Sayfalar

7 Ekim 2008 Salı

ÖMER FARUK TEKBİLEK


Ömer Faruk Tekbilek
(d. 1951 Adana),
Müzisyen Sanatçı, Adana şehrinde doğmuş, genç yaşta müzikle uğraşmaya başlamıştır. Ney ve bağlama eğitiminin yanı sıra bir çok enstrumanla da ilgilenmiş, Türk müziği ritm ve makamlarını öğrenmiştir. Erken yaşta İstanbul'da bazı müzisyenlerle çalışma imkanı bulmuş, ayrıca mevlevi kültürünü yakından tanıma fırsatını da elde etmiştir. 1971'de 20 yaşında Türk Klasik Folklör grubunun üyesi olarak gittiği Amerika'da evleneceği bayan ile tanışmış, 1976 yılında kalıcı olarak Amerika'ya yerleşmiştir. Bir süre Sultans adlı gurubuyla müzik hayatına devam ettikten sonra prodüktör Brian Keane ile tanışmış, sonrasında dünya çapında tanınmasını sağlayan bir çok başarılı albüme imza atmıştır. Eserlerinde doğu ve batı ezgilerini folklorik ve sufi ezgilerin içinde sentezleyerek dünya çapında beğeni kazanmıştır.
Bugüne kadar, dünyaca tanınan bir çok sanatçıyla çalışmış, çok sayıda yerli ve yabancı ödül kazanmış, albümleri dünya çapında yüksek satış rakamlarına ulaşmış ve farklı ülkelerde büyük konserler vermiştir. Müziğiyle kültürler arası kardeşliğe dikkat çeken virtüöz, sanatını icra etmeye devam etmektedir.

29 Eylül 2008 Pazartesi

NEVİDE GÖKAYDIN

NEVİDE GÖKAYDIN
Selanik 1923 doğumludur. İlkokul tahsilini, Edirne, Alience Français’de, Fransızca olarak, tamamladı. Cağaloğlu Kız Ortaokulu’nda eğitim görürken, buradaki resim öğretmeni, değerli sanatçı, Feyhaman Duran ve eşi Güzin Duran, kendisini resim sanatına yönlendiren isimler oldu. Çapa Kız Muallim Okulu’nda, eğitimini tamamladıktan sonra, kısa bir süre, Güzel Sanatlar Akademisi, Çallı Atelyesi’de çalıştı. Daha sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geçerek, Resim Bölümünden mezun oldu. Göreve, kendi isteği üzerine, Savaştepe Köy Enstitüsü’de, başladı. Bunu takiben, sırasıyla Kızılçullu Köy Enstitüsü ve İstanbul Resim Semineri’nde görev yaptıktan sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü, Resim Bölümü’ne, öğretmen olarak atandı (1951).

1958 yılında, British Council’den kazandığı üç yıllık bursla, İngiltere’de, Bath Academy Of Art’a gitti. Burada, bir yıl süre ile, yaptığı lisans üstü çalışmada, Gravür dalında, Prof.Henry Cliff; Kumaş baskı dalında Prof. Stephen Russ; Seramik dalında Prof. James Tower; Litografi dalında Prof. Clifford Ellis ile çalıştı. Bu dönem içinde, davet edildiği çeşitli, ilk okul ve sanat okullarında, eğitim ve öğretim metodlarını inceledi ve konuşmalar yaptı. Bu konuşmalarında, Türkiye’de hazırladığı, film şeritlerini (İstanbul’un zaptı, Kurtuluş Savaşı, Kaz Çobanı ve Taçlı Yılan, Nasreddin Hoca’nın, ‘Ye Kürküm Ye’ hikayesi gibi) sınıflara göstererek, Türkiye’yi tanıttı.
Aynı dönemde, ICI (Imperial Chemical Industry) Boya Sanayii’nin, Manchester’deki bölümünde, boya kimyası üzerinde araştırmalar yaptı. Bu araştırmalarının ürünlerini, Türkiye’ye döndüğünde yazdığı, “Yaratıcı Kumaş Baskı Teknikleri” adlı, Gazi Üniversitesi tarafından basılan, kitabında toplamıştır. Univercity of London, Institute of Education’da, bir seri konferansa katıldı. Akademideki çalışmaları, Okul tarafından satın alınarak, hem okulda, hem de, Londra’daki galerilerde sergilendi. 1967 yılında, ikinci kez İngiltere’ye gitti. Londra’da, Central School of Art and design’da, Hornsy Collage’da ve Literary City School’da, Gravür ve litografi dallarında Prof.Kestelman; tahta baskı, linol baskı ve kumaş baskı dallarında Prof. Vernon Mills ile detaylı çalışmalar yaptı. Akademilerdeki Sanat Eğitimi çalışmalarını inceledi. Aynı yıl, okullarda ürettiği çalışmaları ile, Londra’da, Hilton Oteli salonlarında, bir kişisel sergi açtı. Bu sergideki eserlerinden bazıları Gülbenkyan tarafından satın alınmış, halen, Gülbenkyan Vakfı’nın, Portekiz’deki merkezinde sergilenmektedir.
Bu çalışma döneminde, Cambridge Üniversite’si, ‘Jesus Collage’ tarafından, 24 Temmuz 1967 tarihinde, düzenlenmiş bulunan, “Türk Sanatı Üçüncü Uluslararası Kongresi’ne” davetli olarak katılmıştır Türk Kültür Ateşeliği aracılığı ile, bu kez de, İngiltere’de, çağdaş eğitimin, öncü uygulayıcıları olan ‘Modern School’ları gezerek incelemelerde bulundu. Ayrıca, ‘Öğretmeni İş Başında Yetiştirici’ kursları da, takip etme fırsatını buldu. 1969 yılında yurda döndü. Nevide Gökaydın, 1941 yılından günümüze kadar süren ve halen devam etmekte olan, uzun çalışma yaşamında, birbirine paralel olarak yürüttüğü sanatsal ve mesleki faaliyetleri üç grupta toplanabilir;
Sanatsal çalışmaları,
Mesleki çalışmaları,
Mesleki çalışmalarına yardımcı faaliyetleri ve diğer etkinlikleri.








Sesleniş

Programlar, biyografiler yararlı aktiviteyi ve sonuçları tam olarak açıklayamaz. Bu nedenle, kısa bir değerlendirme ile, yarar ve amaçları netleştirmek istiyorum. Bilgi ve kültürün, toplumun yaşam temelini oluşturduğunu unutmayalım. Yurdumuzun geleceği ve kaderi, gençlerimizin, yazıda açıklanan kaynaklarla, doğru eğitim ve yetişkin öğretim üyeleri aracılığı ile zihinsel beslenmelerine bağlıdır. Yukarıda açıklanan, “çağdaş” ve “doğru eğitim” yetişkin eğiticiler aracılığı ile, gencin ulaşacağı AKIL POTANSİYELİ, yurdu, mutlaka ileri bir düzeye ulaştıracaktır. Çağdaş değerler ile, iyi yetişmiş bir gençlik, işbirliğinin de önemini bilecektir. Bu beraberliği de bilerek , isteyerek sağlayan, yine bu gençlik olacaktır. Eğitimci olarak, yıllarımı paylaştığım, yakından tanıdığım, değerli öğrencilerimde ve bütün Türk Gençliğin’de, bu gücün var olduğunu biliyor ve onların oluşturacağı toplumumuza inanıyorum.
Nevide GÖKAYDIN

7 Ağustos 2008 Perşembe

PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU


HALAÇOĞLU HOCAYA DAİR
AKP hakkında açılan kapatma davasının görüşülmesine sayılı günler kalmışken, Ergenekon adı verilen yapılanma çerçevesinde gözaltıların ve tutuklamaların ardından 2455 sayfalık iddianamede açıklandı. Herkes bu gündemlerle iştigal olurken Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU da Ermenilere jest olsun diye görevden alınıyordu.
8 Temmuz'dan beri İsviçre'nin Bern kentinde yapılan Türkiye-Ermenistan görüşmelerinin ardından 23 Temmuz 2008 günü Resmi Gazete de bir görevden alınma kararı bütün (medya organlarının)(gazete, televizyon ve internet medyasının) üst sıralarında yerini aldı. 21 Eylül 1993'den bu yana Atatürk Kültür merkezi mi?, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı, Türk Tarih Kurumu Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu Gazi Üniversitesi'ndeki asli görevine iade edilmek üzere görevinden alındığı duyuruluyordu.
Ne diyordu Halaçoğlu Hoca; Ermeni Soykırımı konusunda buyurun masaya biz arşivlerimizi açalım diyordu. Her şey gözler önünde diyordu. Van da Ermeniler tarafından yapılan katliamları yaşayıp halen hayatta olanlar da ortada canlı şahit olarak duruyordu.
Türk değil Türkiyelilik söylemini ortaya koyan, Kürdistan dan gelen haberler bizi mutlu ediyor diyen, Kerkük'te Türkmenleri yok sayan, Barzani'ye kardeşim diyen bir zihniyetin sahibi olan Recep Tayip Erdoğan Ermenilerle aramızda buzları eritmek için tarihin gerçeklerini söyleyen Halaçoğlunu görevden alarak görevini yerine getiriyordu.
Sayın Başbakanın kardeşim dediği Talabani ve Barzani Dağlıca'da 12 Şehit verdiğimiz gün "biz bir kedi dahi vermeyiz" diyorlardı. Şehitlerin cenazesi kalkmadan Recep Tayip Erdoğan ise İngiltere'ye gezmeye gidiyordu. Memleket alev alev şehit acısıyla yanarken konferans dinliyor, İsrail Başbakanı ile görüşmeler yapıyordu. Hele o süreçte söyledikleri traji komik olaylar hala güncelliğini korumakta ve ağızlarda espiri konusu olmaktadır.
Bildik kararların altına imza atan Recep Tayip Erdoğan AB yollarında kapı çalarken 26 Şubat 1992 günü Azerbaycanda Hocalı Katliamının başında bulunan eli kanlı katil Ermenistan Eski Devlet Başkanı Koçaryan'ın hamisi, Ermenistan yeni Devlet Başkanının Cumhurbaşkanı Gül'ü Erivanda yapılacak olan Ermenistan – Türkiye Milli maçı için davet etmiştir. İsviçre de yapılan görüşmelerin ardından hemen jestini yaparak Ermeni Soykırımı yalanını her defasında bozan Prof.Dr. Yusuf HALAÇOĞLU'nun görevine son vermiştir.
Halaçoğlu hoca ki sayısız eserlerin altına imza atmış, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcılığı, Marmara Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve Rektör Vekilliği gibi görevlerde bulunmuştur.
Kafası kapatma davasıyla dolu, bir yanda Ergenekon Operasyonuna odaklanan Büyük Ortadoğu Projesinin Eşbaşkanı Recep Tayip Erdoğan'a Ermeni Meselesi hakkında birkaç tavsiyede bulunmak istiyoruz.
1- Türk Tarihinde Ermeniler, Ankara 2001 (Prof.Dr. A. Süslü, Prof.Dr. F.Kırzıoğlu, Prof.Dr. R.Yinanç ile beraber).
2 - Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2001.
3 - Facts On The Relocation of Armenians. 1914-1918, Ankara 2002.
4 - Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2004.
Bu eserler Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu tarafından Ermeni Meselesi hakkında kaleme aldığı eserler arasında yer almaktadır. Bu kitapları okuduğunuzda belki bir nebze faydalanırsın diyoruz.
Göreve geldiği günden bu yana millilik adına ne varsa bölüp parçalayan, şehit anasına askerlik yan gelip yatma yeri değildir diyerek kendi oğullarını askere göndermeyen, vatandaşına ananı da al git diyen, şehit cenazelerine abartılıyor diyen, şehitler ölmez vatan bölünmez haykırışlarının üzerine kolluk kuvvetlerini salan zat-ı muhterem.
Kıbrıs Davasının Mücahidi Rauf DENKTAŞ'a yaptıkların daha hafızalarda saklı duruyor. Siz ki Eski DEP milletvekillerini Başbakanlık konutlarını karşılamakla gurur duyuyorken Talabani'yle Barzani'yle kardeşlik edip BOP'a eş başkanlık yaparken şehide kelle apo ya sayın diyerek hüsni niyet gösterirsin.
Tüccar mantalitesiyle ülke yönetmeye kalkan, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kırmızı çizgilerini hiçe sayan, dışarıda ver kurtul içerde sat kurtul mantığıyla yürüyen Recep Tayip Erdoğan burslarla okuttuğu çocuğuna gemi alıp "ne var sanki gemi var gemicik var bankadan kredi alın sizde alırsınız" diyerek Türk Milletiyle alay eden muhterem.
Sen Ermenilere hüsni niyet göstermek için böyle bir bilim adamını bulunduğu kurumun başından habersizce görevden alırken HALAÇOĞLU Hocanın gösterdiği büyük tevazunun da kendisine örnek olmasını diliyoruz.
Bakın ne diyor. Halaçoğlu Hocam;
Görevden alınma gerekçemi bilmiyorum. Kararname Resmi Gazete'de çıkmış. Gazeteciler beni arayınca haberim oldu. Umurumda değil. Sırtımda yüktü. Ben her zaman ne biliyorsam onu söyledim. Hep tarih bilinci ile bilimsel çerçevede görüşlerimi ifade ettim, doğru bildiğim yolda yürüdüm. Bunun dışındakiler beni fazla ilgilendirmiyor. Hiçbir şeyden haberim yok. Makama bağlılık gibi bir derdim olmadığı için, niye görevden alındığımla ilgilenmem, sormam. Bir bilim adamı olarak birilerinin torpili ile bir makama gelmeyi ve o makamda kalmak içinde torpil arayışı içinde olmayı sindiremem
En güzel makam bilim makamıdır. Bilim adamlığımı da kimse elimden alamaz. Görevden alanlar bilim adamlığımın seviyesini tayin edemez. Bundan sonra da bir tarih bilimci olarak ilmi çalışmalarımı sürdüreceğim. 1993'ten beri TTK Başkanı'yım. Bu kuruma 15 yıl hizmet yapmış biri olarak ilgili sayın Bakanın, en azından bir teşekkür etmesi şık olurdu. Ancak bu da kendilerinin nezaket ve terbiye anlayışlarıyla ilgili kendilerinin bilecekleri bir iş. Ben kimseye, özellikle devletime ve milletime kırgın değilim. Ben geçmişte 3.5 yıl devlet arşivleri genel müdür vekilliği yaptım. O zamanda kimse teşekkür etmedi. Millet ve Allah biliyor nasıl olsa. Ben milletim için çalıştım.

