Sayfalar

28 Eylül 2010 Salı

İran 'uçan deniz botu' yaptı


29/09/2010 8:20
Füze savunma sistemini güçlendirmek için çaba harcayan İran'ın son teknoloji harikası Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı'nı koruyacak uçan botlar.
İran nükleer programıyla ilgili bir yandan başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere kafa tutarken, diğer taraftan savunma teknolojisinden geri kalmamak için önemli adımlar atıyor. Füze savunma sistemini güçlendirmek için çaba harcayan İran'ın son teknoloji harikası Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı'nı koruyacak uçan botlar.
İran'ın uzun zamandır üzerinde çalıştığı uçan botların seri üretimine başlandı. Basra Körfezi'nde devriye gezen İran Devrim Muhafızları'nın hizmetine sunulan botlar denizde yüzdüğü gibi uçma özeliklerine de sahip.
İran'ın tamamen yerli üretimi olan uçan botların en önemli özelliği radara yakalanmıyor olmaları. Küçük bir uçağı andıran deniz botları gözetleme görevinin yanı sıra füze fırlatma yeteneğini de barındıryor. "Bavar-2" adı verilen botlar aynı zamanda istihbarat toplama özelliğine de sahip.

Hanefi Avcı cezaevinde

Devrimci Karargah Örgütü’ne yönelik soruşturmada tutuklanan Kılıç’la bağlantısı olduğu iddia edilen Emniyet Müdürü Hanefi Avcı “30 Eylül’de basın toplantısıyla tüm gerçekleri anlatacağım” açıklamasının üzerinden 3 gün geçmeden Ankara’da gözaltına alındı. İstanbul’da hâkim karşısına çıkan Hanefi Avcı tutuklandı

01:26 | 29 Eylül 2010

TÜRKER KARAPINAR TOLGA ŞARDAN Ankara
Haliç’te Yaşayan Simonlar” isimli kitabı ile bir anda kamuoyunun gündemine oturan ve ardından Devrimci Karargah Örgütü’ne yönelik soruşturmada tutuklanan Necdet Kılıç’la bağlantısı olduğu iddiaları ortaya atılan Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, “30 Eylül’de basın toplantısıyla tüm gerçekleri anlatacağım” açıklamasının üzerinden 3 gün geçmeden özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla Ankara’da gözaltına alındı. Polis, dün sabah Avcı’nın, Eskişehir ve Ankara’daki lojmanında ve Eskişehir’deki eski makamında arama yaptı. Hanefi Avcı, akşam saatlerinde çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.
Hakkındaki yakalama kararı uyarınca, dün Emniyet Genel Müdürlüğü’ne girerken gözaltına alınan Avcı, saat 13.00 uçağıyla da Ankara’dan İstanbul’a götürüldü. 14F yolcusu Avcı’nın gözaltına alındığını uçakta öğrenen bazı yolcular, “Bu ülkede doğruları söyleyenler, yazanlar gözaltına alınıyor” diye tepki gösterdi. Avcı, Atatürk Havalimanı’nın apronunda bekleyen TEM ekiplerince arabaya bindirilerek, sorgulanmak üzere adliyeye götürüldü.

‘Tüm gerçekleri anlatacağım’
Yazdığı kitapla satış rekorları kıran, İçişleri Bakanlığı’na dilekçe vererek, kendi isteğiyle merkeze alınan eski Eskişehir Emniyet Müdürü Avcı, dün özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatı doğrultusunda gözaltına alındı. Avcı hakkında Devrimci Karargah Örgütü’ne yönelik düzenlenen operasyon kapsamında tutuklanan Necdet Kılıç isimli kişi ile bağlantısı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.
Avcı, birkaç gün önce de İzmir’de katıldığı imza gününde, çarşamba günü hem askeri savcılığa hem sivil savcılığa ifade vermek için çağrıldığını, ifadesini verdikten sonra bir basın toplantısı düzenleyerek tüm gerçekleri anlatacağını açıklamıştı.
Avcı’nın dün sabah saatlerinde evinde arama yapıldığı bilgisi basın merkezlerine yansıdı. Avcı, sabah saatlerinde kendisini arayan gazetecilere, “Yok öyle bir şey” yanıtını verdi. Öğle saatlerine doğru bu kez de Avcı’nın gözaltına alındığı iddia edildi. Avcı, kendisine telefonla ulaşan gazetecilere, “Evet, sizlerin dediği doğruymuş. Eskişehir’deki ve buradaki evimde arama yapıyorlar. Devrimci Karargah Örgütü’ne yönelik soruşturma kapsamında zorla gözaltına alınıyorum. Doğruları yazdım. Gerçekleri açıklayamadan gözaltına alındım” diye konuştu. Avcı’nın Eskişehir’deki eski makamında da arama yapıldı.

Uçakta tepkiler vardı
Avcı, Ankara’daki lojmanındaki aramanın tamamlanmasının ardından iki sivil giyinimli polis eşliğinde Ankara Esenboğa Havalimanı’na götürüldü. Avcı, Türk Hava Yolları’nın 13.00 uçağına bindirildi. Avcı, uçakta bulunan gazetecilerin sorularını yanıtsız bırakarak, “Açıklama yapmayacağım” dedi. 14F’de oturan Avcı, İstanbul’a gidene kadar da uyumayı ve dinlenmeyi tercih etti. Bu arada Avcı’nın gözaltına alındığı haberini uçakta öğrenen bazı yolcular tepkilerini, “Bu ülkede doğruları yazanlar gözaltına alınıyor” sözleriyle dile getirdi. Avcı, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda kendisini bekleyen TEM ekiplerince bir arabaya bindirildikten sonra sorgulanmak üzere adliyeye götürüldü.

Emniyete girerken
Avcı’yı gözaltına aldırtan İstanbul Başsavcılığı’nın 21 Eylül’de Ankara Özel Yetkili Savcılığı’na 27 sayfalık soru göndererek, “Avcı’nın ifadesini alın” talimatı verdiği öğrenildi. Alınan bilgiye göre Avcı, savcılığa, Ankara dışında olduğunu, dönüşte ifade vereceğini bildirdi. Buna rağmen, İstanbul Başsavcılığı, Avcı’nın 27 Eylül’de saat 09.00’da Beşiktaş Adliyesi’nde olması için polise talimat gönderdi.
Polisin, 26 Eylül’de ulaştığı Avcı ise, “Ancak öğlen saatlerinde gelebilirim” yanıtı verdi. Bunun üzerine savcılık, Avcı hakkında “yakalama” ve “arama” kararı çıkardı. Avcı, dün öğle saatlerinde bir randevu için geldiği Emniyet Genel Müdürlüğü’nde gözaltına alındı.

Avcı, 14.15 uçağıyla İstanbul’a getirildi.

Eskişehir’deki evinde arama yapıldı
Avcı’nın Eskişehir’deki evinde yapılan aramalarda, bir kalaşnikof ve iki adet silah bulunduğu, silahlara el konulduğu öğrenildi. Avcı’nın eşinin, silahların ruhsatlı olduğunu söylemesine rağmen ruhsatları ibraz edemediği bildirildi. Evde yapılan aramada, Avcı’ya ait çok sayıda doküman bulunduğu ve bunların incelenmek üzere İstanbul’a götürüldüğü de bildirildi. Avcı’nın evinin aranması için Ankara’dan Terörle Mücadele Şubesi’nden bir ekibin Eskişehir’e giderek, Eskişehir polisinin çalışmalarına nezaret ettiği Avcı’dan gelen notta ise Eskişehir’deki evde çıkan kalaşnikof marka tüfeğin 1989 yılında eşine adına ruhsat alındığı belirtildi.

