : ÇEŞİTLİ UÇ TAMGALARI: UÇ kelimesinin “bey, han, lider, bayrak” anlamlarına geldiği belirtmiştik. ATEŞ KÜLTÜ’nden doğmuşlardır. Kişi OZ’laşarak, yani şekil değiştirerek (MÂNÂ’dan MADDE^ye geçerek) YERYÜZÜ’ne İner, sonra yine şekil değiştirerek (MADDE’den MÂNÂ’ya geçerek) GÖKYÜZÜ’ne AT’ılarak , TANRI’ya döner…. Bu sebeple UÇ TAMGALARI’nın çoğu AT tamgalarının çeşitlemeleri arasında bulunur. Bu sayfadaki ilk figür hem KANAT AÇMIŞ UÇAN KUŞ, burca dikilmiş BAYRAK sembolüdür. Beşinci figür hem KANAT AÇMIŞ UÇAN KUŞ’tur, hem de cümle içinde OK anlamına gelebilir. Resmin en sonundaki ÜÇ NOKTA ise, hem UÇ tamgasını gösterir, hem de kelimenin nasıl ÜÇ SAYISI’na dönüştüğünü açıklar. Yukarıdaki resimde ilk şekil, “KANAT AÇMIŞ KUŞ şeklindeki HAÇ’tır. Adamın başının içindeki ON NOKTA dikkatinizi çekmiştir. UW, OW ve OĞ TAMGALARI : UW , OW veya OĞ, “şeref, kutsal kişi, mensup olma” anlamlarına gelir. PROTO-TÜRKLER’in ilk tamgalarındandır. Daha sonra OĞ şeklinde seslendirilmiş, şekil ve anlam sayısı çoğalmıştır. Kaynağı TEK TANRI inancı ve BOĞA KÜLTÜ’dür. Yukarıdaki OĞ TAMGALARI resminde üstteki ilk iki şekil, VAN’da, BAŞET DAĞI’ndaki KIZLARIN MAĞARASI’nda DUVAR RESİMLERİ’dir!.. Havaya kalkmış kollar, hem BOĞA’nın BOYNUZLARI’nı, hem de TANRI beldesine yönelmeyi göstermektedir. Bu sayfadaki bilgiler KÂZIM MİRŞAN'ın kitaplarından, resimler de HALUK TARCAN'ın ÖN TÜRKLER kitabından alınmıştır... Biz sadece derleyip sunmaya çalıştık.

11 Ekim 2009 Pazar

KAYA RESİMLERİ

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Bu ay satışa çıkmış olan ATLAS dergisinde Servet Somuncuoğlu’nun Sibirya’nın Bilinçaltı başlıklı yazısı şöyle başlıyor: (Atlas dergisi , sayı 178, sayfa 95)

“Evrenle, kendileri ve çevreleriyle ilişkilerini betimleyip taşlara kazıdılar.”

Asya’nın yüksek kayalık bölgelerinden dünyanın dört bir yanına yayılarak uzanan ortak bir kültürün izleridir bu kaya resimleri. Yazı öncesi simgesel bir iletişim şekli, “biz buraya geldik ve buraları kendimize yurt edindik” mesajını veren soyut bir seslenişin izleridir o damgalar. Dağ keçisi gibi çevik ve hızlı, geyik gibi güzel ve alımlı, at gibi güçlü ve dost olduklarını daha başka nasıl anlatabilirlerdi ki, bu insanlar? Amaçları yok etmek, parçalamak ve işgal etmek olsaydı kendilerine etobur hayvanları simge olarak seçebilirlerdi. Ama, her gittikleri bölgelerde otobur hayvanları seçmiş ve onları kutsallaştırmış olduklarını görüyoruz. (Bkz. 25 sayılı Ön-Türklerin Kutsal Hayvanları ve 26 sayılı Issık Kurganı ve Kutsal Hayvanlar başlıklı yazılarım)

Üstteki resimde solda Pueblo kızılderili yerleşim bölgesi olan Chaco Canyon kayaüstü resimleri görülüyor. (Kaynak: Geister, Götter und Symbole, Felix R. Paturi, Frederking & Thaler yayınevi, sayfa 121) Ortadaki kayaüstü resmi Asya Altay bölgesindeki Katun nehri kıyısındaki Kalbaktaş bölgesindendir. (Kaynak: Atlas dergisi, Ocak 2008, sayfa 104) Sağdaki kayaüstü resmi ise 2850 metre denizden yüksekliği olan Kâhn-ı Melikân bölgesinde bulunmuştur. (Kaynak: Anadolu’da Kayaüstü resimleri. Ersin Alok, 1988, İstanbul, sayfa 40)

Pueblo kızılderili kayaüstü resminde ayrıca bir güneşle bütünleşmiş olan insan figürü Orta Asya kökenli güneş kültüne olan ilişkiyi açıkça ifade ediyor. Alttaki resimlerden Kırgızistan’daki Saymalıtaş platosunda kaya üstüne kazınmış olan “güneş tengri” betimlemesi ile sağdaki kuzey İtalya’nın Valcomanica bölgesinde bulunan kayaüstü resmi arasındaki çarpıcı benzerlik basit bir tesadüf olabilir mi? (soldaki resmin kaynağı: Atlas dergisi, Ocak 2008, sayfa 109 ve sağdaki resmin kaynağı Geister, Götter und Symbole, sayfa 107)