Bir de şu misali veriyor Hocam;
"Bu her zaman için olabilecek bir konu. Şeyhülislamlardan biri; 'Biz elimize ayakkabımızı almış insanlarız, her zaman için bulunduğumuz yerden başka yere gidebiliriz' diyor. Biz aynı düşüncedeyiz. Bugün devletin şu görevini yaparsınız, yarın bilim adamı olarak görevinize devam edersiniz, normaldir bunlar, normal karşılıyorum."
Ermeni lobisi için tarihin gerçeklerini ortaya koyduğun bu görevden senin bir kez daha gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Hamasi nutuklar yerine belgeyle evrakla tarihin gerçekleriyle konuşan, gerçekleri suratınıza vuran Halaçoğlu Hoca'nın da gösterdiği tevazuda sana bir ders olsun.

PROF. DR. YUSUF HALACOĞLU KİMDİR?
1949 yılında Adana'nın Kozan kazasında doğdu. 1967'de liseyi, 1971 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Tarihi Kürsüsü'nden "Fırka-i İslâhiye ve Kozan" isimli lisans tezini hazırlayarak mezun oldu. 1974 yılında aynı üniversitede Yeniçağ Tarihi Kürsüsü'nde asistan, 1978 yılında "XVIII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda İskân Siyâseti" konulu doktora tezi ile doktor oldu. 1982'de Yardımcı Doçent, Nisan 1983'te de "Osmanlı İmparatorluğu'nda Menzil Teşkilâtı ve Yol Sistemi" isimli doçentlik tezini hazırlayarak doçentliğe yükseldi. 1983-84 öğretim döneminde bir yıl süreyle 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 41. maddesi uyarınca Elâzığ Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde görev yaptı. 1986 yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü'ne geçti. 20 Mart 1989'da "XVI. Yüzyılda Sosyal, Ekonomik ve Demografik Bakımdan Balkanlar'da Bazı Osmanlı Şehirleri" konulu takdim tezi ile profesörlüğe yükseldi. Aynı tarihlerde Türk Tarih Kurumu asıl üyesi seçildi. 1989 yılında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı'na tayin edildi ; 17 Aralık 1990'da da Genel Müdür Yardımcılığına getirildi. Bu sırada, Osmanlı Arşivi'nin otomasyonunu başlattı. Bu görevinden 2 Mart 1992'de istifa etti ve Marmara Üniversitesi'ndeki görevine döndü. 26 Ağustos 1992 tarihinde Rektör yardımcısı oldu. 23 Ekim 1992'de Rektör vekili ve Kasım 1992'de tekrar rektör yardımcılığında bulundu. Bu görevdeyken 21 Eylül 1993'de Türk Tarih Kurumu Başkanlığı'na getirildi.
23 Temmuz 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Gazi Üniversitesi’ndeki asli görevine iade edilmek üzere görevinden alındı.
BİLİMSEL ÇALIŞMALARI
a) Basılmış Kitaplar1
- Ahmed Cevdet Paşa, Ma‘rûzât, İstanbul 1980, V-XV+270 s., 16 belge, 3 harita.
2- XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun İskân Siyâseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, VII-XX+179 s., 2 harita (İkinci baskı).
3- Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), PTT Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 2002.
4- Osmanlı Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991 (Dördüncü baskı).
5- Başlangıçtan 1774'e Kadar Osmanlı Tarihi, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi ( Bir heyetle beraber), İstanbul 1982.
6- 90 Numaralı Mühimme Defteri, İstanbul 1994 (Bir heyetle beraber).
7- Türk Tarihinde Ermeniler, Ankara 2001 (Prof.Dr. A. Süslü, Prof.Dr. F.Kırzıoğlu, Prof.Dr. R.Yinanç ile beraber).
8- Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2001.
9- Facts On The Relocation of Armenians. 1914-1918, Ankara 2002.
10- Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2004.
b) Makaleler :
1- "Midhat Paşa'nın Necid ve havalisi ile ilgili birkaç lâyihası", Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 3 (İstanbul 1973), s. 149-176.
2- "Fırka-i İslâhiye ve Yapmış olduğu iskân", Tarih Dergisi, Sayı 27 (İstanbul 1973), s. 1-20.
3- "Teselya Yenişehri ve Türk eserleri hakkında bir araştırma", Güney-doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı 2-3 (İstanbul 1974), s. 89-100.
4- "Bombay şehbenderi Hüseyin Hasib'in 1876 tarihli bir mektubu", Türk Kültürü Dergisi, Sayı 136-138 (Ankara 1974), s. 259-265.
5- "Batı Trakya Türk Basınından seçmeler", Türk Kültürü Dergisi, Sayı 159 (Ankara 1976), s. 29-37.
6- "Şer‘iyye Sicilleri'nin Toplu Kataloğuna Doğru, Adana Şer‘iyye Sicilleri", Tarih Dergisi, Sayı 30 (İstanbul 1976), s. 99-108.
7- "Greec Policy and the Ottoman State, 1885-1918", Dış Politika (Foreign Policy) Dergisi, V/1-2 (Ankara 1977), s. 47-57 (Aynı makale "Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne karşı takip ettiği siyaset (1885-1918)" adı altında Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı 6 (İstanbul 1980), s. 14-25'de Türkçe olarak da yayınlanmıştır).
8- "Tapu-Tahrir Defterlerine göre XVI. Yüzyılın ilk yarısında Sis (=Kozan) Sancağı", Tarih Dergisi, Sayı 32 (İstanbul 1979), s. 819-892+1041-1046.
9- XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun iskân siyâsetinde Derbendlerin yeri", Millî Eğitim ve Kültür, Sayı 6 (Ankara 1980), s. 95-102.
10- "Osmanlı İmparatorluğu'nda Menzil Teşkilâtı hakkında bazı mülâhazalar", Osmanlı Araştırmaları (The Journal of Ottoman Studies), Sayı II, İstanbul 1981, s. 123-132.
11- "Ahîlik ve Adana Esnaf Teşkilâtı", Türk Kültürü ve Ahîlik, İstanbul 1986, s. 197-201.
12- "Kendi Kaleminden Ahmed Cevdet Paşa", Ahmed Cevdet Paşa Semineri Bildirileri, İstanbul 1986, s. 1-6.
13- "Ma‘rûzât ve Tezâkir'de Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat Erkânı", Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri, Bildiriler, Ankara 1987, s. 25-29.
14- "Binbaşı İsmail Hakkı Bey'in Kaşgar'a dâir eseri", Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 13 (İstanbul 1987), s. 521-549.
15- "Hatay ve Yöresinde Türk Aşiretlerinin Yerleştirilmesi", Türk Kültürü Dergisi, Sayı 296 (Ankara 1987), s. 11-14.
16- "XVII ve XVIII. Yüzyıllarda Gaziantep ve Yöresindeki Türk Aşiretlerinin Yerleştirilmesi", Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi, Erol Güngör'e Armağan, Ankara 1988, s. 109-112.
17- "Abbas Ağa",Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1988, I, 20-21.
18- "Abdülkerîm-i Keşmîrî", DİA, I, İstanbul 1988, s. 252-253.
19- "Adana", DİA, I, İstanbul 1988, s. 349-353.
20- "Adıyaman", DİA, I, İstanbul 1988, s. 377-379.
21- "Adile Hatun", DİA, I, İstanbul 1988, s. 382.
22- "Ağrı", DİA, I, İstanbul 1988, s. 479-481.
23- "Tarih Boyunca Kozan", Kozan Yıllığı, İstanbul 1988, s. 3-19.
24- "Osmanlı Devlet Teşkilâtı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, s. 312-453.
25- "XVI. Yüzyılda Sosyal, Ekonomik ve Demografik Bakımdan Balkanlar'da Bazı Osmanlı Şehirleri", Belleten, LIII/207-208 (Ankara 1989), s. 637-681.
26- "Ahmed el-Mücahid", DİA, II, İstanbul 1989, s. 109.
27- "Alâeddin Halacî", DİA, II, İstanbul 1989, s. 330.
28- "Turkish settlement in Rumelia (Bulgaria) in the 15 th and 16 th centuries : town and village population", International Journal of Turkish Studies, vol 4/2 (İstanbul 1990), s. 23-40.
29- "Kuruluşundan Günümüze Bulgaristan'da Türk Nüfusu", Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Bildiriler, Marmara Üniversitesi, İstanbul 1989.
30- "Tahrir Defterlerine Göre XVI. Yüzyılda Bazı Anadolu Şehirlerinde Demografik Yapı", Yakın Tarihimizde Van Uluslararası Sempozyumu, Bildiriler, Ankara 1990, s. 215-222.
31- "Anadolu, Osmanlı Hakimiyetine geçişi", DİA, III, İstanbul 1991, s. 116-117.
32- "Anadolu, Ulaşım ve Yol Sistemi", DİA, III, İstanbul 1991, s. 127-128.
33- "Arapkir", DİA, III, İstanbul 1991, s. 328-329.
34- "Ardahan", DİA, III, İstanbul 1991, s. 350.
35- "Asir", DİA, III, İstanbul 1991, s. 482-484.
36- "At", DİA, IV, İstanbul 1991, s. 28-31.
37- "Bagras", DİA, IV, İstanbul 1991, s. 450-451.
38- "Bağdad", DİA, IV, İstanbul 1991, s. 433-437.
39- "Kosova Savaşı", I. Kosova Zaferinin 600. Yıldönümü Sempozyumu , 26 Nisan 1989, Ankara 1992, s. 29-33.
40- "Basra", DİA, V, İstanbul 1992, s. 112-114.
41- "Başhalife", DİA, V, İstanbul 1992, s. 130.
42- "Batı Trakya", DİA, V, İstanbul 1992, s. 144-147.
43- "Bayram Paşa", DİA, V, İstanbul 1992, s. 266-267.
44- "Belen", DİA, V, İstanbul 1992, s. 403-404.
45- "Bulgaristan", DİA, VI, İstanbul 1992, s. 396-399.
46- "Cebel-i Bereket", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 185-186.
47- "Cerrah Mehmed Paşa", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 415.
48- "Cevdet Paşa", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 443-450.
49- "Cisr-i Mustafa Paşa", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 33-34.
50- "Cürm ü Cinayet", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 138-139.
51- "Çirmen", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 341-342.
52- "Les récents développements Archivistiques en Turquie et les archives Ottomanes", Les Villes Arabes, La Demographie Historique et la Mer Rouge a l'Epoque Ottoman, Actes du le Symposium İnternational d'Etudes Ottomanes, Tunus-Zaghouan 1994, s. 67-72.
53- "Klâsik Dönemde Osmanlılarda Haberleşme ve Yol Sistemi", Çağını Yakalayan Osmanlı, Osmanlı Devleti'nde Modern Haberleşme ve Ulaştırma Teknikleri, İstanbul 1995, s. 13-21.
54- "Fatih Devri'nde Osmanlı Devleti'nde Sosyal Hayat", İstanbul Armağanı, Fetih ve Fatih, İstanbul 1995, s. 91-103.
55- "Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrâk, Kürd-Ekrâd Kelimeleri Üzerine Bir Değerlendirme", Belleten, LX/227 (Ankara 1996), 139-146 (26 Belge ile birlikte) ; Aynı makale ingilizcesi : "The Evaluation of the Words Türk-Etrâk, Kürd-Ekrad as the Appear in the Ottoman Documents", Belleten, LX/227 (Ankara 1996), 147-154.
56- "Osmanlılarda Nevruz Kutlamaları", Nevruz ve Renkler, Türk Dünyasında Nevruz İkinci Bilgi şöleni Bildirileri (Ankara, 19-21 Mart 1996), Ankara 1996, s. 183-188.
57- "Sosyal ve Kültürel Yapılanma Açısından Alınması Düşünülen Tedbirler", Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Terör Sorununun Milli Güç Unsurları Açısından İncelenmesi ve Alınması Gereken Tedbirler Sempozyumu Bildirileri (İstanbul, 14-16 Mayıs 1997), İstanbul 1997, s. 149-159.
58- "Ahmet Cevdet Paşa ve Ma‘rûzâtı", Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895) Sempozyumu Bildirileri (9-11 Haziran 1995), Ankara 1997, s. 247-251, 253-254, 255, 257-259.
59- Tarih Çevirme Klavuzu, "Sunuş", Ankara 1997, s. VII-VIII.
60- Egede Temel Sorun, Egemenliği Tartışmaları Adalar : "Sunuş", Ankara 1998, s. VII-VIII.
61- "Anadolu İskânında Urfa ve Çevresi", Türk Kültüründe Karakeçililer Uluslararası Bilgi şöleni Bildirileri (Şanlıurfa-3 Haziran 1999), Ankara 1999, s. 21-26.
62- Türk-Rus İlişkilerinde 500 Yıl, 1491-1992, "Sunuş", Ankara 1999, s. V-VI.
63- "Kıbrıs'ın Alınmasından Sonra Ada'ya Yapılan İskânlar ve Kıbrıs Türklerinin Menşei", Rauf Denktaş'a Armağan, Ankara 2000, s. 208-219 (Doç.Dr. M. Âkif Erdoğdu ile beraber).
64- "Adana Tarihçesi", Efsaneden Tarihe, Tarihten Bugüne Adana : Köprübaşı, haz. Erman Artun-M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayını, İstanbul 2000, s. 10-17.
65- "Osmanlı Döneminde Türkiye'nin Nüfus Yapısı ve Aşiretler", Anadolu'da ve Rumeli'de Yörükler ve Türkmenler Sempozyumu Bildirileri (Tarsus-2000), Ankara 2000, s. 137-144.
66- "Kolonizasyon ve Şenlendirme", Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Cilt 4 (Ankara 1999), s. 581-586. Aynı yazı, Yeni Türkiye, Sayı 32 (Ankara 2000), s. 630-635.
67- "Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti ve Balkanlar", I. Uluslararası Türkoloji Kongresi Bildirileri (Prizren 12-14 Aralık 1998), Ankara 2001, s. 29-37.
68- "Atatürk ve Tarih", Hava Kuvvetleri Dergisi, Sayı 339 (Ekim 2001), s. 84-89.
69- "Realities Behind the Relacation", The Armenians in the Late Ottoman Period, Edited by Türkkaya Ataöv, Ankara 2001, s. 109-142.
70- "Ermeni Meselesiyle İlgili Birkaç Rus Kaynağı", Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, cilt II/37 (Ankara 2001), s. 735-741.
71- "Ermeni Tehciri", Ermeni İddiaları ve Türkiye Sempozyumu Bildirileri, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli 2001, s. 27-48.
72- "Osmanly Türkmen Döwletinde Hökümet we Jemgyyetçilik ulgamlarynyñ kåmilleşmegi we bu kåmilleşmåniñ Türki Halklarynyñ Dünyåsine Tåsiri", Miras, Sayı 3, Aşkabad 2001.
c) Kitap Tanıtımları :
1- Xavier de Planhol, Les fondements géographiques de l'histoire de l'Islam, Paris 1968, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı 4-5 (İstanbul 1976), s. 347-355.
2- Nasım Zia, Kıbrıs'ın İngiltere'ye geçişi ve Ada'da kurulan İngiliz İdaresi, Ankara 1975, Tarih Dergisi, Sayı 30 (İstanbul 1976), s. 206-207.
d) Kongre, Seminer ve Sempozyum
1- "Kuruluşundan Günümüze Bulgaristan'da Türk Nüfusu", V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Marmara Üniversitesi, İstanbul 1989.
2- "Osmanlılarda Haberleşme Teşkilâtı", Marmara Üniversitesi-Türk Tarih Kurumu seri konferansları, Ocak 1989.
3- "Bulgaristan'da Türk Nüfusu", Bulgaristan'da Türk Varlığı Sempozyumu, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Merkezi, 22 Haziran 1989.
4- "Batı Trakya Türkleri", Marmara Üniversitesi-Türk Tarih Kurumu seri Konferansları, Aralık 1991.
5- "Osmanlı Döneminde Kıbrıs'ta İskân Politikası", Kıbrıs'ın Dünü-Bugünü Uluslararası Sempozyumu, Kıbrıs, 28 Ekim-1 Kasım 1991.
6- "Osmanlı Arşivi'nin Ukrayna ve Dünya Tarihi Açısından Önemi", Osmanlı İmparatorluğu ve Ukrayna Kongresi, Kiev, 20-26 Ekim 1991.
7- "Les Recent Developpements Archivistiques en Turquie et Les Archives Ottoman" (Türk Arşivciliğinde son gelişmeler ve Osmanlı Arşivi), V. Osmanlı Çalışmaları Sempozyumu, Centr d'Etudes et de Recherches Ottoman, Morisques, de Documentation et d'Infomation (CEROMDI), Tunis-Zaghouan, 25-29 şubat 1992.
8- "Osmanlı İdaresinde Yemen ve Osmanlı Arşivi", San'a-Yemen, 8 Ocak 1992 (Arşivlerarası işbirliği için özel davette San'a Üniversitesi'nde Konferans).
9- "Cevdet Paşa", Türk Tarih Kurumu Konferansları, Ankara, 13 Nisan 1995.
10- "Kanuni Döneminde Osmanlı Devleti'ne Genel Bir Bakış", Kanuni Sultan Süleyman'ın Doğumunun 500. Yıl Paneli, Trabzon, 26-28 Nisan 1995.
11- "Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrâk, Kürd-Ekrâd Kelimeleri Üzerine Bir Değerlendirme", VII. Uluslararası Osmanlı İmparatorluğu'nun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Sempozyumu, Almanya/Haidelberg, 24-30 Nisan 1995.
12- "Osmanlı Kaynaklarında Nahçıvan", Uluslararası Kaynaklarda Nahçıvan Sempozyumu, Nahçıvan, 10-14 Temmuz 1996.
13- "Otlukbeli Savaşı'nın Türk Tarihindeki Yeri", Otlukbeli Savaşı'nın Yeri ve Önemi Sempozyumu, Erzincan, 11-12 Ağustos 1996.
14- "Osmanlı Döneminde Kıbrıs'ta İskân Politikası", XII. Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Komitesi Sempozyumu, Çek Cumhuriyeti/Prag, 9-13 Eylül 1996.
15- "Türk Tarih Kurumu ve Balkan Araştırmaları", Tarihte ve Güney-Doğu Avrupa : Balkanolojinin Dünü, Bugünü ve Sorunları Uuslararası Sempozyumu, Ankara, 13-14 Kasım 1996.
16- "Türk tarihinin meseleleri ve Türk Tarih Kurumu", Türk Tarihinin Meseleleri Sempozyumu, Kazakistan/Türkistan, 20-28 Mayıs 1997.
181817- "Osmanlı Devleti'nin Doğu Politikası ve Şah İsmail", Şah İsmail ve Onun Devri Uluslararası Konferansı, Azerbaycan/Bakü, 22-27 Eylül 1997.
18- "Osmanlı Döneminde Buhara Hanlığı ve Buhara Elçileri", İnsanlığın Üçbin Yıllık Bilimsel ve Kültürel Mirası Uluslararası Sempozyumu, Özbekistan/Hive, 18-20 Ekim 1997.
19- "Türkiye İle Bosna-Hersek İlişkilerinin Tarihi ve Kültürel Boyutu", Türkiye Bosna-Hersek İlişkileri Konferansı, Saraybosna, Zenitsa, 23-27 Kasım 1997.
20- "Batı Türklerinin Dünya Medeniyetine Kazandırdıkları", Türk Medeniyeti : Tarih, Bugünü ve Gelişme Perspektifleri Konferansı, Kazakistan/Almaatı, 21-23 Mayıs 1998.
21- "Türkiye'de Tarih Araştırmaları ve Türk Dünyasıyla İlişkisi", Halkların Birliği ve Ulusal Tarih Yılı Toplantısı, Kazakistan/Almaatı, 2-6 Temmuz 1998.
22- "Osmanlılarda Yönetim", Tarih Boyunca Türklerde Devlet ve Cumhuriyet Ulusal Sempozyumu, Ankara, 23-24 Kasım 1998./Haydelberglin, 12-14 Kasım1999.
23- "Osmanlı Devleti'nde İdarî ve Toplumsal Gelişmeler ve Bunun Türk Dünyası Açısından Değerlendirilmesi", Osmanlı Devleti'nin 700. Yıldönümü Sempozyumu, Kırgızistan/Bişkek, 29 Ekim-3 Kasım 1999.
24- "Osmanlı Devleti'nin Kimliği ve Devlet Anlayışı", Osmanlı İmparatorluğu'nun 700. Yıldönümü Sempozyumu, Almanya/Berlin, 12-14 Kasım 1999.
25- "Türkiye Türkmenleri", V. Dünya Türkmenleri Konferansı, Türkmenistan/ Aşkabad, 22-30 Aralık 1999.
26- "Osmanlı Devleti'nin Rumeli İskânıyla İlgili Toponomik Bir Değerlendirme", Balkanlarda İslâm Medeniyeti Uluslararası Sempozyumu, Bulgaristan/Sofya, 21,23 Nisan 2000.
27- "Osmanlı Deniz Yolları ve Fonksiyonları", XIV. CIEPO Kongresi, İzmir, 18-22 Eylül 2000.
28- "Tarih Boyunca Türkmenlerde İnsana Verilen Önem ve İnsanî Değerler", Cultural Heritage of Turkmenistan : Inner Origins and Present Perspective Uluslararası Konferansı, Türkmenistan/Aşkabad, 10-13 Ekim 2000.
29- "Osmanlı Arşivi", Türk-Moldova Ortak Tarihini Araştırma Sempozyumu, Moldova/Kişinev, 6-8 Kasım 2000.
30- "Bir Türkmen Devleti Olarak Osmanlı Devleti Tarihinin Kaynakları", Türkmenistan Daimî Tarafsızlık : Millî Kökler ve Uluslararası Önemi Kongresi, Türkmenistan/Aşkabad, 8-11 Aralık 2000.
İDARÎ GÖREVLERİ
1- 5 Şubat 1986 tarihinden itibaren Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi'nde Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Tarih Anabilim Dalı Başkanlığı'nı yürütmektedir.
2- 14 Temmuz 1989 yılından 17 Aralık 1990'a kadar Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı yaptı.
3- 17 Aralık 1990'dan 1 Mart 1992 tarihine kadar Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcılığına getirildi. Bu müddet içinde Genel Müdürlüğü vekâleten yönetti.
4- 26 Ağustos 1992'de Rektör Yardımcısı oldu.
5- 23 Ekim 1992'den itibaren Rektör vekili oldu (Rektör'ün vefatı dolayısiyle)
6- 23 Kasım 1992'de Rektör yardımcısı oldu.
7- 21 Eylül 1993 Türk Tarih Kurumu Başkanı oldu.
ÜYESİ OLDUĞU VE GÖREV ÜSTLENDİĞİ ULUSAL VE ULUSLARARASI KURULUŞLAR
1- Rusya Tabiî Bilimler Akademisi Üyesi,
2- Merkezi Moskova'da bulunan "Uluslararası Türk Dünyası Akademisi Yönetim Kurulu üyesi",
3- Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü aslî üyesi,
4- Osmanlı Araştırmaları Merkezi Danışma Kurulu üyesi,
5- Ahilik Araştırma Vakfı İlmî Danışma Kurulu Başkanı,
6- Merkezi Türkmenistan'da bulunan "Beynelmilel Gündoğar Halklarının Medenî Mirasını Araştırma Devlet Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi"dir.
7- CIEPO (Uluslararası Osmanlı öncesi ve Osmanlı Araştırma Merkezi) Yönetim Kurulu Üyesi