Hanefi Avcı, Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne, hâkim ve savcıların giriş yaptığı kapıdan getirildi.

İstanbul Başsavcılığı, Avcı’nın 27 Eylül’de saat 09.00’da Beşiktaş Adliyesi’nde olması için polise talimat gönderdi.  Talimatta, Avcı’nın gelmemesi halinde hakkında yakalama kararı çıkarılacağı belirtildi.

Kılıç: O benim işkencecimdir
Devrimci Karargâh Evlerine” yönelik operasyonda tutuklanan Necdet Kılıç’ın, Soruşturma Savcısı Kadir Altınışık’a, THKP-C örgütü üyesi iddiasıyla gözaltına alındıktan sonra Avcı’nın kendisine işkence yaptığını söylediği öne sürülmüştü. İddiaya göre, yaklaşık bir saat süren sorgusu sırasında 4 sayfalık ifade veren Kılıç’ın “Hanefi Avcı’yı tanıyor musunuz?’ sorusuna, “Tanıyorum. İşkencecimdir. THKP-C örgütü üyesi iddiasıyla gözaltına alındım. Burada bana işkence yaptı” diye yanıt verdi. Bu operasyondan sonra tutuklandığını belirten Kılıç’ın, cezaevinden çıktıktan sonra Avcı’nın kendilerinden özür dilemek istediğini, önce samimi bulmadığı için kabul etmediğini daha sonra ise Avcı’ya inandırıcı bularak özrünü kabul ettiğini söylediğide belirtilmişti.

Müfettişlere isimleri verdi

Hanefi Avcı, müfettişlere verdiği ifadede kitabında vermediği, yasadışı dinlemelerden sorumlu tuttuğu polislerin isimlerini verdi. Avcı, yasadışı dinlemelerden, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer ile İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan’ı sorumlu tuttu.
Bu iki ismin sahte rapor hazırlattığını kaydeden Avcı, telefonlarının dinlendiğini fark edince sahte irtibatlar kurduğunu ve böylece yasadışı dinleme yapanları suçüstü yakalatmayı amaçladığını kaydetti. 14 Kasım 2009’da yasadışı biçimde telefonlarının dinlendiğini, 6 Ocak 2010’da, durumu Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal’a bildirdiğini belirten Avcı, aradaki süreyi, sahte irtibat kurmak için geçirdiğini kaydetti.
İçişleri ve Adalet bakanlıklarının denetim yapmaması nedeniyle durumu Köksal’a bildirdiğini kaydeden Avcı, telefonu dinlenen arkadaşı Necdet Kılıç’ın evine hırsızlık süsü verilerek girildiğini ve bilgisayarının çalındığını da iddia etti.

301. madde
Avcı’nın, mülkiye ve polis müfettişlerince, TCK’nın 301. maddesinde düzenlenen “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, hükümeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçlamasından sorgulandığı da öğrenildi. Avcı’nın bu şekilde suçlanmasına, kitabında yer alan, çok okuyan örgüt mensuplarının kamu görevlilerinden daha fazla kendisini ifade etme yeteneğine sahip olduğuna ilişkin ifadeler gerekçe gösterildi.
Avcı ise buna karşılık, “Eğitimin, okumanın, bilgilenmenin önemini anlatmak suç değildir” dedi.

Ne savcıya ne de hâkime ifade verdi
Devrimci Karargah Örgütü’ne yönelik soruşturma kapsamında Ankara’da gözaltına alındıktan sonra THY’nin TK-2127 sefer sayılı uçağıyla İstanbul’a getirilen Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, çıkarıldığı nöbetçi mahkemece tutuklandı.
Dün saat 15.13’te gri bir minibüsle soruşturmanın yürütüldüğü Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne getirilen Avcı, hakim ve savcılar tarafından kullanılan protokol kapsından alındı.
Basın mensuplarının sorularını yanıtsız bırakan Avcı’nın, savcılık sorgusunda da soruşturmayı yürüten özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Kadir Altınışık’a ifade vermediği ve susma hakkını kullandığı belirtildi. Avcı, İstanbul Barosu’nca gönderilen avukatı reddetti. Ali Rüstem Çakır’ın avukatlığını da kabul etmedi. Avcı’nın ifade tutanağını başka herhangi bir belgeyi de imzalamadığı belirtildi. Avcı ilerleyen saatlerde adliyeye avukatı da istemedi.
Avcı, adliye binasına getirildikten yaklaşık 2,5 saat sonra, “Örgüte yardım ve yataklık yaptığı” iddiasıyla tutuklanma talebiyle İstanbul nöbetçi 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildi.
Nöbetçi İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâkim karşısına çıkan Avcı ile ilgili dosya, Hâkim Rüstem Eryılmaz tarafından ayrıntılarına kadar incelendi. Hâkim Eryılmaz, “Yargıtay tarafından tazminat ödemeye mahkum edilen 9 hakimden biriydi.  Saat 20.00 sıralarında çıkarıldığı mahkemede de ifade vermediği belirtilen Avcı, saat 21.OO sıralarında tutuklandı.

Tutuklamaya tepki yağdı
Hanefi Avcı’nın tutuklama kararı çıktıktan sonra bazı kişilere, “Tutuklama çıktı, haklılığımız anlaşıldı” şeklinde mesaj attığı öğrenildi. Kararın çıkmasından sonra, Avcı’nın internetteki sosyal paylaşım sitesi’ndeki (facebook) sayfasında üyeleri tepki gösterdi. Bazı üyeler, Avcı’nın 30 Eylül’de yapacağı basın toplantısı öncesi tutuklanmasının herşeyi ortaya koyduğu yorumunda bulundular. ‘Terör örgütüne yardım ve yataklık’ suçlamasıyla tutuklandığı belirtilen Avcı, Metris Cezaevi’ne götürüldü.
ERDAL KILINÇ n ESRA ALUS İstanbul


Avcı: Boyun eğmeyeceğim
Eski Eskişehir Emniyet Müdürü ve “Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat” isimli kitabın yazarı Hanefi Avcı, Devrimci Karargâh örgütüne yönelik yapılan operasyonla ilişkilendirilmesini, “cemaat operasyonu” olarak nitelerken, “Cemaatin isteklerine boyun eğmeyeceğim, soruları yanıtlamayacağım” dedi.
Avcı’nın Ankara’da gözaltına alınmasından kısa bir süre sonra gazete ve televizyonların bürolarına Avcı tarafından kaleme alınan bir açıklama gönderildi. Avcı, Adalet ve İçişleri bakanlıkları ile HSYK ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği dilekçesinde, kitabı ve iddiaları nedeniyle hukuksuz olarak dinleme yaptığı tespit edilen emniyet mensuplarının korunması amacıyla Devrimci Karargâh dosyasıyla hukuk zorlanarak ilişkilendirilmeye çalışıldığını öne sürdü.