23 Mayıs 2009 Cumartesi

L.N. GUMILEV





L.N. GUMILEV ve ZAMANI

Lev Nikolayeviç Gumilëv ve Zamanı. L. N. Gumilëv (Gumilòff okunur) 80. doğum yıl dönümünü kutlarken "artık bütün Rusya'da meşhur oldum" diyordu kendi kendine ama ne akademik çevreler, ne de geniş halk kitleleri seksen yaşındaki bir adamın doğum gününe fazla itibar etmemişlerdi. Yüzüne karşı ve hatta arkasından "üstad-ı azam" diyorlardı ama kitaplarını ellerine almaktan korkuyorlardı. Ne de olsa geçmişte defalarca tutuklanmış; rejim muhalifi damgası yemiş; sürgün kamplarında çile doldurmuş aykırı bir tarihçi, aykırı bir şair, coğrafyacı, etnogenesiz tezinin ve Rus etnolojisinin babası ama aynı zamanda Bolşevik yönetimi tarafından vatan hainliğiyle suçlanarak kurşuna dizilmiş zâdegân sınıfına mensup bir askerin ve meşhur şaire Anna Ahmetova'nın oğluydu..
XX. Yüzyıl Sovyetler Birliği'nde pekçok tarihçi, birçok kabiliyetli ve profesyonel araştırmacı,
A. Zimin, M. Tixomiroff, B. Rıbakoff, R. Vipper gibi gözde ilim adamları vardı ama A. Toynbee'ye cevap vermek, onun koyduğu terminolojiyi değiştirmek Gumilëv'a nasip olmuştu. Sovyet İlimler Akademisi'ne seçilmesine seçilmişti fakat içeride "üsttekiler", "alttakiler" kavgasıyla meşgul olan akademik çevre, onu ilmi neşriyat kadrosundan çıkarmış; 1982'de ise, akademik dergilerde ve "Nauk" periyotlarında makalelerinin yayınlanmasını yasaklamıştı..

Gumilev anne ve babasının kucağında

I Ekim 1912'de şair ve şaire bir anne-babanın evinde dünyaya gelen Gumilëv, 15 Haziran 1992'de vefat etti. Edebiyatçı bir ailenin çocuğuydu ve bu aile, Rusya'da 1910'lı yılların edebî akımına damgasını vurmuştu. Savaş başladığı için babası bir süre sonra yüzbaşı rütbesiyle orduya çağırılacaktı. Anne Anna Ahmetova Kırım'da Sivastopol'un dağlık bir kasabasında dünyaya gelmişti. 1890-1900 yılları kuşağı, Anna Ahmetova'yı dünyanın en seçkin şaireleri arasına koymuştu. Geçmişin "yok olmakta olan" kültürü, Gumilëv'un henüz çocukluk yıllarında ilgisini çekiyor, bu kültürün kaybolmaya yüz tutmasını görmek ise, onu üzüyordu. 1918 Ekim ihtilalinden sonraki genel tutumun neticesinde, 1921'de baba Nikolai'ın kurşuna dizilmesi, küçük çocuğun dünyasını karartmıştı. 1930'larda ise, artık kampını seçmiş; Bolşevik rejimiyle uyuşamayacağını çok iyi anlamıştı. Bu, bir noktada kendi kaderini de çizmek demekti.
1917'den 1929'a kadar olan çocukluk ve gençlik yılları, Tver şehri yakınlarındaki Slepnev'de, babaannesinin evinde geçiren yazarımız, tarihî kitapların yanısıra H. Emar, Mayne Reid, A. Dumas gibi klasikleri okuyarak, büyüdü. Okul arkadaşları başka şeylerle uğraşırken, onun koltuğunun altında tarih kitapları, eski tarihî haritalardan başka bir şey yoktu. Kendisi XX. Yüzyılda ama ruhu ve beyni, yüzlerce yıl öncesinde yaşıyordu.