Türkiye'yi Kemiren İhanet:

ALLAH İLE ALDATMAK



ALLAH İLE ALDATMANIN EMPERYALİZMLE İŞBİRLİĞİ
Allah ile aldatanlar, Türkiye içinde, henüz, Cumhuriyet’in direnç kavram ve kurumlarını tam aşamadıklarından, kendilerini dışarıdan destek alma ihtiyacında görüyorlar. Dışarısı bunu biliyor, görüyor. Bunun için de Allah ile aldatanlara vereceği desteği, Türkiye’den istediklerini onlar aracılığıyla almanın tezgâhını işletmek için kullanıyor.
Allah ile aldatanlar, dışarının desteğini almak için Batılıların her istediğini veriyorlar. Bu vermeler Allah ile aldatanları giderek örtülü bir mandacılığı kabule götürüyor. Din nutukları, milliyet sloganları, hatta iman, vicdan Batı’nın istekleri önünde âdeta eriyip gidiyor.
...
Emperyalistler (ABD ve AB) "Ulusalcılık, ulusçuluk bitti; küresel dönemdeyiz, ulusçuluk artık ilkellik" diyor. Bu söylemden Batılı ülkeler yarar sağlıyor, diğer bütün ülkeler zarar görüyor. Anlıyorum ki, Haçlı Batı bu söylemi, gerçeği yansıttığından veya insan haklarına yardımcı olduğundan değil, çıkarlarının önündeki engelleri kaldırabilmek için öne sürüyor.
Batı, başkaları için bir şeyi öne çıkarıyor, kendisi için başka bir şeyi. Söylediği ile yaptığı sürekli farklı.
Batı neden sürekli ‘küresellik’ diyor, neoliberalizm diyor, serbest piyasa diyor, devletin küçülmesi diyor, merkezî otoritenin zayıflatılmasını istiyor? Neden tüm bunları çağdaşlığın, ilerlemenin, modernleşmenin alâmeti farikası sayıyor da kendisi hiçbirini uygulamıyor? Cevap açık: Söylediğini yaparsa çıkarları sarsılır. Yaptığını bize yaptırırsa yine çıkarları sarsılır. Onun çıkarlarının hep yolunda gitmesi için biz onun söylediklerini yapacağız, yaptıklarını yapmayacağız. Örneğin, "Ulus devlet dönemi bitti, ulus devlet bir geriliktir; ondan vazgeçin” diyor ama kendisi ulus devlet anlayışını dibine kadar uyguluyor.
Millî devleti inkâr, Batı için başkalarının kendini inkârı sonucunu veriyor, ama Batılı uluslar açısından asla bu sonucu doğurmuyor. Kurulan birlikler, örneğin AB, Batılılar için millî devletin güçlenmesi, zırhlanması, ulusçuluğun uluslararası güç kazanması anlamına gelir ve getirilirken, bizim için kendini inkâr, başkalarına teslimiyet ve 'modernleşme' yaftalı bir aptallık uğruna ağzındaki lokmayı birilerine kaptırma anlamına geliyor.
...
Hiç düşündünüz mü, kendisini İslamcı ve Batıcı diye tanımlayan iki zıt kutup neden Mustafa Kemal'e aynı anda karşı? Neden Mustafa Kemal'e karşı ikisi de aynı kararlılıkla ve ortaklaşa cephe tutmaktadır?
Sebep tek: Mustafa Kemal emperyalizme, sömürgeciliğe karşıdır. Karşı olmakla kalmamış, emperyalist akının tüm namussuz salvolarını yerle bir etmiştir. Oysaki İslamcı ve Batıcı mandacılar, emperyalizme uşaklığı dünya ve âhiret mutluluğunun yolu bilmekteler.