‘İşlemler hukuksuz’
Açıklamada, “Bu davayla ilgili olarak yapılan işlemler hukuksuzdur. Makul hiçbir sebep yok iken cemaat planları doğrultusunda beni susturmaya ve bir örgütle irtibatlandırarak asıl hukuksuz dinleme yapanları korumaya yönelik davranış bellidir. Davayla ilgili cemaatçi emniyet mensupları tarafından basına sürekli bilgi verilerek, hakkımda psikolojik harekât yapılmaktadır. Cumhuriyet Savcısı Kadir Altınışık ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bu tahkikatı kasıtlı yönhlendiren daha önce de adlarını vererek şikâyet ettiğim polislerden davacıyım. Tahkikatın tarafsız bir savcı tarafından yürütülmesi halinde herşeyin anlaşılacağını iddia ediyorum” ifadelerine yer verildi.
Avcı, 20 Eylül’de adliyede ifade verdiği hâkime, “Karargah Evleri” veya “Devrimci Karargah” adlı örgüte yönelik bir tahkikata başlanacağını ve bu kapsamda Necdet Kılıç’ın gözaltına alınacağını söylediğini aktardı. Avcı, “ ‘Cemaat nedir, her taşın altında cemaat arama’ diyorlar; taşın altında değil artık her taşın üstündeler” dedi.
MERİÇ TAFOLAR Ankara
KAYNAK: http://www.milliyet.com.tr/hanefi-avci-cezaevinde/guncel/haberdetay/29.09.2010/1294955/default.htm

20 Eylül 2010 Pazartesi

YAKIN ZAMANDA DÜNYANIN DENGESİNİ DEĞİŞTİRECEK ELEMENT.......TARİDYUM

Ama bu elementi buraya yazmamın asıl sebebi bu değil. Şimdi lütfen koltuklarınıza yaslanın ve hikayeyi okuyun:


Yıl: 1940
Yer: Almanya
2.Dünya Savaşının başlamasından bu yana 1 yıl olmuş ama savaş henüz tüm dünyayı etkileyecek hale gelmemişti. Ama Hitler'in doyumsuz egosu bu savaşın önce tüm Avrupa'yı, sonra tüm dünyayı kasıp kavuracağını gösteriyordu. Alman bilima damlarının en büyük arzusu bu savaşı almanya lehine çevirebilecek silahları ve enerji kaynaklarını yaratmak veya bulmaktı.

İşte tam o yıllarda Asya'dan gelip Avrupa'ya bir kısrak başı gibi uzanan ve başlamakta olan savaşı uzaktan izlemeyi yeğleyen Türkiye'de; kuruluşundan bu yana 5 yıl geçmiş olan Maden Tetkik Arama (MTA) Anadolu'yu karış karış kazıyor, ülke ekonomisine katkıda bulunmak için var gücüyle doğada yeni şeyler bulmaya çalışıyordu.Şanlıurfa ile Gaziantep sınırında küçük bir kasabada araştırma yapan ekibin başındaki Ahmet Rıza Erbay 7 şubat 1940 yılında bulduğu minerallerin aslında yeni bir çağ açmaya yetecek kadar önemli şeyler olduğunun farkında değildi. Zaten ilk tetkiklerin sonunda MTA bu bulguyu sınıflandırmayı ve periyodik tabloya yerleştirmeyi dahi başaramamıştı. İşte bu nedenle tahlil için Almanya'ya göndermek gibi vahim bir hata yaptılar.

Tarih: 16 Nisan 1940
Yer: Berlin / Almanya
Labaratuvara Türkiye'den gelen ve o güne dek keşfedilen tüm radyoaktif elementlerden çok daha fazla yoğunluğa sahip olduğu anlaşılan bir element; inceleme yapanları şaşkına çevirmiş, Nazi diktasının tüm dünyayı ele geçirmesi için çırpınan ve bunun için kaynak arayan Alman bilim adamlarını sevince boğmuştu. Ekibin başındaki Herbert Taninbaium hemen durumu orduya raporlamış, daha fazla araştırma için ödenek istemiş, element hakkında geniş bilgi almak için Türkiye'ye gönderilecek bir de ekip kurulması gerektiğini bildirmişti.

Tarih: 13 Mayıs 1940
Yer: Ankara / Türkiye
Almanya ile iyi ilişkiler içinde bulunan ama her halükarda savaştan uzak durmakta kararlı olan Asya'nın bu yeni yeni gelişmekte olan ülkesi Türkiye Almanya'dan gelen ekibi şaşkınlıkla karşılamış, açıkçası ne istediklerini tam olarak anlamamışlardı. Almanya Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde sınırsız araştırma yapma hakkı istiyordu ve bunun karşılığında Türkiye'ye çok yüksek maddi bedeller ödemeye hazırdı. Konu İsmet İnönü'ye intikal ettirildiğinde kurt siyasetçi bunun aslında büyümekte olan savaşa iştirak anlamına geleceğini hemen anlayıp ekiple bizzat görüşmek istedi. Onca yokluk içinde Almanya'nın vaatleri çok çekici gelse de, zaten son savaştan yıkık dökük ayrılmış bir memleketi yeniden savaşa sokmaya hiç niyeti olmayan İsmet İnönü; sunulan tüm teklifleri geri çevirdi. Alman ekibi eli boş ve biraz da kızgın bir şekilde Almanya'ya döndüler.

Tam o esnada hiç istenmeyen birşey oluverdi ve hangi ülkenin casusunun buna sebep olduğu hiç bir zaman anlaşılamadı: Konu İngiltere'nin ve oradan da ABD'nin kulağına gidivermişti bile. Birden bire savaşla uzaktan yakından alakası olmayan Türkiye savaşın taraflarından gelen ekiplerle dolup taşmaya başladı. Ama hiç birisi İsmet İnönü'yü ikna etmeyi başaramadı. Sonrasında gerek İsmet İnönü'nün korkuları, gerekse iki tarafın da bu elementi karşı tarafa kaptırmama telaşı dolayısıyla Türkiye'nin de Doğudaki araştırmalarına son vermesi, bu element konusunun uzunca bir süre bir daha açılmaması konusunda tüm taraflar anlaştılar. Öyle ki, MTA'nın o dönemde bütün idari yapısı değiştirildi ve araştırma ekibinden kimse MTA'da bırakılmadı. Toplam 500 dönümlük bir araziye yayıldığı düşünülen Taridyum elementinin adı bir daha anılmadı.

Savaşın bitiminin ardından kimse Sovyetlerin bu kadar güçleneceğini, dünyanın iki kutuplu bir hale geleceğini, son savaşta birbirinin yanında olanların savaşın hemen ardından birbirine rakip olacaklarını elbette beklemiyordu. Savaş sona erdiğinde İngiltere ve ABD'nin aklından hiç çıkmamış. Taridyum elementinin enerji kaynağı olarak gündeme gelmesi bekleniyordu, ama işin içine bu kez de sovyetler girmişti ve iki tarafda bu elementi işletme hakkına sahip olmak istiyordu.