Geleceğin tarihçisi Tver'de ilkokul sıralarında

1930'da üniversite kapısını aralamak için kolları sıvadı fakat müracaatı reddedildi. Zâdegân bir ailenin çocuğu olması hasebiyle, sosyal düzene ayak uydurma kabiliyetine sahip olmadığı gösterilmişti gerekçe olarak. Çaresiz, ekmek parasını çıkarabilmek için Leningrad'da bir tramvay-transport deposuna işçi olarak girdi. Burada onu çok sevmişlerdi. Bir süre sonra işçi bulma kurumu vasıtasıyla Sovyetler Jeoloji Enstitüsü'nün jeolojik araştırmalar bölümünde boş bir iş buldu. Kıtlık yıllarının yaşandığı bu dönemde Rusya'nın ta öbür ucunda yaşayan Türk halklarının bakiyeleriyle yüzyüze geleceği bir imkan yakaladı ve Sayan eteklerine işçi olarak gönderildi. Burada gördüğü şeyler, yerli halkla ilgili müşahedeleri, kitaplarda okuduklarına hiç benzemiyordu. Bu işçilik günlerini, 1931 yazında Pamir'de yine işçi olarak geçireceği günler izleyecekti. Pamir günlerinin ona bir faydası da olmuş ve Tacik ve Kırgızlar'ın dillerini öğrenmişti. Basmacı ne demek, burada duymuş; İsmaili mezhebine mensup insanlarla tanışmanın yollarını aramış; tarikat şeyhleri, dervişler, sufiler, kanun kaçakları ve maceraperestleri hep burada tanımıştı. Bir sonraki sezonluk işi Kırım'da yapılacak arkeolojik kazı ekibindeydi. Fakat nedense, arkeolojik kazılarda çalışmak, ona pek cazip gelmiyordu. Onun hayalindeki şey, halkların tarihlerini öğrenmek, onların nasıl teşekkül ettikleri, nasıl yükselip düştüklerini araştırmaktı.
1934'da 22 yaşına bastığında şans yüzüne güler gibi olmuş ve Leningrad Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü'ne öğrenci olarak kabul edilmişti. Fakültenin başında Y. Tarle, V. Struve gibi zamanın en gözde tarihçileri vardı. Artık onu toplumun bir üyesi olarak kabul ediyorlardı ve istediği entellektüel çevreye girebilmişti. Ne var ki, ben isterim otuz, Tanrı verir dokuz sözü doğruymuş. Genç tarihçinin sevinci yarıda kalacak ve bir aile ortamında geçen sohbet sırasında sarfedilen sözlerden dolayı, bir muhbirin ifşasıyla tutuklanacaktı. Neyse ki anne A. Ahmetova'nın resmî mercilere yaptığı müracaat üzerine, yeterli delil olmaması sebebiyle, serbest bırakılacaktı ama fakülte kapısı yüzüne kapanacak, yine sokaklarda iş aramak mecburiyetinde kalacaktı. Kısa süre sonra aradığı işi bulmuştu da: Üniversitenin şarkiyat bölümünde işçi olarak çalışacak; boş zamanlarında ise, yeni çıkan neşriyatı takip edebilecekti. O sıralar ilgi alanı Eski Türkler'di. Rusya'nın en önde gelen şarkiyatçısı V. Struve, yerini dolduracak gençler arıyordu ve bu yüzden -sürgün kamplarında olduğu yıllarda dahi- Gumilëv'a yardım elini uzatmış, yeniden öğrenciliğe kabul edilmesi için dilekçesini yazmasına yardımcı olmuştu.
Nihayet 1937'de üniversiteye tekrar kabul edildi. Artık sık sık eski Rus tarihiyle, Sibirya ve Moğolistan'ın eski Türk halkları üzerinde uzman olan profesör B. Grekoff ve S. Maloff'un karşısına elinde bir takım belgelerle çıkıyor, onlarla tartışıyordu. Ama şanssızlık paçasından yakalamıştı onu bir defa. Yine bir ihbar, yine bir tutuklanma ve beş yıl tecrid cezası. Önce cezasını çekmesi için Belomorkanal'a gönderilmiş, sonra suçunun (!) ağır olmadığı gözönünde bulundurularak, kampının değiştirilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece Norilsk maden ocaklarında zorunlu çalışmaya tabi tutulan genç ve bahtsız tarihçi, dişini dişine basıp, verilen ağır işleri becermeye çalışıyordu.
1943'de tutukluluk süresi bitmişti. Ama savaş patladığı için hemen askere alınmış ve sakıncalı olması hasebiyle de, ön cephede Belorus'a gönderilmişti. Elbe Nehri'ni kurşun yağmuru altında aşmayı başararak, Berlin'e kadar gitmiş; orada yakılıp, yıkılmış Alman şehirlerini, tarihî harabeleri görmüştü. 1945'de tekrar üniversite yolu görünmüştü. Genç Gumilëv, on devlet üniversite giriş imtihanlarına girmiş ve Fransızca, Almanca, eski Türkçe ve Latince bildiği, Hun ve eski Moğol medeniyet tarihi konusunda ihtisas sahibi olduğu için üniversiteye kabul edilmesine karar verilmişti. 1946'da Leningrad Üniversitesi, Şarkiyat Enstitüsü'nün burs imtihanlarını başarıyla vermişti. Bu defa, bilahere Ermitaj Müzesi müdürü olacak olan Mihail İllarionoviç Artamonoff'un himayesindeydi ve onunla birlikte Ukrayna ve Gürcistan'da yapılan arkeolojik çalışmalara katıldı. Bunu, Sibirya'da yapılan çalışmalar takip etti ve Gumilëv, üstadı Artamonoff'la birlikte ilk kez "eski Türk höyüklerini" inceleme imkanı buldu.
Bir yandan eski Slavyan kültürüyle de uğraşması, Gumilëv'un başına iş açacak ve zamanın meşhur slavist akedemisyenleri V. Paşuto ile B. Rıbakoff'la polemiğe girecekti. Daha da kötüsü, Artamonoff'un onun etnogenez tezine karşı çıkanlar arasına girmesi, bu iki dostun yollarının ayrılmasına yol açacaktı. 1946'da aleyhinde düzenlenen bir raporla hem bursu kesildi, hem de arkeoloji ekibinden kovuldu.
Yalvar yakar Leningrad psikoterapi hastanesi kütüphanesinde bir iş bulmaya muvaffak oldu ve hastahane yönetimi iyi niyet göstererek, akademik tezi "Eski Türkler" konusunda kendisine destek çıktı. Üç yıl süren bu zorlu mücadeleden sonra nihayet, 36 yaşında öğrenim kapısını yeniden aralayabilmişti.
1948'de hayatının yeni bir safhasına başlayan Gumilëv, uzman tarihçi olarak S. Rudenko'nun Altaylar'da görev yapacak olan arkeoloji-etnofrafya heyetine katılma hakkını elde etti. Pazırık'ta yapılan kazılarda "İskit vahşi hayvan figürlerini" bulan ekipte olması Gumilëv'a dünya çapında bir şöhret kazandırdı. Çünkü o sıralar, Maya ve Aztek kültürlerini keşfeden Avrupa ve Amerika'da, Avrasya bozkırının altın mirasına karşı hararetli bir ilgi vardı. 1949'da Tüyuk-Mezar'da bulunan savaşçı heykelleri üzerine yazdığı makalelerle, eski Türk ve Moğol yaylarıyla ilgili makalesi dergilerde yayınlandığı bir sırada, geleceğin "üstad-ı azam"ı, soluğu tekrar tutuklama kampında almıştı.