...

Allah İle Aldatmak; Allah İle Aldatmanın Saltanat Devri: AKP İktidarı Dönemi (6.Bölüm)

6 Temmuz 2008 Pazar

Roger Garaudy (Reca Carudi)



Roger Garaudy (Reca Carudi)
Yarım asırdan fazla süren bir araştırma devresinden sonra, 1981'de 68.yaşında Müslüman oldu. 1913'de Marsilya'da doğdu. Dinsiz bir ailenin çocuğuydu. Fakat o, "Protestan Gençlik Teşkilatı"nın başkanlığını yapmış, aynı yıllarda (1933) Fransız Komünist Partisi'ne de üye olmuştu.
1956'da Komünist Partisi Siyasî Büro Şefi oldu. Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün Müdürlüğünü yaptı. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok sayıda eserler yayınladı.
Çalışmaları ve fikirleriyle büyük alaka çekti ve dünyanın en önemli düşünürleri arasında adı geçmeye başladı. Ancak 1968'de Rusya'nın Çekoslovakya'yı işgaline karşı çıktı. Hem Rusları, hem de Fransız Komünist Partisi'ni tenkit eden yayınlar yaptı. Rus komünistlerine şöyle diyordu:
"Fransa'da kurmak istediğimiz sosyalizm, sizin Çekoslovakya'da zorla kabul ettirmek istediğiniz sosyalizm değildir."
Bu düşünceleri onun Fransız Komünist Partisi'nden atılmasına sebep oldu (1970). Oysa ki, o yıllara kadar politikanın içindeydi ve yıllarca milletvekili ve senatör olarak kalmıştı. Hatta, tek başına girdiği Cumhurbaşkanlığı seçiminde, yüzbinlerce kişinin oyunu almıştı. Politik hayatının bitmesi onu araştırmalannda ve fikrî inkişafında hızlandırdı. Batı Medeniyetinin problemlerini, insanın geleceğin! ve Üçüncü dünyanın mes'elelerini araştırmaya koyuldu. Bu dönemde yazdığı Yaşayanlara Çağrı isimli eserinde özetle şu fikirler vardı:
"Bugün bizler öyle bir mecraya girdik ki, sistemimlzin bütün gidişatı intihara doğru.., "Faustçu" olarak adlandırabileceğimiz bir kültür modeline bağlı olarak büyüyor, gelişiyoruz. Faustçu kültür ise, ferdiyetçiliği ve kuru bir akıl anlayışını insanlar ve tabiat üzerine hakim kılmak esasına dayanıyor, işte bu perspektif içinde her geçen gün felakete doğru ilerliyoruz. Çünkü bu büyüme modeli insan île tabiat arasındaki ilişkileri asıl mecrasından uzaklaştırmaktadır. Cemiyetlerimiz, orman insanı ferdiyetçiliği ile totalitarizm arasında gidip gelmektedir. Fakat asla bir cemaat düşüncesine sahip olamadık. İnsandaki ulvî duygu varlığını.
İlahî yönü hep ihmal ettik, bu hislerin gücüne inanmadık."
"...Büyüme sadece iktisadî ve siyasî bir fenomen değil, her şeyden önce bir iman fenomenidir. Günümüzde insan, yalnızca üretmek ve yalnızca tüketmek için vardır... Bilimsel sosyalizm dedikleri de bu bozuk iktisat anlayışının bir uzantısıdır."
Bu araştırmalarım daha da geliştirmek maksadiyle, Unesco'ya bağlı, "Medeniyetlerin Diyalogu için Milletlerarası Enstitü"yü kurdu. Şimdi, Ensütü'nün müdürlüğünü yapmaktadır.
Artık, Batı medeniyetinin dışındaki medeniyetleri ve bihassa çok yanlış ve başka gösterilen islam ,medeniyetini olduğu gibi ve bütün ihtlşamiyle tanımak fırsatını yakalamıştı. Zaten o daha bu yıllardan çok önceleri de İslam'la yüzyüze gelmiş ve önemli te'sirlenmelere uğramıştı. Bunlardan birincisi için şöyle diyor:
"Bu ilk tecrübe, bana Sorbon'daki on yıllık tahsilimden daha çok şey kazandırdı."
On yıllık Sorbon tahsilinden daha çok şey veren olay, şöyledir: "Yıl 1940... Cezayir'de bir Fransız komutanın yönettiği kampta, genç bir Fransız aydını. birkaç arkadaşı ile birlikte kurşuna dizilmeye hazırlanıyor. Komutanın 'Ateş!' emri ve bu emre uymayan Güney Cezayirli Müslüman askerler... Komutan askerlerin üzerine hırsla yürüyüp. elindeki kırbaçla alabildiğine vuruyor, ama faydasız... Ve az sonra, o genç Fransız aydını île Fransızca bilen Cezayirli bir teğmen arasında şu konuşma geçiyor:
"Niçin ateş etmeyi reddetiler? Bizi sevmeleri için hiçbir sebepleri yok ki!
"Evet sizi sevmeleri için hiçbir sebeplerinin olmadığı doğru... Ama bir Müslüman savaşçısı için, silahsız bir insana ateş etmek, askerlik şerefiyle bağdaşmaz."
îşte, Müslüman oluşu dünyada yankılar yapan, çağımızın en ünlü düşünürlerinden Roger Garaudy'nin îslam ile ilk tanışması bu olayla başladı.
14 Eylül 1940 tarihinde, "gizil örgüt" kurmak suçundan Mareşal Petain rejimi tarafından tutuklanıp Cezayir'deki bir kampa yollanmıştı. Kampta bir gösterinin düzenleyicileri arasında olduğu için, Fransız komutan tarafından kurşuna dizilmek istenmişti.
Garaudy bu kampta üç yıl tutuklu kaldı ve Amerikan çıkarmasından altı ay sonra serbest bırakıldı. Hayatını borçlu olduğu Müslüman askerler olayını unutmamıştı. Doğru Cezayir kentine gitti ve Müslüman kültürü üzerinde bilgi edinmeye başladı. Ama, koca "Millî Kütüphane"de, îslam bilimi üzerine hiçbir eser yoktu. Bulabildikleri, îslam san'atı üzerine sathî bilgilerden ibaretti... Bu haksızlık karşısında isyan duyguları kabarıyordu..."
O yıl içinde gelişen olayları ve İslam'la ikinci karşılaşmasını da kendisinden dinleyelim:
"Serbest kalınca, bir sene Cezayir'de kaldım. Bu ikametim sırasında, hayatımda belki de en mühim bir te'sir bırakan büyük bir zatla karşılaştım. Bu zat, Cezayirli Müslüman Alimler Birliğinin başkanı Şeyh Beşir el-İbrahimî idi.
En Büyük Cihad kitabının yazarı Ammar Evzican ile beraber, onu ziyarete gittim. Şeyh îbrahimî'nin bulunduğu yerde heybetli bir adamın büyükçe bir resmini gördüm. Bu resmin, Fransa'nın düşmanı, büyük kahraman ve müttaki bir şahsiyet olan Cezayirli Emir Abdülkadir'e ait olduğunu öğrendim. Şeyh îbrahimî'nin izahatından onun hakkında ilk duyduğum şeyleri öğrenince; onun 19. asrın en büyük kahramanlarından biri olduğunu anladım. (Emir Abdülkadir 1808-1883 arasında yaşamış, bilhassa 1832-1847 arasında Fransa'ya karşı savaşmış, Şam'da vefat etmiştir.) Şeyh îbrahimî'nin bu dersi de benim İslam ile ikinci karşılaşmam oluyordu.
"Sonra Fransa'ya döndüm. Üçüncü buluşmam ise, 1968'de başladı. Bu da umumi olarak Avrupa'nın bilhassa Fransa'nın politikasında görülen ilk değişiklik alameti ile başladı. Tabiatıyla, değişiklik birdenbire olmamıştı. Bu değişiklik, bilhassa öğrencilerin ve işçilerin fikirleriyle ilgili olduğundan, hayli te'sirli olmuştu. O sırada ben üniversitede profesör idim. Ama işçilerden ve öğrencilerden çok şey öğrendim. Öğrendiğim şeylerin hülasası şudur:
Bazı organizasyonlar, başarılı olmaları halinde, başarısız olmalarından çok daha zararlı olabilirler. Bunların başında Batı tipi kalkınma gelir. Bu, ister emperyalizm, savaş ve öldürücü dahilî buhranlar üreten kapitalizm; ister halkına işkence uygulayan, Üçüncü Dünya'yı sömüren ve korkunç bir silahlanma ve nüfuz yarışma giren sosyalizm tarafından ifade edilsin, farketmez. Zira Sovyet Rusya da aynı modeli benimsemektedir. Stalin'in ve ondan sonra Kruschceffın, kapitalizme ulaşıp onu geçmenin mecburi olduğunu dile getiren sloganlarını hatırlayalım. Bu tip gelişmeler île, sosyalist bir idare kurmanın da imkansız olduğuna dair inancımı açıkladım. Sovyetler Birliği'nin, asla sosyalist sayılamayacağını dile getirdim. Sosyalizmin, dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığım söyledim. Bunun üzerine derhal Komünist Partisi'nden kovuldum. Bu iş, bundan on üç sene önce, yani 1970 de olmuştu.
"Sonra (UNESCO) yetkilisiyle yardımlaşmak sayesinde 'Medeniyetlerin Diyalogu îçin Milletlerarası Enstitü' adlı bir merkez kurdum. Bu Enstitünün gayesi, Batılı olmayan ülkelerin, dünya kültüründeki rolünü ortaya koymaktır. Batı insanındaki üstünlük komplekinden. daha doğrusu bir vehimden kaynaklanan monologun, hep kendisinin konuşmasının, böylece duracağını düşünüyorduk. Ferdiyetçiliği yücelten, insanın insanî boyutlarını güdükleştiren, ruh yüceliğinden uzaklaştıran, beraberce yaşama düşüncesini öldüren,
ilim ve teknikle hikmet arasına sed çeken Batı Medeniyetinin...
Evet, böyle bir medeniyetin kendi kendisini tükettiğini, insanlığın ona muhtaç olmadığını isbatlayan birçok kitap yazdım. Bir süre önce Batı kültür ve medeniyetinde. Batılı olmayanların payları olmadığını iddiasını çürüten çeşitli kitaplar yayınladım. İslamın Müjdeleri ile îslam îstikbalimize Yerleşecek isimli kitaplar da bunlar arasındadır.
"Bütün bunlardan benim İslama, zaten oldukça yakın olduğumu görüyorsunuz. Hayatımın henüz baharında, ona ulaştıran yola girmiş bulunuyordum."
Garaudy, İslama gelişinde son adımı atmasına Katolik Kilisesi'nin sebep olduğunu söylüyor. Katolik Kilisesi'nin bu hatası Filistin Müslümanlarının aleyhinde Yahudiliğin, hatta siyonizmin lehinde olmaktı. Hıristiyanlık ve Kilise üzerindeki Yahudi tesirlerini ve bunların kendisini nasıl etkilediğini şöyle açıklıyor:
"Katolik Kilisesinin, Filistin meselesindeki tutumunun içyüzüne vakıf olduktan sonra, bu yola girdim. Din derslerinde çocuklara "İncil"in öğretimi siyonist propagandasına göre şekillenmiş. Mesela, Allah'ın Hz. îbrahim'e yaptığı bir vade binaen, Filistin'in Yahudilere ait olduğu intibaını uyandırıyorlar. Bu da Yahudilerin, Hıristiyan eğitim ve öğretimine ne derece nüfuz ettiğini göstermektedir. İsrail'in Lübnan'a yaptığı son istilanın ilk günlerinde, Le Monde gazetesinde uzun bir makale yayınlayarak, siyonizmi takbih ettiğimi açıkladım. Bunun neticesinde, hem ben, hem de Le Monde gazetesinin yazıişleri müdürü, Yahudi aliyhtarı olarak itham edildik. Oysa, tamamen aksine, Siyonizm din olarak yahudilikten çıkmış değildir. O, 18. yüzyılda Avrupa'da ırkçılık ve milliyetçilik atmosferinin hakim olmasının sonucudur. Siyasî Siyonizmi kuran Teodor Hertzl dindar değildi. Bilakis dinsizdi. İncil'i, sadece iddialarını kuvvetlendirmek maksadıyla kullanmıştır. Her neyse...
"...Beni Yahudi düşmanlığı ile itham ettiler."
"İslam İstikbalimize Yerleşecek kitabımla ilgili olarak Cenevre'ye konferans vermeye davet edildiğim zaman, Avrupa muhiti içinde canlı bir İslam tablosu gördüm. Gerçi Cezayir, Fas, Endonezya, Mısır ve Irak gibi Müslüman ülkeleri gezmiştim. Bilhassa Cezayir'deki ikametim, bana hayli tesir etmişti. Fakat Müslümanlarla, beşerî münasebetlerim pek olmamıştı."