Yıl: 1950
Yer: Türkiye
Bir yandan ABD-İngiltere baskısı, bir yandan da Sovyetler baskısı arasında sıkışmış küçük Asya'da Adnan Menderes hükümeti kendini ABD'ye yakın hissediyor ama Sovyetleri de karşısına almaya çekiniyordu. İşte tam o sırada ABD'den garip bir öneri geldi. Sovyetlerin Türkiye'ye coğrafi olarak daha yakın olduğunun ve elemente ulaşmak için kendisinden daha şanslı olduğunun farkında olan bu uzak ülke, bu elementin kimselerin eline geçmemesi için; içinde bulunduğu arazinin zaten son zamanlarda iyice artmış kaçakçılığın bahane edilerek tümüyle mayınlanmasını öneriyordu. Üstelik mayınların da maliyetini karşılamaya hazırdı. Bloklar arasında sıkışmış haldeki Türkiye Cumhuriyeti bu öneriye balıklama atladı ve toplam 500 dönümlük arazi tümüyle mayınlandı.

Aradan yıllar geçti ve Sovyetler tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alırken ABD dünyanın tek süper gücü olarak varlığını sürdürdü. Orta Doğu'da birileri karakol vazifesi gördürttüğü İsrail'le petrol bölgelerine yakın olurken diğer yerlere de gerek işgaller, gerekse uydurma barış güçleriyle yerleşiyordu. (Somali, Afganistan v.s.) Ama tüm bu süper güç olmanın bir faturası vardı ve o fatura da ABD'den çıkıyordu. üstelik de ABD'nin enerji ihtiyacı sürekli artmaya devam ederken kullanabileceği kaynaklar azalıyordu. İşte bu şartlar içinde birden bire birilerinin aklına Türkiye'deki Taridyum elementi geldi. Bu element ABD'nin enerji ihtiyacını fazlasıyla karşılamaya yetebilir, Uranyum'dan çok daha yoğun radyoaktivite kapasitesi ile aynı zamanda ABD ordusunun Nükleer Silahlar konusunda rakiplerine fark atmasını sağlayabilirdi.

2001'de kurulmasından 1 yıl sonra 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerle iktidara gelen AKP hükümeti ABD ile daima iyi ilişkiler içinde olmuş, ABD'nin ileri karakol vazifesini İsrail'le birlikte paylaşmaya başlamıştı. Ama her şey gibi bunun da bir bedeli vardı ve ekonomiyi yabancılara teslim etmek, bu bedeli ödemek için yeterli değildi.

Ekonomik krizle birlikte yeniden alternatif enerji kaynaklarının peşine düşmüş ABD, bu elementi her ne pahasına olursa olsun elde etmek ama işletme hakkını Türkiye ile paylaşmamak istiyordu. Çünkü çok fazla enerjiye ihtiyacı vardı ve artık Doğuda bir denge unsuru olmaktan çıkmış durumdaki Türkiye'ye, pay vermeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Bunun için hemen alternatif planlar hazırlandı ve mayınların temizlenmesi konusu gündeme getirildi. Ama bunu doğrudan yapması batıda bu konuyu bilen diğer devletleri işkillendirebilirdi. Bu nedenle Ortadoğu'daki güvenilir karakol konumundaki İsrail'in kullanılmasına karar verildi ve Türkiye çeşitli yönlendirmeler sonucu mayınlı arazilerin temizlenmesi için Taridyum elementinin bulunduğu tüm arazileri İsrail'e 49 yıllığına kiralamak için meclisten bir yasa çıkardı.

Şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz Meclisin, İsrail'e bu arazileri adeta peşkeş çekmek için bunca ısrarcı olmasını?

Şimdi tam olarak anlayabiliyormusunuz birden bire Kürt sorununda adımlar atılmasını?

Şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz Türkiye ile İsrail'in köşe kapmaca oynar gibi bir iyi, bir kötü ilişkilerini?

Şimdi tam anlayabiliyor musunuz ABD'nin Türkiye'ye ilgisini?

Size daha vahim bir şey söyleyeyim, internette Taridyum diye arama yapın, bakın bakalım hiç kaynak bulabilecek misiniz?

Her elementle ilgili bir sürü kaynak bulunabilirken Taridyumla ilgili tek bir kaynak bilgi dahi bulamazsınız.

Sizce bunun sebebi ne olabilir?

Lütfen, bu yazıyı tanıdığınız herkese gönderin. Bu peşkeşe son verelim. Bu peşkeş Türkiye'nin ihtiyacından da fazla enerji kaynağı sunabilecek. Taridyum elementinin sonsuza dek elimizden çıkması anlamına geliyor. AKP'nin ülkeyi satması karşısında sessiz kalabilirsiniz ama bu sadece ülkemizin satılması değil, aynı zamanda geleceğimizin de satılmasın anlamına geliyor.

Çok geç olmadan, bu talanı durdurun!

6 Eylül 2010 Pazartesi

KİMDİR BU HANEFİ AVCI ?