İlk tutuklanma.


7 Eylül 1948'de, Altaylarda faaliyet gösteren heyetteki çalışmalarını sürdürürken, bir kez daha tutuklandı. Ama bu defa, yıllar sonra kendisinin de belirteceği gibi, "annesi yüzünden" tutuklanmıştı. 1935'de kendisi, 1918'de babası, 1948'de ise annesi yüzünden ellerine kelepçe geçirilmişti. Ne var ki, bu sonuncu tutuklamanın faturası ağır kesilmişti : IO yıl! İşlenen suç da büyüktü: "Devrim aleyhtarı faaliyet göstermek"! Annesi Anna Ahmetova, bu münasebetle şu mısraları karalayacaktı:
Kocası mezarda,
Oğlu damlarda,
Dua edin bana!
İlk durak Karaganda'ydı. Neyse, teselli bulması için zamanın bazı ünlü akedemisyenlerini de aynı kampta görmesi, belki de yeterli bir sebepti. Aleksandr Leonidoviç Çihevski bile onunla aynı kamptaydı. İkinci durak, Sayan yakınlarındaki Kuzbası (Kuşbaşı), üçüncü durak, daha önce Dostoyevski'nin çile doldurduğu Omsk hapishanesiydi..
1956'da ağır bir hastalığa yakalandığı sırada -ki artık 44 yaşındaydı- Stalin'in çıkardığı "Çocuk ebeveynin suçundan sorumlu değildir" genelgesiyle serbest bırakılarak, Petrograd'a döndü. Eski dostu Artamonoff burada onu güleryüzle karşılayıp hemen kütüphanede iş verdi. Ayrıca kütüphane bütçesinden doktora tezini tamamlaması için cüzi bir ödenek ayrıldı. Sıkı bir çalışma sonunda nihayet "Eski Türkler" adlı doktora tezi yayınlandı. Üniversite camiasında hayli yankı uyandıran bu eseri sayesinde, o güne kadar itilip kakılan Gumilëv, tekrar birinci derecede ilgi odağı olmuştu. Leningrad Üniversitesi rektörü, Gumilëv'u fakültede işe aldı ve böylece 1986 yılına kadar istikrarlı bir çalışma hayatı başladı. 1986'da artık yaşlandığı bahanesiyle emekliye sevkediliverdi. Bir zamanlar çok genç, ondan sonra rejim muhalifi olduğu iddiasıyla yüzüne kapanan üniversite kapısı, şimdi de yaşlı olduğu bahanesiyle kapanıyordu. Bu olayın arkasında bir takım politik sebepler yattığını bilen Gumilëv, vakitsiz emekli edilmesine hayli içerlemişti. Nikolai Gumilëv ve Anna Ahmetova'nın çocuğu oluşunun izleri, demek hâlâ silinmemişti.

Karakanda tutuklu kampında.




Üniversitede resmi çalışma saatleri içinde bulunma fırsatı yakalayamadığı ve dinleyicileriyle buluşamadığı için verilen profesörlük ünvanını kullanma fırsatı dahi olmamıştı. Sadece 1966'dan 86'ya kadar coğrafya fakültesinde okutman olarak görev yapmasına izin verilmişti ama o, kendisini ordinaryüs profesör olarak isimlendiriyordu. Çünkü o derse girdiği zaman bütün üniversiteliler anfiyi dolduruyor, hatta okulda çalışan müstahdemlerden başka, sokaktaki insanlar dahi onu dinlemeye geliyorlardı. Gumilëv haklı olarak "bütün Rusya'nın kendisini dinlediğini" söylüyordu. Her yıl üniversiteler açılırken, televizyonda açış konuşmasını yapma hakkı, "üstad-ı azam" olarak, onundu..

Yazarın 1956'da serbest bırakılmasından sonraki on yıl içinde çekilmiş bir fotoğrafı.
Böylece, bir dönemler itilip kakılan Gumilëv, birkaç kuşağın üstadı olmuştu. Matematikçisi, fizikçisi, coğrafyacısı ve başka mesleklere mensup pekçok insan artık "Ben de filan dönemde Gumilëv'un talebesiydim" demekten gurur duyuyordu.
L.N. Gumilëv'un 1983'de yeni bir çalışması okuyucuyla buluşmuştu: Etnogenesis ve Yeryüzü Biosferi. Halkların teşekkül safhalarını, yükseliş ve düşüşlerini belli prensiplere bağlayan bu tez çalışması ne yazık ki akedemik çevrelerin beğenisini kazanmadı. İkinci doktora tezi olarak sunduğu bu çalışması, "bu doktora değil, doktora üzeri bir şey; dolayısıyla kabul edilemez" cevabıyla reddedilmişti. Gumilëv'un bu çalışmasını anlayamayan akedemi çevrelerinin zımnî bir kıskançlık hastalığına yakalandığı aşikârdı. Hatta onlar, bununla da yetinmeyip eserin K. Marks'ın ve F. Engels'in teorilerine ters düştüğü iddiasıyla yasaklanması yönünde karar dahi çıkarttırdılar. Esasen Gumilëv, "Etnogenez"inde açıktan açığa Lenin ve Engels'i tenkit etmiyordu ve zaten sürgün kamplarında o kadar yıl gezindikten sonra buna cesaret de edemezdi. O, başka bir kurnazlık sergilemeyi deneyerek, Lenin ve Engels'in "etnogenez" konusunda görüşlerinden faydalandıkları Batılı yazarları ağır bir tenkit bombardımanına tuttu ama Rus'un şarklılara has kurnazlığı, bu kamuflajı yutmadı. Gerçekten de, Lenin ve Engels'in faydalandıkları yazarları tenkit etmek, onları dolaylı yoldan tenkit etmekle hemen hemen aynı şeydi.