Garaudy, aydın Müslümanları tanımasının da Müslüman oluşundaki payını dile getiriyor ve "Niçin Müslümanım?" yazısında da İslamı seçişinin temel fikrî sebeplerini açıklıyor. Ona göre, "îslamı seçmek çağı seçmektir. Çünkü İslamiyet bu çağın yegane dinidir. Çağın ümididir."
Le Monde gazetesinin birinci sayfasında yayınlanan ve büyük yankılar yapan yazısında İslamî düşüncelerini şöyle özetliyor:
"Batı dışı kültürleri incelediğim sırada, İslamın özel potansiyelinin şuuruna vardım. Ani bir keşif değildi bu îslam, Arap medeniyeti üzerine ilk coşkulu yazımı 1946'da Şeyh îbrahimî'yle çok önem taşıyan karşılaşmamdan sonra yazmıştım. Ama şimdi îslam, hayatımın sorularına cevap getiriyordu.
"Bu asrın tenkidi şuurunu ilgilendiren başlıca üç noktada.
1. Hz. Muhammed (a.s.m.), hiçbir zaman yeni bir din ihdas etme iddiasında bulunmadı. Bize Hz. İbrahim'in temel inancını tebliğ etti. Kur'an'da Hz. Musa ve İsa, İslamın peygamberleridir. Dünya, onun içinde Yahudi, Hıristiyan, Müslüman birliğini kurabilir.
2. îslam, ilmi hikmetten, hikmeti de imandan ayırmaz. Müslüman ilim, Kurtuba Üniversitesi'nin en parlak döneminde, sebeplerin araştırılmasıyla gayelerin araştırılmasını birbirinden ayırmıyordu. Bu da ilmin ve tekniğin, ilim ve teknik bürokrasisine; politikanın Makyevelizme dönüşmesini engeller. Sadece "nasıl?" değil, "niçin?" sorusunu da sormaya zorlar.
3. islam, inançla politika arasındaki (insanın iki boyutu) ilişkiler mes'elesinin ortaya atılmasını sağlar ve onları kilise ile devlet arasındaki ilişkilerle (iki kurum illşkisi) karıştırmaz Fransa ve Avrupa'da çok sık olduğu gibi.
Bu idealleştirdigimiz İslam, nerede mevcut diyeceksiniz? Hiçbir yerde. Doğru. Bir Kitapta ve insan yüreklerinde var sadece. Hıristiyan toplumlarında hiçbir zaman mevcut olmadığı gibi.
Garaudy, bu ideal îslam toplumunun, tarihteki tek ve emsalsiz örneğinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından Medine'de kurulduğunu söylüyor. Böylece islam, Hıristiyanlıktaki bir boşluğu doldurmuş, topluluğun teşkilatlanmasını gerçekleştirmiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) oluşturduğu topluluk ne belirli bir kan, ne belirli bir toprak, ne belirli bir pazar, ne de belirli bir kültür üzerine kurulmuştur. Bir imanda birlik üzerine kurulmuştur ve herkese açıktır. İşte bana bu, insancıl bir toplumun temeli olarak görüldü."
"Ancak, tarih boyunca bir tek örnek İslam için az değil midir? derseniz, ben de, Hıristiyanlıkta, Yahudilikte ve sosyalizmde o bir tek örnek dahi yoktur, derim. Evet, böyle örneksiz bir dünyada bir tek örnek bile çoktur ve önemlidir."
İslam nedir? sorusuna ise şu cevabı vermektedir:
"Bana göre islam şudur: İslamın büyük Peygamberi, 'yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışın' derken, her şeyi anlatmıştır, İslam, anlaşılıyor ki, hem maddeye, hem de manaya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılamaz: 'ilim Çin'de bile olsa gidip alınız, çünkü ilim ve hikmet Müslümanın kaybolmuş malıdır, ara bul' diyor, islam... ilmin, çalışmanın burada sınırı yoktur, islam, dünyayı sarsan bu iki olaya sınır koymadıgına göre, dünyayı sarsmıştır. Nasıl sarsmıştır?
"Getirdiği sistemle." Bu sistem nasıldır?
"İnsanı, yaratılmışların en olgunu ve en şere'flisi olarak kabul ederken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsraf, gösteriş ve lüksü tamamen yasaklıyan, kazancı, alınterindeki damlacıklarda arayan, biriken sermayeyi fakire ölçülü ve ahlak kaideleri içinde aktaran, faizi, tembelliğe ve fakiri ezmeye ittiği için yasaklayan ve gayr-ı meşru serveti bu kaideyle imha eden bir sistemler manzumesidir İslam...
"Halife île kölenin eşit hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Bir deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir hadisedir. Hz. Ömer île kölesi bir şehirden bir şehire giderken deveye sıra île binerler. Zaman zaman devenin yularını halife çeker, zaman zaman da köle. İşte adalet ve hukukta aklın devrimidir bu. "İslamiyetle diğer dinler arasındaki farkı da şöyle açıklıyor:
"Fark şudur: Bana göre İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani İslam dışındaki bütün dinler, zamana uyduruldu. Reforma tabi tutuldu. Mukaddes kitaplar, çağlara göre tahrif edildi. Kur'an ise indirildiği günden beri hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu takip etti. Zaman yaşlandıkça, O gençleşti. İşte aradaki fark budur.
"Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar bunca savaşların bıraktığı korkunç sosyal, siyasî ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır bu..."
"Marksizm, kapitalizm ve İslam arasındaki fark nedir?", sorusu ise şöyle cevap buluyor: "Biri insanı devlete karşı esir eder. Diğeri ise, sermayeye karşı. Yani marksizm ile kapitalizmin ikisi de insanı sömüren sistemlerdir demek istiyorum. Ama İslam bunlara karşı, insana prestijini iade eden bir sistemdir."
"Dünyanın içinde bulunduğu büyük bunalımdan ancak Kur'an'la kurtulabiliriz" diyen Garaudy, bu kurtuluşun başlamış olduğuna da inanıyor "Batı'da İslam güneşi doğmuştur. Müslümanların sayısı da hızla artmakta ve bu durum Batıyı ürkütmektedir. Ne var ki,
bildiğiniz gibi, korkunun ecele faydası yoktur. Ben ve benim gibilerin vazifesi, kokuşmuş- Batıya, İslamı gerçek manasıyla tebliğ etmek ve İslamın müjdesini vermektir. Müslümanlar, Batılılaşma eğilimini bir an önce bırakmalıdırlar. Çünkü, Batı iflas etmiştir ve hastadır. Sağlıklı bir kişinin hastayı taklit etmesi ise manasızdır.
Müslümanların vazifesi nedir? Bunalımdan çıkabilmek için ne yapmalıdırlar: "Müslümanlar, içinde bulundukları bunalımlı ortamdan, Kur'an-ı Kerîmin mesajını tam manasıyla anlayıp uygulamaya soktukları zaman kurtulabilirler." Zira: "İslam. Allah'a, dünyaya, insana, ilimlere, san'atlara bakışı ile her insan ve her cemiyet için ayrılması mümkün olmayan İlahî ve beşerî temellerin her ikisine birden istinat eden yeni bir dünyanın inşa projesini mükemmelen vermektedir."
Fakat biz ne yapmıştık Türkiye'de? Garaudy. Fransa'daki merkeziyetçilikten şikayet edince bir derginin yazarı suçlanıyor:
"Ne yazık ki, biz de tüm kamu yönetim sistemimizi Fransa'dan kopye ettik."
Garaudy
ise cevaplıyor: "Bana öyle geliyor ki, siz, çağdaşlaşma ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmışsınız."
"Halbuki bu özendiğimiz Batı, öyle bir Batı ki, diyor, ben bu Batı'da doğu felsefesi. İslam medeniyeti hakkında tek kelime bilmeden otuz sene profesörlük ettim."
Böyle bir Batıya ve bütün insanlığa karşı Müslümanın görevi ve sorumluluğu nedir? Sayıca çoğalmak, paraca üstünleşmek, maddî bakımdan gelişmek, silah bakımından modernleşmek mi? Hayır!... Müslüman, ancak çağın problemlerine cevap bulabildiği ve bunu her vasıtadan yararlanarak dünyaya anlatabildiği ölçüde vazifesini yapmış olacaktır: "Batı'nın çözüm getiremediği, içinden çıkamadığı' meselelere İslam çözüm getiriyor. Müslümanlar olarak, bu meselelere çözüm bulmak üzerimize düşeri bir vazifedir. Müslüman olarak bizlerin vazifesi, Sovyetvari, ya da Amerikanvari değil. İlahî kaidelere dayalı, yeni, özel bir ekonomik gelişme modeli sunmaktır... Sosyal, kültürel ve öteki sahalarda da bu sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmeliyiz. İslam, bizim bugünümüzü ve geleceğimizi aydınlatan, onu yönlendiren değerler bütünüdür. Bunu anlatmak istiyorum."
Yıllarca akıl hocalığı ve "ruh mimarlığı" yaptığı Marksistler, Garaudy'nin bu fikirleri karşısında şaşkına dönüyorlar. Onlar, daha önce yazdığı eserleri hemencecik Türkçeye tercüme edip hatmederler ve Garaudy'yi üstad bilirlerdi. Oysa şimdiki eserlerine karşı büyük bir ilgisizlik ve lakaytlık göstermeye çalışıyorlar. Çünkü onlar, "Garaudy'nin tutarsızlıkları, aklını oynatmış olabileceği gibi fantezilerle uğraşmayı yeğlediler." Bu tesbitin yapıldığı Cumhuriyet Gazetesi, konuyu şöyle noktalıyor:
"Bu yabancılaşmanın son halkası İslamiyeti Garaudy'den öğrenme çabasıdır. Garaudy'nin son kitaplarının Türkçeye kazandırılması ne kadar olumlu ise, İslamiyet'i Garaudy'den öğrenmeye kalkmak da o kadar saçmadır ve aslında öğrenmemek demektir."
Ancak unutulmamalıdır ki, ülkemizde hala Avrupa üflemekte, bizler oynamaktayız. Bu açıdan da Garaudy'nin bilhassa sol çevrelerde İslamiyeti yeniden keşfetmeye vesile olduğunu kabullenmek zorundayız.
Elbette, îslamı bir bütün olarak yeni kabul etmiş bir insanın çelişkileri olacaktır. Anadan doğma Müslümanların dinlerini Garaudy'den öğrenmeye ihtiyaçları da yoktur. Ama, îslamiyti öğrenmeye çok muhtaç aydınlarımız bulunduğu, Garaudy dolayısayla bir kere daha anlaşılmıştır. Zaten Garaudy'nin de Müslümanlara îslamiyti öğretmek diye bir iddiası yoktur. Bunu İstanbul'daki basın toplantısında şöyle ifade eti:
"Benim kitabım Müslümanlar için değildir. Bunu Müslümanlara akıl vermek için değil, kendi vatandaşlarıma îslamı duyurmak için Yazdım. Bu bakımdan da asıl da, îslam bizim geleceğimizdir."
Garaudy'ye, yine aynı toplantıda, "çok değiştiniz, İslam sizin için bir son olacak mı?" diye de soruldu. O da, "benim yapım değişmekle varlığını devam ettirir, değişmezse ölür. Ancak, aranan doğru bulunmuşsa, o zaman değişme, başkalaşma, değil; bulunan doğruda derinleşme olur" demişti.
Dileğimiz, Garaudy'nin bulduğu doğruda derinleşmesi ve yarım asırlık marksist kültürünün etkilerinden yüzdeyüz kurtularak Hakka hizmet etmesidir.
Diğer Müslümanlara düşen ise, Garaud'ye de ufuk açıcı seviyede çalışmalarla İslamın ilmî, fikrî temellerini, gerçeklerini gün ışığına çıkarmaktır. Yoksa, bazılarının yaptığı gibi, biraz elli yıllık marksist kültürünün te'siri, biraz nefis müdafaası, biraz da İslam hakkındaki bilgi noksanı sebepiyle, onu içinde bulunduğu yanlışlarla itham etmek değil... Hele gidip sünnetine takılmak hiç değil...
Asıl yapılması gereken Garaudy'lere de yol gösterici ve ufuk açıcı çalışmalar ve araştırmalar yapmaktır. Onun deyimiyle, İslam'ın bugünkü problemlere çare ve çözüm olabileceğini isbatlayan çabalar gereklidir. Bunu gösterebildiğimiz, yayabildiğimiz müddetçe daha çok Garaudy'ler "kelime-i şehadet"i söylemekte tereddüt etmeyecektir.