Hasan Pulur  

Olaylar ve İnsanlar  

h.pulur@milliyet.com.tr

00:49 | 06 Eylül 2010
Herkes soruyor?    “Kim bu Hanefi Avcı?”  Soranların bazıları onun polis olduğunu, hatta siyasi eğilimin “sağa yatkın”  olduğunu biliyor, bilmeyenler ise hayretle “Hem de polismiş!”  diyorlar.
Hanefi Avcı ’nın kitabı referandum öncesi siyaset sahnesine, pek moda bir deyimle “bomba gibi”  düştü, referandum gürültüsünü perdeledi... (x)
Kimdir Hanefi Avcı?
*  *  *
Hanefi Avcı 1956 doğumludur, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesine bağlı Karabıyıklı köyünün ilkokulunu bitirmiş. Ortaokulu Gaziantep’in Karşıyaka okulunda okumuş, liseyi ise Ankara’daki Polis Koleji’nde bitirmiş, Polis Enstitüsü’ne devam etmiş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş...
*  *  *
1976’da mezun olduktan sonra Mersin’e atandı, Gülnar ve Mut ilçesinde Emniyet Komiserliği, Mersin’de Terörle Mücadele Şubesi’nde görev yaptı,
1984’de terör olaylarının hızlanması üzerine Diyarbakır İstihbarat Şubesi’ne atandı, burada 8 yıl görev yaptıktan sonda İstanbul’a İstihbarat Şubesi’ne “müdür ” olarak getirildi. 1996 yılında terfi etti, İstihbarat Daire Başkan Yardımcılığına atandı.
*  *  *
Susurluk Olayı Hanefi Acı’nın yaşamında önemli bir kavşaktır, Meclis araştırma komisyonunda ifade verirken ilk kez “Devlet içindeki çetelerden ” söz etti, güvenlik güçleri içinde çeteler oluşturulduğunu ileri sürdü.
Bu açıklamalar bazılarının hoşuna gitmedi, soruşturmalar başladı, Hanefi Avcı açığa alındı,  “devletin gizli belgelerini temin etmek ve açıklamaktan ” sanıktı, Devlet Güvenlik Mahkemesi O’nu tutukladı, on gün hapis yattıktan sonra beraat etti, İdare Mahkemesi kararı ile göreve döndü.
*  *  *
Devlet, Hanefi Avcı’dan ne vazgeçebiliyor, ne de yaptıklarından hoşlanıyordu.
2003 yılına kadar geri hizmette kaldıktan sonra, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi Başkanlığına getirildi.
Hanefi Avcı bu, durur mu?
Yolsuzluk operasyonlarına başlayınca Edirne Emniyet Müdürlüğü’ne gönderildi.
Dedi ya Hanefi Avcı bu, durmaz ki!
Bu defa, Kapıkule Sınır Kapısı’nda polisi ve gümrükçüleri rüşvet alırken gizli kamerayla görüntüledi. Ve en son Eskişehir Emniyet Müdürlüğüne atandı...
Burada da rahat durmadı, bu kitabı yazıp bitirdi.
Fırtına kopunca da kendi isteğiyle “Merkez” e alındı...
*  *  *
Bunlar Hanefi Avcı’nın kuru hayat bilgileri.
Bir de kendisi kendisini anlatsın, kimdir Hanefi Avcı?
“Hayatım boyunca, yapmam gereken işin gereği ne ise onu yapmaya çalıştım. Ne para, ne makam, ne de başka bir menfaat, hiçbir zaman eylemlerime etken olmadı. Yaptığım işin yapılmasının gerekliliği önem taşıyordu. Bütün enerjimle, gayretimle, aklımla, yaptığım işe kilitleniyordum. Ne özel hayatım, ne eğlencem ve merakım, ne istirahatim vardı. Sabah uyanınca işe başlar, yorulunca uyur, uyanınca tekrar hedefime yönelirdim. Bir derviş edası, bir ideal tutkusu, bir iş sevdasıydı benimki. Her iş tehlike, her iş riskti aynı zamanda .”
*  *  *
İstanbul’da yaşamak, iyi yaşayabilmek hemen her Türkün isteği olabilir, ayıp da değildir.
Hanefi Avcı da İstanbul’da yaşamıştır, ama nasıl?
Anlatır:
“Dünyada herkesin hayran olduğu, hakkında şiirler yazılan aşıklarının her tepesi için ayrı eser verdiği İstanbul’da dört koca yıl çalışmış; her türlü lüks yaşamı sağlayacak imkan ve konuma sahip olmama rağmen bir defa bile ne İstiklal Caddesi’nde ne Bağdat Caddesi’nde gezmedim. Bir defa bir gazinoya gitmedim, resmi mecburi yemeklerin haricinde bir defa bile lüks değil, sıradan bir restorana gidip yemek yemedim, bir arkadaşımı yemeğe götürmedim. İş varken, ülke tehlikedeyken, yemeğe gidilir mi? Hayatım boyunca hiç 20 gün izin kullanmadım, hiç kampa veya tatil anlayışı ile bir yere gitmedim. Gitmeyi de uygun görmez, gidenlere ise görevden kaçıyorlar diye kızardım. Bu konudaki en büyük lüksüm restoranlardan paket servis olarak acılı, baharatlı yemekler getirtip, bu yemekleri şubenin makam odasında çalışma arkadaşlarımla birlikte yemekti.”
*  *  *
Hani bir şarkı vardır “İşte böyle bir şey der.”  Hanefi Avcı da, “İşte böyle bir adam.”
Tanıyamasanız bile kitabını okuyun.
“Devlet” i de “Cemaati ” de ondan öğrenin...
————————
(x)Angora Yayınları