Gumilev ve eşi Natalie Gumileva


Gumilëv'un akademik çalışmaları birbirini takip ediyordu: Hunlar, Eski Türkler, Çindeki Hunlar, Hazarın Keşfi, Etnogenez, Hazar Çevresinde Bin Yıl, Eski Ruslar ve Büyük Bozkır, Rusiden Rossyaya, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, Sarı Haçlı Seferi veya İblis Nesli Efsanesi, Son ve Yeniden Başlangıç, Avrasya Trajedisi, Etnos,Tarih ve Kültürler, 10 ciltlik Arabesk Tarihi (müştereken) ve yerli ve yabancı ilmi dergilerde yayınlanmış yüzlerce makale.
L.N. Gumilëv'a aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok ülkeden konferans vermesi için teklifler gelmiş fakat baştaki yönetim tarafından yurtdışına çıkışı yasaklandığı için bu davetlere katılamamıştır. Yazarımız, belki de biraz kavgacı bir tipti. Daha önceki çalışmalarında Batılı türkologlara saldırdığı yetmiyormuş gibi, W.W. Barthold'a da acımasızca yüklenmişti. Aslında Gumilëv, tarihî konularda yanlış yapan kimseyi affetmiyor; elindeki kılıcı önüne gelene saplıyordu. Elbette ona da başkaları yüklenecek ve yaptığı hatalarını affetmeyecektir. Ne de olsa, men dakka dukka dünyası bu. Özellikle "İgor Alayı Destanı"nın tenkit edildiği kısmı bir dergide neşredildiği zaman bütün Sovyetler Birliği'nde şiddetli tartışmalar, yazara karşı insafsız saldırılar başladı. Bilhassa klasik ilim anlayışı çerçevesi dışına çıkamayan Rus aydınları, Ruslar'ın milli destanının acı bir şekilde tenkit edilmesini bir türlü hazmedemediler. Çünkü bu bölüm daha önceki tarihçileri, A. Zimin ve Prof. B. Rıbakoff'ları yerden yere vuruyordu. Bu yüzden S. Tihvinski, V. Paşuto, İ. Petruşevski, İ. Grekoff, B. Rıbakoff akedemik dergilerde Gumilëv'u tenkit bombardımanına tuttular. En sonunda Kazakistan'dan, heyecan manzumesi "Az i Ya"nın müellifi Olcas Süleymanoff da bu polemiğe katılarak yangına körükle gitti. Vaktiyle Gumilëv'a O. Süleymanoff'u tenkit etmesi teklifi yapılmıştı fakat üstad, Süleymanoff'un eserinde bazı yanlışlar bulmasına rağmen, bunu yapmamıştı. Nihayet Ord. Prof. Lihaçev, 1980'de Gumilëv'u hakkı gösteren bir makale yayınladıktan sonra "İgor Alayı Destanı"nın yargılanması sona erdi ve bu polemik de böylece kapandı.