Türk Tarih Felsefesi




Bayram Akcan
Türk Tarih Felsefesi
Bir millet hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorsanız onun tarih felsefesini araştırmanız gerekmektedir. Tarih bir milletin yaptığı işi, tarih felsefesi ise; onu buna iten sebeplerdir. Diğer bir ifadeyle tarih maddi hali, tarih felsefesi ise maddi halin arkasındaki ruh halini ortaya koyar. Büyük bir tarihi olan bir milletin çocukları olarak bizde, tarih felsefemizin ışığında yeniden dirilişin mayasını hazırlamalıyız.

Büyük milletlerin büyük tarihi, büyük tarihi olan milletlerin de tecrübeleri fazla olur. Dünyanın en köklü milletlerinden birisi olan Türk milleti, hem tarih yapan hem de tarihi şekillendiren bir millettir. Çünkü çoğu milletlerin tarihinde de Türkler derin izler bırakmıştır. Montesquieu “Türkler olmasaydı tarih olmazdı” diyor. Büyük bir tarihi olan Türk milletinin tarihini yazacak tarihçisinin ve tarih felsefesini anlatabilecek ilim adamının az olması mânidardır. Bugün her vesile ile övündüğümüz tarihimizin felsefesini ortaya koyamamamız bizim tarihten yeteri kadar faydalanmadığımızı gösterir. Aynı milletin geçmiş ile yaşadığı zaman arasında derin bir idrak, vicdan, ahlak ve din anlayışı farkı mevcutsa, tarih felsefemizin hâla sağlam bir zemine oturtulamadığının kanıtıdır. Tarih felsefesi geçmiş ile bugün arasında bir köprü geleceğe uzanan eldir. Tarih üzerinde bir müddet düşünmek, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde analizini yapmak gerekmektedir. Tarih felsefesi milletin dünyayı nasıl yorumladığını, hayata bakış açısını, değerlerini ortaya koyan disiplindir. Bir millet hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorsanız onun tarih felsefesini araştırmanız gerekmektedir. Tarih bir milletin yaptığı işi, tarih felsefesi ise; onu buna iten sebeplerdir. Diğer bir ifadeyle tarih maddi hali, tarih felsefesi ise maddi halin arkasındaki ruh halini ortaya koyar. Büyük bir tarihi olan bir milletini çocukları olarak bizde, tarih felsefemizin ışığında yeniden dirilişin mayasını hazırlamalıyız. Tarih bilmek ile tarihle ilgili bütün meselemizi hallettiğimiz inancı yanlıştır. Bir başka yanlış olan nokta da tarihten gerekli şekilde faydalandığımız inancıdır. Tarih bilip de tarih felsefesi üzerinde yoğunlaşmamak, yaşanılan her hangi tarihi bir olayda kafa yormadan kronoloji hesabı yapmak tarih adına zaaflarımızdan birisidir. Tarihi savaşlardan ibaret gibi düşünmek ve göstermek tarih ilmine olduğu kadar millete de ihanettir. Çünkü tarih geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurduğu cemiyetler de millî şuuru uyandırmada önemli bir yere sahiptir. Bugünkü durumu neden düştüğümüzü ve bundan kurtulabilmenin sebepleri öğrenmede tarih felsefesine ihtiyaç duyarız. Millî tarih hakkındaki “neden yada niçin” sorularının cevaplarını bize yine tarih felsefesi verir. Eğer bugün siyasi ve ahlaki buhranın içindeysek bunun cevabını tarih felsefesinde bulabiliriz. Bir örnek vermek gerekirse; sık sık ifade edilen “maddi sıkıntı yüzünden yakında millet isyan edecek” sözünü söyleyenler tarih felsefesini bilmediklerinden, cehalet örneği sergilemektedirler. Zira Türk devlet felsefesinde böyle bir olaya hiç rastlanmamıştır. Bazı gruplar eylem yada yürüyüş yapabilir ama bunu milletin tamamına mal etmek yanlıştır. Türk tarihinde bir devir gösterin ki; milletimizin kendi devletine karşı herhangi bir sebepten dolayı isyan emiş olsun. Devletin, Türk milletinin hayatında önemli bir yere sahip olduğunu aklı başında olan herkes bilir. Geçmişi ile bugünü arasında derin uçurumlar olan milletlerin, tarih felsefelerini ihmal eden milletlerin olması birer tesadüf değildir. Tarih felsefesi insanlara kendi tarihini daha iyi yorumlama ve anlama imkanı verir. Genellikle yaşlılarımızda gördüğümüz aşırı ecdat sevgisinin temelinde tarih felsefesinin izlerini görmemeniz onun ne derecede önemli olduğunu gösterir. Millî eğitim politikamızda da çocuklarımıza tarih ile birlikte tarih felsefesini öğretmeliyiz. Yetişen nesil atalarının sadece yaptığı savaşları değil, dünyayı yorumlama şeklini de öğrenmelidir. Yoksa koskoca tarihimiz savaş tarihi olarak kalacaktır. Tarih felsefesinin ne kadar önemli olduğu şu üç tarihi vaka ile açıklamak yerinde olacaktır. Avrupa’yı tirtir titreten Türk Başbuğ’u Atilla, misafirlerine altın kapta yemekler ikram ederken, kendisi tahta çanaktan tek türlü yemek yiyordu. Ondan asırlar sonra gelen ve Atilla’dan habersiz olan cihan padişahı Yavuz Sultan Selim’in de yemek usulü aynıdır. Atilla’nın Bizans hükümdarına yazdığı mektuptaki üslubu, hitap tarzının aynısını Kanuni’nin François’ya gönderdiği mektubunda da görebiliyoruz.
* * *Fatih Sultan Mehmed, yaptırdığı medresenin hocalarına odalardan birini kendisine vermelerini, devlet işlerinden fırsat buldukça ilmi incelemelerde bulunmak istediğini söyler. Baş müderris ise koca Fatih’e:
- Sultanım medrese de bir oda sahibi olmak için hiç değilse danışmend (Doçent) lik ilmi payesini ikrar etmiş olmak gereklidir. Sizin ise böyle bir ilmi payeniz yoktur. Bu bakımdan size oda tahsis edemeyiz.
Bu cevap üzerine Fatih şunu sorar:
- Üstadlarım, benim burada oda sahibi olmamın çaresi, yolu nedir?
- Sultanım, müderrisler heyeti huzurunda imtihan olunuz; eğer sahip olduğunuz bilgiler bir danışmendin bilgisi kadar veya ondan üstün ise size bir oda tahsis olunabilir. Fatih belirlenen günde müderrislerin huzurunda imtihan edilir, imtihanı başarır ve bir odaya sahip olur.
* * *Tiryaki Hasan Paşa’yı anlatmak yerinde olur. Altı ile sekiz bin kişilik bir kuvvetle Kanije’yi müdafaa ederek 80 bin kişilik Nemçe ordusunu yeniyor. Padişahın takdirini kazanan Paşa’ya Hatt-ı Humayunla vezaret tevcihi ediliyor. Paşa bu ilgi karşısında hüngür hüngür ağlıyor. Paşa’nın ağlama sebebi; daha önce böyle işler için Hatt-ı Hümayunla vezaret tevcihi olmaması. Paşa’ya neden ağladığı sorulunca da “Bizim yaptığımız nedir? Haçlı donanmasını yenen Piyale Paşa’ya, Hatt-ı Hümayunla vezaret tevcih edilmedi. Biz ne oluyoruz ki, böyle bir tevcihe layık olalım. Halife-i İslam’ın Hatt-ı Hümayunu cüz-i hizmetlere mükafat olmaya başladı. Buna teessür etmeyeyim de neye edeyim. Devlet bu kadar düştü mü ?”
Bugün ben devlet hizmetini yerine getiremiyorum, aldığım maaş haramdır diyen bir tek adam gördünüz mü? İşte tarih felsefesi budur. Biraz muhasebe ve öze dönüş gerek.
www.ufukotesi.com'dan alıntı yapılmıştır.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

ÖRÜMCEK ADAM GERÇEK OLUYOR


İtalyan bilim insanları, tıpkı ünlü çizgi roman kahramanı Örümcek Adam gibi duvarlara tırmanıp çatılardan aşağı sarkmaya olanak tanıyacak bir teknoloji geliştirdiklerini açıkladı.

LONDRA - İtalyan bilim insanları, yakın gelecekte tıpkı ünlü çizgi roman kahramanı Örümcek Adam gibi duvarlara tırmanıp çatılardan aşağı sarkmaya olanak tanıyacak bir teknoloji geliştirdiklerini açıkladı. İtalya'nın Torino kentindeki Politeknik Üniversitesi uzmanlarının yaptığı çalışmada, örümcek ve kertenkelelerin dik yüzeylere ayaklarındaki küçük kıllarla tutunmalarından yola çıkıldı ve bu kılların yerine 'karbon nanotüpleri' adı verilen malzeme geliştirildi. Bu malzemelerle kaplı ayakkabı ya da eldivenler sayesinde insanlar birinden diğerine atlayarak gökdelenler arasında dolaşabilecek. www.habervitrini.com

3 Temmuz 2008 Perşembe

Güneş Sisteminde Yeni Gelişmeler




Güneş sistemi bir yumurta biçiminde
Güneş sisteminin bilindiği gibi bir daire şekilde olmadığı, kocaman bir el içeri doğru itmiş gibi kenarında girinti bulunduğu ortaya çıktı
Voyager 2 uzay aracının gönderdiği verileri
analiz eden araştırmacılar, Güneş Sistemi’nin bir yumurta biçiminde
olduğunu, çünkü Güneş’in yaydığı parçacık rüzgarlarının, bir
yıldızlararası manyetik alandan kaynaklanan gazlarla çarpıştığını
belirlediler.
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) 1977’de fırlattığı bu uzay
aracı, Dünya’dan yaklaşık 10 milyar kilometre uzaklıkta, güneş
rüzgarlarının sesüstü hızdan sesaltı hazı aniden düştüğü bu yerdeki bu
"uç çarpışma noktası"nı geçen yaz birkaç kez geçti.
Güneş Sistemi’nin sınırlarıyla ilgili bu yeni bilgileri Nature
dergisindeki bir makalesinde sunan Arizona Üniversitesi’nden astronom
Randy Jokipii, bu çarpışmanın, bir musluktan çıkan suyla evyenin yüzeyi
arasındaki karşılaşma ve kenarlarda toplanan suyun geri sıçramasıyla
karşılaştırılabileceğini belirtiyor.
Bu "uç çarpışma noktası"nın ötesinde, güneş rüzgarlarının etkisi,
Güneş Sistemi’nin dış sınırları anlamına gelen "heliopoz" düzeyine dek
azalıyor.
Jokipii, Plüton’un yörüngesinin ötesinde bulunan ve heliosfer adlı dev
bir kabarcıkla çevrili "heliopoz"un, Güneş ile Dünya arasındaki
uzaklığın 130 ila 150 katı (yaklaşık 20 milyar kilometre) olduğunun
tahmin edildiğini kaydediyor.
"Uç çarpışma noktası"nı 2004 yılı aralık ayında ilk kez geçen Voyager
1, güneş rüzgarlarının hızını, yoğunluğunu ve sıcaklığını ölçecek cihazı
bulunmamasına karşılık, güneş rüzgarlarının bu "ses duvarı"na Voyager
2’nin geçtiğinden 1.5 milyar kilometre daha kısa mesafede ulaştı.
Astronomlar böylece, Güneş Sistemi’nin tam bir yuvarlak olmadığını
anladılar.
Voyager 2 uzay aracı, bu "uç çarpışma noktası"nın ötesinin
sıcaklığının beklenenden daha yüksek olduğunu da ölçerek, çarpışmanın
etkisiyle hızlanan yıldızlararası kozmik ışın parçacıklarına bir enerji
transferi olabileceğini belirledi.
İnsanoğlunun, Dünya’dan böylesine uzakları keşfetmek için inşa ettiği bu
2 uzay aracı, saniyede 17 kilometre hızla yol alırken, Güneş Sistemi’nin
sınırlarını incelemek için gelecekte de onlarca yıl boyunca tek bilgi
kaynağı olmayı sürdürecek.