5 Eylül 2010 Pazar

METAFOR * = CEMATLER

Türkiye'de hep bir cemaat konuşulup tartışılıyor.
Kimi eğitim çalışmalarını alkışlıyor,
Kimi açılan okulların gizli ajandasından bahsediyor.
Kimi cemaatin toplumsal uzlaşma için çaba sarf ettiğini iddia ediyor, Kimi cemaatin emniyetten adalete,
Milli eğitimden TSK'ya kadar gizli örgütlenmeler içinde olduğunu ileri sürüyor.
Hanefi Avcı’nın kitabı gündeme bomba gibi düştü.
Emniyet’in eski İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabında Fethullahçılar”ın devleti nasıl ele geçirdiğini anlatıyor.
Kitap yurtsever aydınların Gülen cemaati ile ilgili iddialarını doğruluyor. 
TSK, yargı, emniyet teşkilatı, Milli Eğitim ve diğer devlet kurumları içinde yıllardır örgütlenen Gülen cemaati AKP iktidara gelene kadar son derece temkinliydi.
AKP iktidara geldikten sonra,
Özellikle Ergenekon davalarının açılmaya başlanmasıyla özgüvenleri aşırı derecede arttı.
Etkin oldukları kurumlarda kendilerinden olmayanları dinlemeye,
İzlemeye, çember altına alarak üzerlerinde baskı kurmaya, daha da olmadı iftiralarla bertaraf etmeye başladılar.
Biz aynı şekilde tartışılan başka bir cemaati tanıyalım:
Opus Dei.
Okullar, üniversiteler açıp medyada büyük bir güç haline gelen ve kiminin kutsal mafya diye tanımladığı bu cemaatin adını hiç duymuş muydunuz?
Jose Maria Escriva
(Opus Dei kurucusu)
Opus Dei,
(Latince: Tanrının işi) 2 Ekim 1928'de Madrid’te sıradan bir papaz olan Jose Maria Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulan,
KATOLİK bir örgüt.
Opus Dei, İspanyol asıllıdır ve sadece 81 yıllık bir örgüttür.
Katolikliğe sadık Laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmak amacı ile kurulan ama günümüzde Vatikan’da en etkili olan Laik kurumdur.
Gizli bir örgüt olan Opus Dei’nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta fakat her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır.
Onlara göre Papa'nın kimliği, Kilise'nin de, Papalık Makamı’nın da üstündedir.
Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal önderidir.
Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette Olağanüstü bir kişidir.
Bu nedenle Opus Dei, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir ve Kilise’yi ikinci planda görür.
BEŞ kıtada 475 üniversite ve yüksekokulu,
200 koleji vardı...
604 gazete ve dergiye sahipti...
52 radyo ve televizyon kanalı aralıksız yayındaydı...
Bu bilgiler 30 yıl önce Opus Dei üyesi Alvaro del Portillo'nun 1979'da ağzından kaçırdığı bilgilerdi.
Bugün ne kadar bir güce hükmettiği bilinmiyor.
TV ve radyo sayısının 700 olduğu tahmin ediliyor.
Peki iş ve siyaset dünyasında karmaşık ilişkiler yürüten Opus Dei neydi?..
“Allah'ın Eseri”
Adı, Josemaria Escriva de Balaguer'di.
Madrid'de sıradan bir Katolik papazdı.
İnzivaya çekildiği kilisede,
Tanrı'dan gelen vahiy sonucu 2 Ekim 1928'de Opus Dei (Allah'ın Eseri) adlı gizli cemaatini kurdu.
Amacı;
Vatikan ve kiliseler dışında Papa'ya destek olacak iyi eğitim görmüş elit bir grup oluşturmaktı.Opus Dei'ye göre Papa'nın kimliği, kilisenin ve Papalık kurumunun üstündeydi!
Papa; Tanrı-Krallığı'nın kutsal önderi olağanüstü bir kişiydi.
Opus Dei'nin ruhaniliği kendine özgündü.
Çilecilik; acı çekme yüceltiliyordu.
Müritler kırbaçla göğüslerine, sırtlarına vuruyordu.
Çünkü onlara göre acılar ruhu Allah'a yaklaştırıyordu!
Müritler okullarda yetiştirildi
Papaz Balaguer müritlerini genelde Katolikliğe sıkı sıkıya bağlı varlıklı,
iyi eğitim görmüş zenginlerden oluşturmaya gayret etti. (Cemaate bağlı işadamları genellikle turizm ve inşaat sektöründeydi.)
Mesleğinde başarılı doktor, mühendis, gazeteci, yazar vs. hepsini cemaatine kazanmaya çalıştı.
Başarılı da oldu.
Tamamen gizli olan cemaate üç tipte katılım olanağı vardı.
En kalabalık olan kadro dışı olanlardı.
Bunlar günlük hayatını cemaat idealine bağlı olarak yaşayan evli ya da bekar müritler idi.
Kadrolular ise kendini tamamen cemaate adamış seçkin, önderlik edecek erkekler ve kadınlardı.
Bir de yardımcılar vardı; cemaate üye olmayıp etkinliklere katılan ve özellikle de bağış yapan kişilerdi bunlar.
Kadrolu kişi Opus Dei'ye kabul edilmek için tanıklar önünde yemin etmek zorundaydı.
Sadakatle bağlı kalmak, gizliliğe harfiyen uymak ve havarilere özgü bir yaşam sürmek şarttı.
Aile yaşantısı onaylanmayan müritler ailelerinden uzakta özel evlerde barındırıldı.
Eğitim yoluyla seçkin-önder elemanlar yetiştirmeyi hedeflediler.
Okullar açtılar ardı ardına.
Yetmedi taşradaki başarılı çocuklar için yurtlar hizmete soktular.
Yurtdışı burs olanaklarını iyi kullandılar.Yetişen müritleri devletin kilit yerlerine yerleştirdiler.
Ve hep devlet desteği gördüler.
Çünkü düşman ortaktı...
'Hoşgörü' ve 'diyalog'
Opus Dei'nin anahtar iki sözcüğü vardı:
Hoşgörü ve diyalog!
Bu iki kavramı kullanarak dünyanın çeşitli ülkelerindeki insanlarla yakınlaştılar,
Konferanslar-seminerler düzenlediler,
Okullar açtılar,
TV-gazete satın aldılar.
Adları duyulmamış aydınları ünlü yaptılar.Sahibi oldukları 12 film şirketini psikolojik savaşın emrine verdiler.
Hoşgörü,
diyalog sözcüklerini ağzından düşürmeyen Opus Dei, diğer yandan soğuk savaşın en güçlü antikomünist örgütlerinden biri oldu.
Özellikle İspanyolca konuşulan Latin Amerika'daki ülkelerde sosyal hareketleri destekleyen kiliseler ile sol hareketlerin kurduğu ittifakı bastırmak için aktif olarak kullanıldı. Örneğin, Şili diktatörü Pinochet gibi eli kanlı askerlerle sıkı işbirliği içinde oldu.
Arjantin, Paraguay ve Uruguay'da otoriter rejimleri destekledi.
Nikaragua'da diktatör Somoza'yı, Peru'da Fujimori'yi finanse etti.
Yani CIA ile Opus Dei hep içli dışlı idi.Cemaat Avrupa'daki politik kirli işlerin de içindeydi.
Fransa'da sosyalist Mitterrand karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak çıkarılan Maliye Bakanı Valery Giscard d'Estaing'i desteklediler.
Zaten baba Edmond Giscard d'Estaing, Opus Dei'nin sahibi olduğu Banco Popular Espanol'un başkanıydı!,
Gladio'nun Türkiye'deki dinci ayağı hep gözlerden kaçırılmak istenmektedir.
Komünizmle Mücadele Derneklerini,
İlim Yayma Cemiyetlerini hangi hoca efendiler kurdu? CIA, Türkiye'de hangi hoca efendilere kefildir?)
Tanrı'nın Ahtapotu
Opus Dei'nin kurucusu Papaz Balaguer, ülkesi İspanya'ya bir daha dönmedi.
Hayatının sonuna kadar Vatikan'da yaşadı.
1975'te öldükten sonra önce 1990'da üstat ilan edildi. Ardından 2002'de azizlik mertebesine çıkarıldı!
300 yıl beklemesi gerekirken 15 yılda bu unvanı alıvermişti!
Tüm bunlara rağmen kamuoyundaki imajını hiç iyileştiremedi.
Milyar dolarlık serveti nedeniyle kutsal mafya olarak değerlendirildi.
İngiliz araştırmacı Michael Walsh, cemaate, Opus Dei (Tanrı'nın Eseri) değil Actopus Dei (Tanrı'nın Ahtapotu) adını verdi.
İsviçreli toplum bilimci, siyaset adamı Jean Ziegler ise Opus Dei'yi terörizm kadar mücadele edilmesi gereken aşırı sağcı bir hareket olarak gördüğünü yazdı.
Bu arada şunu yazmalıyım:
Avrupa'da Gladio'lar bir bir açığa çıktı;
Bir tek Türkiye'deki bilinmiyor diye yeri göğü birbirine katan liberaller,
İspanya'daki Gladio-Opus Dei ilişkisinin neden açığa çıkarılmadığını biliyorlar mı?
Bilmiyorlar.
Bilmedikleri çok...
Opus Dei, Vatikan'ın en önemli Hıristiyanlık Dışı Dinler ve İnançsızlar kurumunu elinde bulunduruyor.
Bu diyalog arayıcısı hoşgörülü kurum,
Müslüman ülkelerdeki bazı cemaatler ile sıkı bir işbirliği içinde.
Peki, kimdir bu cemaatler?
Ortak paydaları nedir?Yeni Dünya Düzeni'nin İslam ayağı olan Ilımlı İslam Projeleri nerelerde, nasıl kotarıldı?
Neymiş, cemaatler yalnızlaşan insanın terapi merkezi imiş!
Keşke mesele bu kadar basit olsa.
Opus Dei ve benzeri cemaatler aslında gerçeği yüzümüze çarpıyor.
Tabii görmek isterseniz.
Opus Dei ile ilgili pek çok tartışma yaşanmış ve olumsuz görüşler dile getirilmiş buna rağmen örgüt herhangi bir açıklama yapmamıştır.
Bu görüşlerden bazıları şunlardır:
Opus Dei kendisiyle terörizm kadar mücadele edilmesi gereken,
Gizli çalışan aşırı sağcı bir harekettir.
İngiliz araştırmacı Michael Walsh;
Bu örgüte Opus Dei (Tanrının işi) değil Actopus Dei (Tanrının ahtapotu) denilmelidir.
2.8 milyar dolar serveti,600 medya aracı bulunmaktadır;
15 üniversitesi,
97 teknik okulu,
36 ilköğretim okulu olan Opus Dei Tarikatı son olarak karikatür krizi ile gündeme geldi.
Tarikata bağlı 'Studi cattolici' dergisi HZ. Muhammed'i cehennemde tasvir eden bir karikatür yayınlayarak dinler arası diyalog girişimine ağır bir darbe vurdu.
Tarikat dünya siyasetini tıpkı bir ahtapot gibi sarıyor. İngiltere Milli Eğitim Bakanı,
Polonya hükümetinde görev yapan 3 bakan,
Perulu 2 bakan,
ABD Anayasa Mahkemesi'nin 2 yargıcı,
Amerikan Kongresi'nin onlarca üyesi,
Eski FBI Başkanı Louis Freeh
Ve Fox televizyonunun yorumcusu Robert Novak;
Opus Dei müridi olduğunu gizlemiyor.
ABD'de kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve kök hücre çalışmaları konusunda yönetimin muhafazakâr tutum göstermesinin ardında Opus Dei'nin yattığı vurgulanıyor.
Opus Dei tarikatı Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi kitabının sayfalarında ölümsüzleştirilmiş ve sağ kanat politik gündemini belirlemekle suçlanmıştır.
Opus Dei, hakkında çok fazla konuşulan fakat günümüz dinsel toplulukları içinde hakkında en az şey bilinen örgüttür.