Yazarın hanımından hiç çocuğu olmadı fakat o bundan dolayı üzgün değildi. Her fırsatta, yazdığı kitapları göstererek, "benim çocuklarım da bunlar" diyordu. Nihayet 1992 ortalarında gözlerini hayata yumdu. Ölümünden sonra sevenleri ve hayranları bir araya gelerek, bu filozof tarihçinin anısını yaşatmak için, "Gumilëv Dünyası Vakfı" adı altında bir vakıf kurup, bütün eserlerini külliyat halinde yeniden yayınladılar. Gumilëv, aynı zamanda iyi bir şair ve çok iyi bir mütercimdi. Birkaç ciltten oluşan divanları vardır ama bizi ilgilendiren yönü şairlik tarafı değil.
Kusursuz bir Rusçayla yazmasına rağmen, Gumilëv'un üslubu oldukça ağırdır. Uzun cümlelerinde, Türkçede yan yana gelmesi gereken kelimelerin birini bir yana, diğerini çok uzaklara atmakta; Rus okuyucu için problem teşkil etmeyen bu dağınık kelimeleri toparlamak ise, mütercimin saatlerini almaktadır. Onun bu ağır üslubu, bir noktada, bizdeki H.Z. Ülken'in ağır üslubuyla kıyaslanabilir. Şairlerin dili genelde ağır olurmuş. O da dipte bucakta kalmış, miadı dolmuş kelimeleri kullanmaktan zevk alıyordu. Buna rağmen eski satirik Rusçayı ustalıkla kullanıyordu. Belki de eserlerini sevdiren de bu satirik üslubudur. Eğer roman yazmış olsaydı, kesinlikle çok başarılı olurdu. Gumilëv, okuyucusuna tarihi sevdirerek, eserlerini sıkıcı olmaktan kurtarmayı başarabilmiş bir yazardır. Onun eserlerinde diğer tarihçilerin kitaplarında pek göremeyeceğimiz "... kendisi halim selimdi ama karısı çirkefin, şirretin tekiydi"; ".. bu geri zekalı avrat.."; "yoo.. ben kül yutmam!"; ".. gelin önce terimler konusunda anlaşalım.."; ".. bakıyorum da sevgili okuyucum bana itiraz ediyor.."; "..peki beyim, madem öyle, gel seninle tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkalım da, kimin haklı olduğunu görelim.."; ".. yoo.. artık bu soruya cevap vermek boynumuza borç oldu.."; "Bu da ne demek oluyor şimdi?"; ".. üstadımıza da maşallah yani.." şeklindeki esprili cümlelere zaman zaman rastlıyoruz. Gumilëv'un konuları kavrama ve izah tarzı oldukça farklıdır. O, tarihî eserlerinde herkesin bildiği olayları bir iki satırla geçiştirir ama pekçok tarihçinin gözünden kaçan küçük nüanslardan çok büyük meselelere parmak basacak malzeme çıkarmakta ustadır.
Kitaplarının bazıları, Etnogenez ve Eski Türkler Batı dillerine de çevirilmiştir. Kimi tarihçiler Gumilëv'u üstad kabul ederken, kimileri onun yazdıklarına "her zaman da güvenilemeyeceğini" ileri sürerler ama yine de yazdıkları kitaplarda "üstadı" referans olarak gösterirler. Herhalde, bu da riyakârlığın değişik bir şekli. Madem güvenilir değilse, neden referans olarak gösteriliyordu?.. Peki Gumilëv'un Türkler'in ve Türk halklarının dostu olduğu söylenebilir mi?
Bu soruya cevap vermek zor. Bir kere dünyada kan bağı denilen bir şey olduğu sürece, -ki kıyamete kadar da olacak ve küreselleşmenin önünde en büyük engel olarak duracaktır,- objektif tarihçilik, hemen hemen imkansızdır ve Gumilëv da bu kuralın dışında değildir. Damarlarında Rus ve Türk kanı taşıyordu ama herhalde Rusluk tarafı daha ağır basıyordu.
Bu yüzden özellikle Türk tarihi konusunda ona da dikkatli yaklaşılması gerekir. Örneğin "Eski Türkler"in önsözünde "Göktürkler, katiyen torunları olmayan birçok Orta Asya halklarına adlarını bırakarak tarihten silindiler" şeklindeki cümlesi üzerinde durulursa, biz Anadolu Türkleri'nin ve hatta Asya'daki Türk halklarının Göktürkler'le, dolayısıyla da Hunlar'la ilişkisi olmadığı, sadece Türkleşmiş ve Göktürkler'den "Türk" adını ödünç almış halklar oldukları sonucu çıkar ki, bu, tarihî gerçeklerle bağdaşmayan öylesine bir iddiadır. Onun Osmanlılar için "Etnogenez" adlı eserinde sarfettiği sözler de, oldukça haksız ve belki de garazkâr bir bakışın sonucudur. Yine onun avrupai tipin Asya'da mongoloid tipe galip gelmesi sonucu bazı Türk halklarının mongoloid olmamasını, Aryani ırkın zaferi gibi göstermesi konusu, "Hunlar" isimli eserinin başına koyduğumuz tenkit takdiminde ele alınmıştır.
Fakat, eğer ortada Çinliler'den bahsedilmesi gereken bir durum varsa, Gumilëv, Çinliler'e karşı Hunlar'ın ve Türkler'in dostu, hatta müdafiidir. Nedense, "üstad-ı azam"da aşırı bir Çin ve Çinli düşmanlığı vardır ve bu düşmanlık ona "Eski Türkler"de "üzüm salkımını kılıç kabzasından daha iyi kavrayan Çinli gençler, heybetli Türk süvarileri karşısında tapır tapır dökülüyorlardı.."; ve "Hazar Çevresinde Bin Yıl"da ise "Çinliler'in .. batıya geçemediklerini düşünmek, ne büyük saadet!..." dedirtecektir. Belki de bu düşmanlık, onu Türkler'i müdafaa etmeye itelemiştir. Ancak ondaki Çin ve Çinli düşmanlığının altında, Rusya-Çin çekişmesinde bu ülkeyi kötüleme ve Rus mantalitesinde "Çirkin Çinli" imajı yaratma vazifesini omuzlamış olmanın sevk-i tabiisi görülmektedir. Batıya karşı Türkler'in savunucusudur. Araplar'a karşı da yine Türkler'in yanındadır. Bununla birlikte onun "düz arazide ve gün ışığı altında heybetli Türk süvarisinin karşısına çıkan düşmanın hiçbir şansı yoktu", ".. bu asil millet.." ve "Muhammed'in gerçek ümmeti, riyakâr Araplar değil, Türklerdi" vs. şeklindeki cümlelerine bakarak Türk dostu olduğu düşünmek aşırı safdilik olur. Belki de öyleydi ama Bolşevik yönetim döneminde bunu yazmak şöyle dursun, telaffuz dahi edemezdi. Onun, gerek elinizdeki bu eserde, gerekse Hunlar, Hazar Çevresinde Bin yıl, Eski Türkler ve diğerlerinde rastladığımız şu satırları, bize göre, baştaki rejimi ürkütmeden, Batıyı, burjuva kesimini eleştirmek suretiyle, göçebe halkların savunuculuğunu yapmak şeklinde telakki edilebilir: "..Bu konu üzerinde etraflıca durmamızın sebebi, burjuva kesiminin, sözüm ona Çinlilerin kenar mahallesiymiş gibi gözüken Merkezî Asya'nın göçebe halklarının, üzerinde durulmaya bile değmez insanlar olduğu şeklindeki saçma görüşlerini çürütmekti..."
Bundan başka yazarın Moğollar'a ve Çingis-han'a karşı bir hayranlık ve zaafı vardır. Hatta Rus akedemik çevrelerince de "Moğol hayranı olmak"la suçlanmış, bu suçlama yüzünden Rubruck ve Marco Polo'nun seyahatleri üzerine yazmayı düşündüğü bir kitabın telifinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. "Moğollar bize kan ve göz yaşından başka ne getirdi?.." şeklindeki satırlarla dolu yüzlerce kitabı okuyarak yetişen Rus halkına rağmen Moğollar'ı savunmaya kalkışmak için bir insanın çılgın olması gerekirdi. Neyseki Gumilëv biraz deli doluydu, ama çılgın değildi.
Bunun dışında, İslamiyet hakkındaki yanlış bilgileri, yahut kasıtlı hücumları ise, kendisi bir Hristiyan olduğu ve üstelik eserlerini de komünist iktidar döneminde yazdığı gözönünde bulundurulursa, mazur karşılanabilir. Ne de olsa, dünyada İslamiyet'e dil uzatan tek kişi o değildir.