14 Haziran 2008 Cumartesi

SÜMER MEDENİYETİ

GEÇMİŞ MEDENİYETLERİN HAYRANLIK UYANDIRAN İZLERİ
SÜMER MEDENİYETİ
Phillip Johnson
Darwinist bilim adamları insanlık tarihinin sözde evrimini anlatırlarken, çok önemli bir konuda daha aciz kalmaktadırlar. Bu da insanlığın üniversiteler, hastaneler, fabrikalar, devletler kurmasına, besteler yapmasına, olimpiyatlar düzenlemesine, uzaya gitmesine vesile olan, kısaca insanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri olan "akıldır."
Evrimciler insan aklının, sözde yaşayan en yakın akrabası şempanzelerle ayrıldıktan sonra yaşanan süreçte evrimleşerek bugünkü halini aldığını iddia ederler. Aklın sözde evriminde var olduğunu iddia ettikleri sıçramaları ise beyinde meydana gelen rastlantısal değişimlere ve alet yapımı yeteneğinin geliştirici etkisine dayandırırlar. Bu iddialarını televizyon belgesellerinde, dergi ve gazete yazılarında sık sık karşımıza çıkarır ve önce taştan bıçak, sonra da mızrak yapmayı öğrenen maymun adamların hikayesini anlatırlar. Ancak bu propaganda geçersizdir. İnsanlara aktarılan senaryolar bilimsel gösterilmeye çalışılmalarına karşın tamamen bilim dışıdır ve tek kaynakları Darwinist ön yargılardır. Ve kuşkusuz en önemlisi, insan aklının maddeye indirgenemez oluşudur. Bu gerçek materyalizmin geçersizliğini belgeleyerek aklın evrimi iddialarını temelinden yıkmaktadır.
Gerçekte aklın evrimle ortaya çıktığını iddia eden evrimciler, ilkel bir akıl seviyesine sahip olmanın neye benzediğini kişisel olarak tecrübe etme ve sözde evrimsel süreçteki şartları tekrarlama imkanına sahip değildirler. Evrimci yayınlarıyla bilinen Nature dergisinin editörü Henry Gee, bir evrimci olmasına karşın bu tür iddiaların bilim dışı olduğunu açıkça kabul etmektedir:
Mesela, insanın evriminin, vücudun duruşu, beyin hacmi ile ateş, alet kullanımı gibi teknolojik başarılar ve lisanın ortaya çıkmasını sağlayan el-göz koordinasyonundaki gelişmelere bağlı olarak geliştiği söylenir. Ancak bu gibi senaryolar subjektiftir. Deneylerle asla test edilemezler, öyleyse bilimsel değildirler. Genelde kullanımda olmaları, bilimsel testlere değil, sahiplerinin iddia ve otoritesine dayanır.51
Bu tür senaryolar bilim dışı olmalarının yanı sıra mantıksal açıdan da tutarsızdırlar. Evrimciler sözde evrimle ortaya çıkan akıl sayesinde alet kullanımının ortaya çıkıp geliştiğini; alet kullanımı sayesinde de aklın geliştiğini savunmaktadırlar. Oysa böyle bir gelişim ancak insan aklı zaten mevcutken mümkündür. Bu anlatıma göre ilk olarak teknolojinin mi yoksa aklın mı sözde evrimle ortaya çıktığı sorusu cevapsızdır.
Darwinizm'in en etkili eleştirmenlerinden Phillip Johnson bu konuda şunları yazar:
Aklın ürünü olan bir teori, teoriyi üreten aklı uygun bir şekilde asla açıklayamaz. Mutlak doğruyu keşfeden üstün bilimsel aklın hikayesi ancak ve ancak aklı verilmiş bir yetenek olarak kabul ederseniz tatmin edicidir. Aklı kendi icatlarının bir ürünü olarak açıklamaya çalıştığımız anda, çıkışı olmayan aynalı bir koridora girmişizdir.52
Darwinistlerin insan aklını açıklamakta aciz kalmaları, insanlığın kültürel ve sosyal tarihi hakkında öne sürdükleri iddiaların da geçersiz olduğunu gözler önüne serer. Nitekim buraya kadar incelediğimiz bütün bilgiler ve bulgular da Darwinist bilim adamlarının, "tarihin evrimi" iddiasını tam anlamıyla geçersiz kılmaktadır.
İnsanlık tarihi, eski dönemlerde yaşayanların -evrimcilerin iddialarının aksine- tahmin edilenden çok daha üstün bir teknoloji ve medeniyete sahip olduklarını gösteren yüzlerce delil ve bulguyla doludur. Bunlardan biri de Sümer medeniyetidir. Sümerlerin geriye bıraktığı eserler, insanoğlunun binlerce yıl önce sahip olduğu bilgi birikiminin delillerindendir.
İleri Bir Medeniyet: Sümerler
Mezopotamya, Yunancada "nehirler arasında" anlamına gelir. Bu bölge, dünyadaki en verimli topraklardan biridir ve bu özelliğiyle büyük medeniyetlerin geliştiği bir bölge olmuştur.
Bu toprakların güneyinde bulunan ve bugün Kuveyt ve Kuzey Suudi Arabistan olarak bilinen bölgeden çıkan bir grup insan, diğer topluluklardan farklı bir dil konuşuyor, şehirlerde oturuyor, hukuki düzene dayalı bir monarşi ile yönetiliyor ve yazıyı kullanıyorlardı. Bu toplum Sümerlerdi. MÖ 3000'den itibaren büyük şehir devletleri kurarak gittikçe genişlemiş, geniş kitleleri kontrol altına almışlardı.53
MÖ 2000'lerde Antik Yakın Doğu halklarının yayılması Sümerlerin kültürel alanları Sümerler MÖ 3000'den itibaren büyük şehir devletleri kurarak sürekli genişlemiş ve geniş kitleleri kontrol altına almışlardı.
Sümerler ilerleyen tarihlerde, Akad toplumu tarafından yenilgiye uğratılarak kontrol altına alınmışlardır. Ancak Akadlar, Sümerlerin kültürünü, dinini, sanatını, hukukunu, yazısını, devlet yapısını ve edebiyatını benimseyerek, Mezopotamya uygarlığının devam etmesini sağlamışlardır.
Sümerler döneminde teknolojiden sanata, hukuktan edebiyata kadar tüm alanlarda önemli gelişmeler yaşanmıştır. Sümerlerin gelişmiş ticaretleri ve güçlü bir ekonomileri vardı. Tunç metalurjisi, tekerlekli araçlar, tekneler, heykeller ve anıtsal yapılar bu dönemdeki hızlı gelişimin günümüze ulaşan kanıtlarından birkaçıdır. Ayrıca Sümerlerin, günümüze kadar ulaşamamış olan birçok el sanatına da sahip olduğu bilinmektedir. Mezopotamya kentleri için önemli bir dış satım malı olan yün dokumaların dokunup boyanması da, gelişmiş yan sanatlara örnek olarak verilebilir..54
Sümerlerin toplumsal alanda da gelişmiş bir yapılanması vardı. Sümer devleti monarşik bir yapıya sahipti. İktidarda bulunan rahip-kral, devleti bir dizi bürokratlar yardımıyla yönetiyordu. Yardımcıları, hasattan sonra, ürünleri halk arasında paylaştırır, toprakları gezip gözlem yaparlardı. Sümerlerin sahip olduğu yönetim sisteminin temelini bürokrasi oluşturmaktaydı. Her bölgedeki rahip, orada yaşayan halkın sorumluluğunu üstüne alır ve özellikle büyük şehirlerde gıda paylaşımının dikkatli bir şekilde yapılmasını sağlardı. Rahiplerin bu çalışmaları kaydedilerek saklanırdı.
Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce yaşamış olan Sümerlerin sosyal, sanatsal, bilimsel ve ekonomik alandaki yaşantıları, evrimcilerin öne sürdükleri sözde "ilkelden gelişmişe doğru ilerleyen insan" modeliyle tamamen çelişmektedir. Sümerlerin inşa etmiş olduğu büyük medeniyet hem kendi devrinde son derece ileridir, hem de günümüzde dahi pek çok toplumla kıyaslandığında oldukça gelişmiş bir medeniyettir. Evrimcilerin iddialarıyla, sözde maymunsuluktan bir müddet önce kurtulmuş, hırıltılar çıkarmaktan konuşmaya geçeli kısa bir süre olmuş, daha yeni sosyalleşmeye başlamış, hayvan yetiştirmeyi, tarımla uğraşmayı yeni öğrenmiş insanların nasıl olup da bu derece gelişmiş bir kültür inşa ettikleri açıklanamaz. Açıkça görülmektedir ki, tarihin her döneminde insan zihniyle, yetenekleriyle, zevkleriyle, sosyal ilişkileriyle insan olarak var olmuştur. Evrimcilerin çeşitli yayın organlarında sıkça gündeme getirdikleri, ateş başında oturan, mağaralara sığınmış, kaba taştan aletler yaparak günlerini geçiren yarı maymun-yarı insan çizimleri ise hayal ürünü olmaktan öteye gitmeyen, tarihsel, arkeolojik ve bilimsel bulgularla hiçbir şekilde uyuşmayan hikayelerden ibarettir.
Geçmiş toplumların inşa etmiş oldukları köklü medeniyetler, Darwinistlerin sözde "ilkelden medeniye doğru ilerleme" tezinin gerçeği yansıtmadığını göstermektedir. Sümer medeniyeti de bu durumun örneklerinden biridir.
Sümerler ve Bilim
Sümerler 12 aydan oluşan bir takvime sahiplerdi. Ayrıca pek çok takımyıldızın haritasını çıkarmışlardı ve Merkür, Venüs, Jüpiter gibi gezegenlerin hareketlerini de takip edebiliyorlardı. Sümerlerin tespitlerinin doğruluğu, günümüzdeki bulgularla da doğrulanmaktadır.
Sümerler yaptıkları gözlemlere dayanarak Güneş Sistemimiz'de 12 gezegen olduğunu düşünüyorlardı. Sümerlerin elde ettiği bu sayıya Güneş ve Ay da dahildi. Sümerlerin 12. gezegen ya da bazı kaynaklarda Nibiru olarak adlandırdıkları bu gezegen, yakın zamanda pek çok bilim adamı tarafından varlığı kabul edilen ve Gezegen X olarak adlandırılan 10. gezegendir.
Soldaki resimde Sümerlerin Güneş Sistemi çizimleri görülmektedir. Buna göre Güneş ortada yer almakta ve gezegenler de Güneş'in etrafında dönmektedirler.
Sümerler, matematikte sayı sistemini uygulamışlardır. Günümüzde kullanılan 10 sayısına dayalı matematik sistemi yerine, 60 sayısına dayalı bir matematik sistemi kullanmışlardır. 60 sayısı, halen bazı hesaplamalarda önemli bir yer tutar, bir saatin 60 dakikadan, bir dakikanın 60 saniyeden oluşması ya da dairede 360 derece olması gibi... Bu nedenledir ki, geometri ve cebirin de ilk formüllerini ortaya koyan Sümerlerin matematik bilgileri, günümüz matematiğinin temeli olarak kabul edilir.
Ayrıca Sümerler, astronomide oldukça ileri bir düzeye ulaşmış, ay, yıl, gün hesaplarını günümüzle neredeyse aynı şekilde yapmışlardır. 12 aydan oluşan bir takvime sahip olan Sümerlerin takvimini, Antik Mısırlılar, Yunanlılar ve bazı Semitik toplumlar da kullanmıştır. Bu takvime göre, bir yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsimden oluşmaktaydı. Yaz mevsimi ilkbahardaki gün dönümünde, kış mevsimi ise sonbahardaki gün dönümünde başlıyordu.
Sümerler, "Ziggurat" adını verdikleri kulelerde uzayı da incelemişlerdir.55 Güneş ve Ay tutulmalarını önceden saptayabildikleri, çeşitli kayıtlarda açıkça görülmektedir. Sümerlerin bir diğer astronomik bulgusu da, pek çok takımyıldızın haritasını çıkarmış olmalarıdır. Güneş ve Ay'ın yanı sıra, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün de hareketlerini takip edip kaydetmişlerdir. Bundan 5000 yıl önce Sümerlerin uzayla ilgili yaptıkları bilimsel saptamalar, bugün uzay araçlarından gönderilen görüntülerle doğrulanmaktadır.
Hiç şüphesiz bu durum, tarihin evrimi iddialarıyla tamamen çelişmektedir. Ortada, günümüzün dev teleskopları, gelişmiş bilgisayarları, her türlü teknik alt yapıya sahip gözlem merkezleri sayesinde ancak yeni elde edilmiş bilgileri, bundan 5000 yıl önce keşfetmiş bir topluluk vardır. Bu durumda evrimci bilim adamlarının yapması gereken, ön yargılarını bir kenara bırakarak, bilimsel ve tarihsel bulguların onlara gösterdiği gerçeğe göre hareket etmektir. Ve bu gerçek, Darwinistlerin iddia ettiği gibi, medeniyetlerin sürekli ilkelden gelişmişe doğru ilerlediği, toplumların ve kültürlerin evrim geçirdiği tezinin bilimsel ve tarihsel bir geçerliliği olmadığını göstermektedir. Medeniyetler kuran, besteler yapan, sanat eserleri meydana getiren, görkemli yapılar inşa eden, uzayla ilgili araştırmalar yapıp önemli veriler elde eden, bilimsel gelişmelere imza atan, teknolojik buluşlar ortaya koyan insanın tarihini sözde evrimsel bir süreçle açıklamaya çalışmanın temelinde yatan neden, birtakım ideolojik kaygılardır. Bilim adamlarına yakışan tavır ise ideolojik kaygılara göre değil, deneylere, bulgulara, gözlemlere kısaca bilimsel verilerin ortaya koyduğu delillere göre davranmaktır.
Ziggurat
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, herşeye güç yetirendir. (Al-i İmran Suresi, 189)
Nemrud Merceği
Günümüzden yaklaşık 3000 yıl öncesine ait, mercek görünümündeki parça , "bilim tarihinin belirlenmesi konusunda önemli bir buluş" olarak nitelendirilmektedir. Bilim tarihi insanın, ilk ortaya çıktığı andan itibaren zihniyle, yetenekleriyle, zevkleriyle insan olarak var olduğunu göstermektedir.
1850 yılında arkeolog John Layard'ın elde etmiş olduğu bir bulgu, "Merceği aslında ilk olarak kim kullandı?" sorusunu gündeme getirmiştir. John Layard, şimdiki Irak topraklarında yaptığı kazıda, günümüzden 3000 yıl öncesine ait mercek görünümünde bir parça bulmuştur. Halen İngiliz Müzesi'nin arşivinde yer alan bu parça, bilim dünyasında bilinen ilk merceğin Asurlular döneminde kullanıldığını göstermiştir. Roma Üniversitesi'nden Prof. Giovvani Pettinato da, bilim tarihinin belirlenmesi konusunda önemli bir buluş olarak nitelendirdiği bu parçanın, Asurluların kapsamlı astronomi bilgisinin kaynağını da açıkladığını söylemektedir. Asurlular, Satürn gezegenini ve bu gezegenin etrafındaki halkaları tespit etmiş bir toplumdu.56
Bu merceğin hangi amaçla kullanılmış olduğu elbette tartışılabilir bir konudur, ancak açık bir gerçek vardır, o da geçmiş toplumların hepsinin evrimci bilim adamlarının öne sürdüğü gibi basit bir hayat yaşamadıklarıdır. Geçmişteki toplumlar da, bilimi ve teknolojiyi kullanmış, köklü medeniyetler inşa etmiş, gelişmiş bir yaşam sürmüşlerdir. Nasıl bir yaşam sürdüklerine dair günümüze son derece kısıtlı bilgi ulaşmıştır. Ama ulaşan bilgilerin hemen hepsi bu toplumların evrim geçirmediğini açıkça göstermektedir.
Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphesiz, bunda iman edenler için bir ayet vardır. (Ankebut suresi, 44)

Bağdat Pili
Resimde görülen, 2000 yıl öncesine ait "Bağdat pili" olarak adlandırılan bu parçayla ilgili araştırmalar, bunun akım üreten bir pil olarak kullanıldığını kanıtlamaktadır.
1938 yılında Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından bulunan vazo görünümündeki bir parça, "Bağdat Pili" olarak adlandırılmaktadır. Peki yaklaşık 2000 yıllık bir geçmişi olduğu hesaplanan bu parçanın pil olarak kullanıldığı sonucuna nasıl varılmıştır? Zira, eğer bu parçanın pil olarak kullanıldığı doğruysa -ki yapılan araştırmalar doğru olduğunu göstermektedir- medeniyetin sürekli ileri gittiği, geçmişteki toplumların ise geri koşullarda yaşadığına dair tüm teoriler yerle bir olmaktadır. Ağız kısmı asfaltla kapatılmış olan bu toprak kabın iç kısmında bakır bir şerit bulunmakta, bu da bir tüp içinde durmaktadır. Alt kısmından bakır bir diskle kapalı olan bu tüp, daha çok asfaltın kullanıldığı bir ortam içindedir. Kısa bir demir çubuk üst taraftaki asfalt kapak aracılığıyla tutturulmuş ve bakır tüpün içine doğru sallanır pozisyondadır. Ancak hiçbir noktayla temas etmemektedir.
Kabın asitli bir sıvıyla doldurulması durumunda ise, akım üreten bir pil elde edilmiş olunur. İşte bu, elektrokimyasal reaksiyon olarak bilinen olaydır ve günümüzde kullanılan pillerin işleyiş mekanizmasından hiçbir farkı yoktur. Bağdat piliyle yapılan denemelerde 1.5-2 volt arasında enerji elde edilmiştir.
Bu durumda önemli bir soru daha gündeme gelmektedir: Bundan 2000 yıl önce pil, ne için kullanılmaktadır? Ortada bir pil olduğuna göre, pille kullanılan birçok da cihaz ve alet olması gerektiği açıktır. Ve bu durum, bundan 2000 yıl önce yaşayan insanların bilinen ve tahmin edilenden çok daha gelişmiş yaşam standartlarına sahip olduklarını bir kez daha göstermektedir.