Dünyadaki siyasal gelişmeleri analiz etmeden cemaat olgusunu tek mistik boyutuyla kavrayamayız.

*Metafor: bir şeyi başka şey ile benzetmeye, kıyaslamaya, anlatmaya yarayan mecazlardır.



İbrahim Halil OKUYAN
İnşaat Yüksek Mühendisi





--
Serpil İpekçi KÖLE



--

Vedat KÖLE

1 Eylül 2010 Çarşamba

Efsanevi Kıta Mu

Büyük Okyanus'ta yer alan ve 14 bin yıl önce batan efsanevi kıta "MU". Binlerce yıl öncesine dayanan mitlere göre, kıta üzerinde yaşayan 64 milyon insan esrarengiz bir şekilde sulara gömülmüştü. O kıta batmasaydı insanlık belki de bugün olduğu yerden çok ileri olacaktı. Peki neydi bu kıtanın esrarı?



Efsanevi ada üzerinde dört ayrı ırk, tek tanrılı bir din, sembolizme dayalı bir öğretim sistemi ve gelişmiş bir uygarlık yaşadığına dair ilk iddianın sahibi James Churchward.



Ne mi diyordu James Churchward? Churchward'ın adayla ilgili en önemli iddiası yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer olmasıydı.

Yine bu iddiaya göre, Yeni Zelanda ve Hawaii de birdenbire ortadan kaybolan bu esrarengiz kıtanın parçaları... Peki neden yok oldu bu koca kıta?


Varsayımlara göre, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, kıta milyonlarca kişiyle birlikte sulara gömüldü.

Şimdiye kadar ortaya atılan tüm bu iddialar ve Pasifik Okyanusu'nda bir kıtanın varlığı konusundaki görüş, çeşitli belge ve bulgular mevcut olmakla birlikte, henüz arkeologlar arasında yaygınlık kazanmamış bir görüş veya bir varsayım olmaktan öteye gidememiştir.



Çin'e ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde kıtamız battı, biz de buraya kaçtık yazmaktadır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllıktır, c14 karbon testleriyle sabittir. Türkler'in de Mu Kıtasından geldiği söylentileri de varsayım olarak eklenmiştir.

Mu Kıtası, Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla kurulan bir ekip tarafından araştırılmıştır.

Deniz dibinde bulunan kalıntılara Karbon testleri yapılmıştır.

Yaklaşık 50 yıl boyunca 20'den fazla ülkeye giderek mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward'un ve mu varsayımını destekleyenlerin mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.

Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan, üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.



Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.

Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.



Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü'nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu'ydu.

Mu dininin öğretimini "Naakaller" adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.

Mu dininin esası, Tanrı'nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.

"Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "o" diye hitap ettikleri tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da 'Mu'nun güneşi' anlamında ra-mu adıyla ifade edilirdi. "Ra" sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.



Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı.

Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.



Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.

Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır.

Genelde bu iddiaların herhangi birini destekleyecek arkeolojik veya antropolojik bulgu bulunmamaktadır. Mu dinine, kolonilerine (örneğin uygur imparatorluğu kolonisi fikri) ve Mu kıtasının nasıl battığına ilişkin iddialar 'Mu' varsayımını savunanlar arasında da genel geçer kabul görmemiştir ve farklı düşünceler mevcuttur.

Yıllar öncesinde Atatürk'ü epey heyecanlandıran bir araştırma Türkiye'de ortaya çıkabilmek için yıllarca beklemek zorunda kalmıştır. Türk tarihinin ve coğrafyasının araştırılmasını isteyen Atatürk, ilkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'i görevlendirmiş ve ömrünün son yıllarında ilginç kaynaklara ulaşmıştır.

Mayapetek'in raporunda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlik dikkat çekiciydi.

Süreci inceleyip Atatürk'e raporlar halinde iletmesi için 1935'de Meksika'ya maslahatgüzar atandı ve Arkeolog William Niven'in Meksika'da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churchward'ın Hindistan'da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk'ü haberdar etti.

Sağlığının bozuk olmasına rağmen Atatürk, Türkiye'ye getirilen kitaplarla çok ilgilendi ve hızlıca çevirilerini yaptırıp, bizzat kendisi geceler boyu okuyup üzerlerinde notlar aldı.

Halen Anıtkabir'de bir kısmı sergilenen kitaplar ancak 2000'li yıllarda Türkçe'ye çevrilebildi.

Günümüzde bile bilimselliği hala tartışılan adres, 'MU' kıtasından başka bir yer değildi. 'Mu' kıtası üç büyük kara parçasından oluşuyordu, günümüzde küçük adacıkların olduğu bölgede dört ayrı ırk, tek tanrılı bir din, sembolizme dayalı bir öğretim sistemi ve gelişmiş bir uygarlık mevcuttu.



Kıtadaki uygarlık devam ederken Asya’da ve diğer kıtalarda koloniler kurmuşlardı. Bu kolonilerden bir tanesi de Uygurlardı.

Azımsanmayacak sayıda bilim adamına, mevcut ve geçmiş medeniyetlerdeki pek çok ortak noktanın kaynağının Mu kıtası olduğunu düşündüren kanıtlar ciddiye alınmayacak gibi değil. Sadece yazılı kaynakların değil, imgelere ve simgelere dayanan kültürel tarihin de incelenmesi bugünkü geçmiş tarih bilgimizin değişmesini sağlayacaktır. Buzul çağından önce yani, günümüzden 30.000 ile 15.000 yıl öncesi göçlerle oluşan Maya, Aztek, İnka kültürlerinin incelenmesi, efsanelerinin tekrar gözden geçirilmesi bakış açımızı mutlaka değiştirecektir.