Kısacası, L.N. Gumilëv'a hayatta iken çok görülen ikbal, ölümünden sonra nasip olmuştur.

25 Ocak 2008 Cuma

ESKİ TÜRKLERİN DİNİ ŞAMANİZM DEĞİLDİ


"TUR", "TURK/TÜRK" "ŞAMAN/ŞAMANİZM" ne Demektir?
Türklerin eski dinleri şamanizm mi idi?

İnsanlık semavi dinlerden önce nasıl bir dine inanıyordu? Söyledikleri gibi "Gök" ya da "Kök" tanrı dinine veya "Çok tanrılı Şamanizm"e mi inanıyordu? Dinin adı ne idi? Yoksa "Paganizm"mi idi? Türkler tek tanrılı bir dine mi inanıyorlardı yoksa, çok tanrılı bir dine mi inanıyorlardı? "Maniheizm", "Budizm" neyin nesi idi? Türkleri müslüman yapmak için korkunç katliamlar yapatıran ve "Kafir" ilan eden "Zalim Haccac" lakablı Arap komutanın dediği gibi bu Türkler "dinsiz", "kafir"lermiydi?
Oldukça karışık ve çeşitli kavramlar birbirinin içine geçmiş durumda görünüyor. Şimdi bu kargaşayı biraz ayıklayıp tane tane netleştirelim. Öncelikle en yaygın öğretilenlerden başlayalım.Türkler Musaevi/Musevi ve İsaevi/İsevi (hırıstiyan) olmadan önce "Şamanizm" dinine inanmıyordu. Bir dinleri vardı, ama dinlerinin adı "Şamanizm" değildi. Pekala, "Şamanizm" neyin nesi, kim çıkardı? Gelin şimdi bu konuyu enine boyuna inceleyelim ve sorgulayalım: Avrupalı bilim adamları "Türkolog" ünvanlı kişiler, Orta Asya'da, kendi köklerini ararken bazı din adamı gibi görünen (Avrupada benzeri olmayan vasıfta ) bazı kişilere rastladılar. Bu kişilere yerli halk "Şaman" (Şamman) diyorlardı. Ancak şaman kelimesi sadece Tunguzlar tarafından dile getiriliyordu. Diğer Türk toplulukları "Kam" diyorlardı. Bu değişik söyleyiş şekli hiç dikkate alınmamış ve aynı zamanda da Şaman denen kişiliğin halk arasında ne gibi bir özelliğe ve işleve sahip olduğu hiç araştırılmadan hemen bir din adamı şablonuyla isimlendirilmiştir. Halbuki "Şaman" bir din adamı değildir. Din adamı olmadığı gibi, dinin adı da "Şamanizm" değildir. Tunguzlarda "Şamanizm", diğer boy ve topluluklarda ise "Kamizm" ya da "Kamanizm" mi olması gerekiyordu bu dinin adı? Hayır! Bu Avrupalı araştırmacıların uydurmasıdır. Ne yazık ki, bizim bilim adamlarımız "bilim adamı" değilde, "Bilim adamının adamı" oldukları için, onların dediklerini tekrar etmekteler. Dolayısıyla ne araştırılıyor ne de sorgulanıyor. Böyle gelmiş böyle gidiyor. İşin en vahim yanı, ders kitaplarında binlerce insana bu saçma sapan bilgiler öğretiliyor.
"Şaman" bir din adamı değildir. Daha çok müzikle tedavi yapan bir pisikolog veya biyoenerjisttir. ( Şamanizm hakkında birçok araştırmacı bilgiye ulaşma ne kadar kolay olduğu halde hala birbirlerinin tam zıttı şeyler yazmaktadırlar. )
TÜRKLERİN DİNİ "ŞAMANİZM" DEĞİL, "TUR" İDİ.
Türklerin dinlerinin adı "Şamanizm" değil dedik. Acaba "Gök / Kök Tanrı Dini" mi? Türkler Gök Tanrıya inanırlardı (Gök yüzünü, yani semayı ve semada bulunanları kutsal sayarlardı). Hatta, "Gün, Ay, Yıldız, Dağ, Deniz ve Gök " adlı tanrılara inanırlardı. Aslında bunları tanrı olarak değilde kutsal birer ruh olarak görürlerdi. Ancak "Yer Tanrı'ya" da inanırlardı. Tüm Altay'ik kökenli toplulukların dinlerinin ismi "TUR" idi.