51. Henry Gee, In Search of Deep Time: Beyond the Fossil Record to a New History of Life, The Free Press, A Division of Simon & Schuster, Inc., 1999, sf. 5 52. Phillip E. Johnson, Reason in the Balance: The Case Against Naturalism in Science, Law & Education (Downers Grove, Illinois: InterVarsity Press,1995), sf. 62 53. Temel Britannica, Cilt 16, Ana Yayıncılık, İstanbul: Haziran 1993, sf.20354. Georges Contenau, Everday Life in Babylon and Assyrıa, Edward Arnold Publishers, London, 196455. S.N.Kramer, Tarih Sümer'de Başlar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara: 1990, sf. 224-23156. http://news.bbc.co.uk/1/low/sci/tech/ 380186.stm

ORTA ASYADAKİ TÜRK PİRAMİTLERİ

Bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde yer alan, Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edilmiş, etrafında irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde bir piramit bulunmaktadır;

BEYAZ PİRAMİT
Beyaz Piramit’in ikinci dünya savaşı sırasında Çin’e yardım malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen fotoğrafı 1957 yılında ilk kez Life dergisinde yayınlanmıştır.
Bu piramitleri araştırmak üzere1994 yılında Şensi bölgesinde bir araştırma gezisi yapan Alman bilim adamı Hartwig Hausdof kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin vermiştir. Hausdorf’a göre piramitlerin yapım tarihi en az M.Ö. 2500’ler civarındadır.
Bölge Çin Halk Cumhuriyeti tarafından yasak bölge ilan edilmiş olduğundan dolayı Piramitler içerisinde bulunan Mısır medeniyetinden çok ileri bir teknikle mumyalanmış olan cesetler ve Ön-Türkçe yazıtlar üzerinde araştırma yapılamamaktadır.
Türk Bilim adamı Kazım MİRŞAN yaptığı araştırmalarda Ön-Türk uygarlıkları tarafından OT-OĞ olarak isimlendirilen Ön-Mısır’a M.Ö 3000 Yıllarında Doğu Anadolu’dan Isub-Ög yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım MİRŞAN’ın bugüne kadar anlamı çözülemeyen 184 adet mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000’li yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse Piramit inşa teknolojisinin Eski Mısır’a Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Tüm İnsanlık tarihini değiştirerek; MEDENİYETİN ASIL YARATICISININ TÜRKLER OLDUĞU SONUCUNU DOĞURAN bu olağanüstü keşif batılı bilim adamları(!) tarafından ısrarla görmezlikten gelinmekte ve insanlığın bilgisinden daha uzun süre saklanması mümkün olmayan bu piramitleri başka bir uygarlığa mal etmeyi amaçlayan maksatlı çalışmalar yapılmaktadır.
Ayrıntılı bilgi için Ön-Türk Uygarlığı Araştırmaları Merkezi ve Töre Yayın Grubu tarafından basımı yapılan Haluk TARCAN’ın “Ön-Türk Uygarlığı – Resmi Tarihin Çöküşü” (2. Baskı) adlı eserine bakabilirsiniz.
İlgi adresler:

Beyaz Piramit
http://www.crystalinks.com/pyramidchina.html
http://www.earthquest.co.uk/china/china.html
http://www.lauralee.com/chi_pyr.htm
http://www.trilobia.com/pyramids.htm
http://webmongrel.com/dzone/chinapyramids/

KAZIM MIRSAN http://www.geocities.com/kazimmirsan/

KURÂN-I KERÎM “B” MEÂLİ

KURÂN-I KERÎM “B” MEÂLİ
Değerli dostlarım…
Kurân-ı Kerîm'in, işaret ettiğimiz anlamlarına açıklık getiren bir meâl istenildi yıllardır…
Lûtfu ilahi ile, isteklerinize büyük ölçüde cevap verecek olan ve dahi Türkiye’de bir benzeri olmayan Kurân “B” Meâli’ni sizlere takdim ediyoruz!.
Şimdi, yeniden “OKU”maya çalışalım, İslâm DİNİ’nin yüce bilgilerini, yepyeni bir anlayışla!.
Dostlarım…
İnsan, ne aradığını bilmezse, gözünün önündekileri dahi göremez olur!.
Kişinin, neyi araması gerektiğini bilmesi işin başıdır!.
Bilmediğinizi aramazsınız!.
Hazreti Muhammed aleyhisselâmın sırlar içeren muhteşem mesajları, asırlardır örtüle örtüle; bugün, son derece kısır ve sığ bir “DİN” anlayışı ile şartlanmışız!. Bu yüzden de, evrensel insana evrensel gerçekleri anlatan ve kıyâmete kadar geçerliliğini kaybetmeyecek olan Kurân-ı Kerîm’i değerlendiremiyoruz.
Gökte bir yerlerde oturan ulu tanrının, yanındaki melekleri, yeryüzünde seçtiği postacısına yollaması; onun da gökten gelen kitabı(?) insanlara aktarması; diye kabullendiğimiz “DİN” anlayışının kesinlikle yeniden ele alınıp orijin kaynaktaki gerçeklere göre yeniden değerlendirilmesi zamanı gelmiş geçmektedir.
www.ahmedhulusi.org adresindeki web sitemizde yayınlanan tüm çalışmalarımızda, geçmişteki tüm mâneviyât ehli zevâtın bildiği İslâm Dini’ne ait gerçekleri çağımız diliyle anlatmaya çalıştık. Bütün bu bilgilerin kaynağı ise elbette ki elimizdeki tek BİLGİ kaynağı olan Kurân-ı Kerîm’dir.
“ALLAH” ismiyle neye işâret edildiğini; evrensel sistem ve mekânizmayı; insanın hakikatini ve varlıktaki yerini; tüm incelikleriyle, işâret, mecâz, misâl yollu açıklamalarla anlatan bu Kitap=BİLGİ anlaşılmadan, asla konunun özüne ermek mümkün değildir.
Kurân-ı Kerîm kökenli İslâm Dini anlayışını elde etmemiz için de bu inceliklere işaret eden noktaları vurgulayan iyi bir Kurân meâline ihtiyaç olduğu elbette malûmunuzdur.
Halen Türkçe olarak yayınlanmış Kurân meâllerinin hiç birinin, Kurân’ın bazı çok önemli inceliklerini hesaba katarak hazırlanmadığı görüşünde olduğum için; değerli Kurân âlimi, İstanbul Kanlıca Camii İmamı Sayın Hasan Güler’den bir “Kurân “B” Meâli” hazırlamasını rica etmiştim birkaç yıl önce.
Şimdi size, web sitemizden ilk defa olarak, Hasan Güler Hoca’nın birkaç yıllık çalışma sonucu hazırlamış olduğu “Kurân “B” Meâli”ni Ramazan hediyesi olarak iletiyorum.
Bu arada şunu da kesinlikle bilmemiz gerekir ki, yeryüzünde hiç kimse tarafından tam hakkıyla bir Kurân meâli yapılması mümkün olmaz!. Zirâ, bir âyetteki bazı kelimelerin birden fazla anlam ihtiva etmesi sebebiyle, aynı âyetten birkaç mânâ anlaşılabilir; okuyanın irfan derecesine göre!.
Bu meâlin benzerlerinde olmayan inceliklerine gelince…
En başta ve en önemli olarak…
İslâm Dini anlayışını insanlara bildiren ve açıklayan Kurân-ı Kerîm, insana, yeryüzünde “HALİFE” oluşunun sırrını, “ALLAH” ismiyle neye, nasıl işâret edildiğini; bir kısım kelimelerin başına koyduğu “B” harfiyle vurgulamaktadır. Aynen “Bismillah’ta” olduğu gibi! “B” sırrını anlayamayan kişi, Kurân’ın ana mesajından mahrum kalır ve O’nu bir gök tanrısının fermannâmesi gibi algılar.
Kurân-ı Kerîm’in en önemli yanı ihtiva ettiği “B” sırrıdır!. Tanrı kavramıyla “Allah” isminin işaret ettiği anlam arasındaki fark da bu sırrı keşfetmeye dayanır!.
Bu sırrın farkedilebilmesi için de mutlaka “B” harfiyle başlayan kelimelerin çok iyi değerlendirilmesi zorunludur. Aksi halde, eksik ve yanlış algılama yüzünden kuru bir yasa ve tarih kitabından söz edilebilir.
İşte bu “B” Meâl’de, öncelikle, “B” sırrına işaret eden âyetlerin veya “B” harfiyle başlayan kelimelerin çevirisinde; bu anlam farkedilecek şekilde düzenleme yapılmıştır; ki bu yüzden de, bu çalışma, Kurân-ı Kerîm’in bâtın-derûni-içsel-sır anlamlarını daha iyi fark etmemize yol açacaktır.
İkinci olarak, “B” Meâl’de bir kısım kelimeler orijinalinde olduğu gibi kullanılmıştır düşünen beyinlere yeni kapılar açmak için. Meselâ “Rasûl” kelimesi geçen yerde, çeviride de “Rasûl”; “Nebî” geçen yerde “Nebî” kullanılmış; bunlar “peygamber” kelimesiyle geçiştirilmemiştir. Çünkü her bir kelime bir hikmete ve bir sırra dayalı olarak Kurân-ı Kerîm’de öylece kullanılmıştır. Ayrıca, her kelimenin işaret ettiği İŞLEV, diğerinden farklı, ayrı bir İŞLEVdir.
Dilin semantiği gereği, bu kelimelerin yerine başka kelimelerin kullanılması yanlıştır! “Hak” ismi ayrı özelliğe işaret eder, içinde geçtiği âyette; “Rab” kelimesi ayrı özelliğe-mertebeye-vasfa işaret eder; “Allah” kelimesi ayrı özelliğe işaret eder. Bunların tümünü “tanrı” diye geçiştirmek çok büyük bir gaflettir! Keza “konuşmak” anlamında tercüme edilen “kelam”, “kavl”, “nutk”, “tahdiys/hadiys”kelimeleri dahi böyledir.
“B” Meâl’de birçok kelimenin orijinal olarak yer alması yüzünden, ilk bakışta ifadesi ağır gelebilir... Bu uygulama, Kurân-ı Kerîm, rasgele bir Arapça metin olarak görülmeyip; “meal hazırlamak, bir Arapça metni Türkçe’ye çevirmek değildir” diye düşünüldüğü içindir! Yani, hem, Kurân’ın mânâ ve te’vilini Türkçe tek bir kelimeyle sınırlamamak ve hem de Arapça bilmeyen okuyucuya, Kur’an terminolojisini öğrenme ve tefekkür etme fırsatı vermek niyetindendir... Ayrıca o kelimenin anlamının sorgulanması ve araştırılması gerekliliğine işaret içindir. Mesela, Türkçe çevirilerde topluca “korkmak” diye tercüme edilen “havf”, “haşyet”, “rahbet”, “ittika”, “hazr”, kelimeleri, orijinalleri ile verilmiş olup; gerekliliğine göre parantez içinde sözlük ve te’vili anlamları da Türkçe olarak yazılmıştır... Bunlarla birlikte, “B” Meâl’de parantez içerisindeki ifadelerin yanına konmuş soru işaretleri de, üzerinde düşünülüp, sorgulanması gereken, farklı anlamların dahi çıkarılabileceği hususlara işaret etmektedir.
Ayrıca, örneğin, Kurân’da “ölüm” anlamına gelen“mevt” ile “yakıyn” kelimeleri ayrı ayrı geçerken, çevirilerde “YAKIYN” kelimesini kaldırıp, onun yerine “mevt” kelimesinin karşılığı olan "ölüm"ü koymak çok önemli bir yorum hatasıdır!. Sırlara giden yolu kapatmaktır!.
Üçüncü misâl olarak tüm meâllerde gördüğünüz “KİTAP” kelimesini ele alalım… Kurân-ı Kerîm’de Arapça “kitap” kelimesi kullanılarak “BİLGİ” kastedilmiştir!. “Kitap inzâli” tâbiri ile anlatılmak istenen, “insan bilincinde ilâhi BİLGİnin açığa çıkarılması”dır! Yoksa, bizim Türkçe’de kullandığımız anlamda, gökten yeryüzüne yazılı ciltli veya ciltsiz kitap veya herhangi bir lisan ile yazılmış kağıt sayfalar inmemiştir!. “Kitap indirdik” türünden çeviriler maalesef insanları tamamen konudan uzak farklı düşüncelere yönlendirmektedir.
Kısacası, “OKU”yabilirseniz, birebir tam karşılığı olmasa da, bu meâlin, şu ana kadar yayınlanmış ve okuyucuya sunulmuş Kurân meâlleri içerisinde çok farklı bir yerde olduğunu göreceksiniz.
Sayın Hasan Güler, sadece Allah’a kulluğu ve Rasûlullah’a hizmet aşkıyla hazırladığı bu meâli tüm insanlığa karşılıksız olarak sunmaktadır. Bu meâlin telif hakkı yoktur!. Dileyen herkes orijinaline sadık kalmak kaydıyla çoğaltıp yayabilir. Allah kendisinden razı olsun; makâmı Rasûlullah aleyhisselâmın yakını olsun.
AHMED HULÛSİ 22 Eylül 2006 North Carolina, USA www.ahmedhulusi.org