Haliç'te Yaşayan Simonlar




Emniyet Teşkilatının efsanevi ismi, Susurluk sürecinde cesur duruşuyla gerçek bir kanun adamı tavrı gösteren Hanefi Avcı yine doğru bildiklerini söylemeye devam ediyor. Ucunun kime dokunduğuna bakmadan, yalnızca ülkesine karşı vicdani sorumluluğunu yerine getirmek için son dönemde yaşananların iç yüzünü kamuoyuna açıklıyor.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Devlet başlıklı ilk bölümde, yıllarca devlete hizmet etmiş bir güvenlik görevlisi olarak geçirdiği fikirsel dönüşümü, bu dönüşüme neden olan olayları okurlarla paylaşıyor. Bu fikirsel dönüşümün sonucunda Avcı artık, uzun yıllar mücadele ettiği, sisteme muhalif grupların demokratik ve sağlıklı bir sistemin olmazsa olmazı olduğuna, farklı fikir ve düşüncelerin topluma zarar değil, ancak bir zenginlik katacağına, güvenlik sorununa indirgenen Kürt sorununun ancak demokratik hak ve özgürlükler alanının genişletilerek siyasi yollarla çözümlenebileceğine ve ordunun batılı ülkelerde olduğu gibi siyasetin dışında kalarak güçlü bir ordu olabileceğine inandığını açık yüreklilikle ifade ediyor.  Avcı, bu kitabı yazmaktaki önemli amaçlarından birinin, böyle köklü bir değişim yaşamasına neden olan mesleki tecrübelerini aktararak, çok geniş bir kriminal yelpazede çalışmış olmanın verdiği donanımla kendinden sonra geleceklere yol göstermek olduğunu belirtiyor.

Cemaat başlıklı ikinci bölümde ise Avcı devletin çeşitli kurumlarına nüfuz etmiş cemaat yapısının son zamanlarda meydana gelen olaylardaki (özel yetkili mahkemelerin sürdürdüğü tahkikatlardan, telefon dinlemelerine,  vs.) rolünü ortaya koyuyor. Cemaatin polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütleme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engellediğinden, üstüne üstlük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaraladığından bahsediyor. Bugün özellikle özel yetkili mahkemelerce yürütülen tahkikatların, arka planda cemaatin talimatı ile Emniyet İstihbarat Şubesindeki unsurları ve cemaate bağlı savcılar desteği ve zorlaması ile yürütüldüğüne, yürütülürken hukuksuz işlemlerin yapıldığına dair ciddi emareler olduğunu iddia ediyor. Tüm bu iddialarını, delilleriyle sağlam bir zemin üzerine inşa ediyor.  

Avcı kitabın başlığında iki metafor kullanıyor; bunların devlet görevlilerinin, belli bir ideoloji etrafında örgütlenmiş grupların ve genel anlamda toplumun zihniyetini tanımlayabilmek için ne kadar isabetli bir biçimde seçilmiş olduğunu kitabı okuyup bitirdiğinizde anlayacaksınız.  Görünen değil, perde arkasındaki gerçekleri merak ediyorsanız Emniyet teşkilatının güvenilir ve öncü ismi Hanefi Avcı’nın dürüst ve cesur sesine kulak verin!


Hanefi Avcı,
meslek hayatına 1976 yılında Mut ilçe Emniyet Komiserliği görevi ile başladı. Daha sonra İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü, KOM Dairesi Başkanlığı ve Edirne Emniyet Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Avcı, halen Eskişehir Emniyet Müdürü olarak göre yapmaktadır. 2006 yılında TASAM’ın Stratejik Vizyon Sahibi Bürokrat Ödülü’nü kazanmıştır. Avcı, Emniyette teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinir. 



27 Ağustos2010

Yılmaz ÖZDİL

 yozdil@hurriyet.com.tr





Haliç’te Yaşayan Simonlar...

Türkiye’nin en çok konuşulan ama, bir türlü bulunamayan kitabı!


*
İlk baskısı çıktı, adeta görünmez el tarafından toplatıldı, anında buhar oldu, ahali kuyrukta beklediği halde, yeni baskıları çıkmıyor. (Muhtemelen bandrol verilmiyordur yayıncıya.)
*
Hal böyleyken, onlarca köşe yazarı, “papağan korosu” gibi, aynı cümleleri tekrar ediyor, bu kitabın aslında tırışkadan teyyare olduğunu, dedikodu mahiyetindeki lafların sıralandığını, somut verilerin bulunmadığını anlatıyor... Dolayısıyla, boşu boşuna vakit kaybı olduğu, okunmasına gerek olmadığı tavsiyesinde bulunuyorlar.
*
Birincisi, kitap somut veri dolu.
İsimler, dilekçeler, şahitler var.
*
(Yalaka tayfası yıllardır, Özdil şöyle, Özdil böyle diye yazıyor mesela... Kitapta bi Özdil var! Özdil’in feriştahı... Niye yazmıyorlar?)
*
Madem bu kadar yalayıp yuttular, sizin bir türlü bulamadığınız kitabı... Simon kim? Var mı yazan? Neden Haliç’te yaşıyor? Okudunuz mu tek satır bununla alakalı? Kitabın her satırını incelediğini öne süren arkadaşlar, bismillah, kitabın adı birader, niye bahsetmiyorlar?
*
Okumadılar mı yoksa?
*
Buyrun...
*
“Simon” cemaatçi değil aslında, kod adı “Simon” olan üst düzey bi PKK’lı... Bekaa’da örgütün sözde mahkemesinde başkanlık yapmış... Ve, aşna fişne yaparak, militanların kafasını karıştırdığı iddia edilen, özbeöz kız kardeşi hakkında “idam” kararı vermiş.
*
“Simon”u yakalayan Hanefi Avcı, “gerçekten bu suçu işlemiş miydi?” diye sorduğunda ise, “asla” cevabını vermiş... Yani, kız kardeşinin isnat edilen suçu işlemediğinden kesinlikle emin olduğu halde, sırf örgüt istiyor diye, haklıyı savunmak yerine, kalemini kırmış.
*
Bu davranış biçimine “Simonlaşmak” adını koymuş Hanefi Avcı... Sadece illegal örgütlerde değil, başta Emniyet teşkilatı olmak üzere, körü körüne itaatin hâkim olduğu, grup menfaati için körü körüne itaat istenen her yerde “Simonlar”ın var olduğu sonucuna ulaşmış.
*
Sonra Haliç’e geçmiş...
*
İstanbul’da görevliyken, işiyle evi arasında Haliç’ten geçmek zorunda olduğunu, o zamanlar Haliç’in berbat koktuğunu, camları kapatıp, burnunu tıkadığı halde midesinin bulandığını anlatıyor... Kendisi bu haldeyken, insanların Haliç kıyısındaki parklarda dolaşması, hatta piknik yapması dikkatini çekmiş... Sürekli kötü ortamda bulunan insanların, bir süre sonra uyum sağladığını, içinde bulundukları çirkinliği fark edemediklerini fark etmiş...
*
Haliç örneğinden yola çıkarak, sadece fiziki ortamlarda değil, düşüncelerde, sosyal davranışlarda da benzer tavırlar sergilendiği sonucuna varmış... Anormalliklerin normalleştiğini; kirli, yozlaşmış sistemi teneffüs eden insanların, bir süre sonra Haliç’te piknik yapanlar gibi uyum sağlayıp kötülükleri pislikleri algılayamadığını saptamış...
*
Özetle, her şey kabak gibi ortadayken, gözümüzün önündekini, burnumuzun dibindekini, soluduğumuz atmosferi, bile bile görmezden, duymazdan geldiğimizi, sustuğumuzu anlatmış.
*
Yani...
*
Kitabı okuma fırsatı bulamayan insanlara, ha bire “okumanıza hiç gerek yok, çünkü kitapta somut veriler yok” diyenler, aslında “somut veri”nin bizatihi kendisi...
*
“Uyandırma kerizi” demek istiyor, gazeteci kılığındaki Simonlar!


Vedat KÖLE