Tur kelimesini tüm Orta Asya'da yaşayan Altay'ik kavimler kullanıyordu. Bu Altay'ik dilin ve inancın güney türkçesi olan Sümerler "Par-Nar" diyordu. Sümerce'den türeme bir dil olan Farsça'da "Pur", Sümerce'den gelişme Ak-Adca'nın diğer bir kolu olan Arapça'da ise "Nur" dur. Yani TUR Kelimesi farklı topluluklarda ve farklı kültürlerde farkı söyleyişe sahip eşanlamlı bir kelimedir: Tanrı, Işık, Işın, Ateş ve Güneş anlamlarında cisimleştirmeyle ifade etmişlerdir. Gerçekte TUR kelimesi bir dönmeyi, bir döngüyü ifade etmektedir. Tur görünmeyen ancak hissedilen manevi bir şeydir. Herşeyde bir döngü vardır. Bütün canlı ve cansız varlıklar bu döngüye tabidir. Canlılar doğarlar, büyürler ve vakti saati dolduğunda ise birgün ölürler yok olurlar. Dünya döner. Gün, ay, yıl, mevsimler hep bu döngüden oluşur. Aslında herşeyde bir döngü var. Bu döngüye insanın gücü yetmez. Bu döngü çok büyük bir döngüdür. Tüm Evreni kapsayan, Evrenin de yaratıcısı bir döngüdür. İşte herşeyi kapsayan ve herşeye hükmeden bu döngüye atalarımız TUR adını vermiş ve ANA TANRI olarak görmüş. En yakın cisimleştirdiği ve kişileştirdiği varlık ise GÜNEŞtir. Daha sonra Ay, Gezegenler ve Yıldızlardır. Onları tanrının bir hali olarak gördüklri için sürekli gözlemeye ve iletişim kurmaya çalışmışlar. O insanlar ancak o kadar akıl edebilmişlerve öyle inanmışlar. Yani bir inançları ve bir Tanrıları var idi. Arap Savaşçıları'nın idda ettikleri gibi "Dinsiz-Kafirler" değillerdi.
"TÜRK / TURK" KELİMESİNİN ANLAMI
Şimdi gelelim "TÜRK" kelimesinin kaynağına: Tur kelimesini öğrendik. Türk kelimesinin esas söylenişi TURK şeklinde olması gerek. Tur: Tanrı, Turk ise; tanrıya inanan, dini bütün, dindar kişi demektir. Oradaki "K" harfi "Kiji", yani "Kişi" anlamını ifade eder. O zamanın insanlarının inanç sistemi şimdiki İslam inancı kadar gelişmiş bir olgunlukta olmadığı için Yaratıcı'yı kişileştirme yoluna gidiyordu. Kur'an-ı Kerim'in Nur Suresi'nde "Allah nurların nurudur" deniyor. Yani Allah, Hz. Muhammed (S.A.V.) aracılığıyla gönderdiği kitabında "dininizi tamamladım" demektedir. Allah Nur değildir. Ateş ve Yıldız da değildir. "Nurların Nuru'dur" diyor ve insanlığa doğrusunu anlatıyor. Fakat , bu anlattıklarımız Musevilik ve İsevilik'ten önce olan, Kadim Din (insanların ilk inancı) inancının yaşandığı bir inanç sistemidir. TURK: Tanrıya ulaşmış, tanrılaşmış, arık can olmuş, tanrısal vasıflara ulaşmış, yücelmiş, ululaşmış, Enelhak olmuş kişi anlamlarına gelir. Turk/Türk kelimesi, ilk başlarda hiç bir topluluğun siyasi bir kimliği değildi. Ancak görüldüğü gibi inanç sisteminde çok önemli bir yere sahipti. Daha sonraları kendiliğinden Turkman kelimesi kullanılmaya başlandı. Daha sonraları Müslümanlığı kabul etmiş Türklere TURKMAN/Türkmen denmeye başlandı. Bulundukları yerlere/topraklara da TURKIYA/TÜRKİYE, ya da TURKİSTAN/TÜRKİSTAN denmeye başlandı. Bu söyleyişleri yine Türk insanı başlatmadı. Türk olmayanlar öyle adlandırıyorlardı. Yani Türklerin dışındakiler. Türkiye Cumhuriyeti'nin ismide öyle çıkmıştır. Anadolu'yu Avrupalılar TURKIYA veya TURKIA gibi kelimelerle anıyorlardı. Biz o zamanlar Osmanlı idik ve Anadolu'daki insanları ETRAK / E-TURaK diye adlandırıyorduk.
Şimdi bu izahtan sonra Atatürk'ün
"NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!"
sözünü bir daha gözden geçirip, bir de bu açıdan inceleyin lütfen.